AGOP İLE AGATA

AGOP İLE AGATA

Agop sabaha karşı beşe doğru Beşiktaş’taki fırınlarının üst katındaki ufak odada gözlerini açıyor. Hava buz gibi. Dışarısı zifiri karanlık. Fırının alevinden yükselen turuncu ışığı takip ederek tahta merdivenden aşağı önce hamurhaneye, oradan da zemin kattaki fırına iniyor.

Günün ilk ekmekleri pişmiş bile. Babası, atını tezgaha yanaştırmış. Agop hemen tezgahın arkasına geçiyor. Ekmekleri beşer beşer istifleyip, babasına vermeye başlıyor. Bunu yaparken, bir yandan da yanan ellerine üflüyor. Babası hiç boşluk bırakmadan ekmekleri atın sepetine hızlıca diziyor. Tek sepet yüz yirmi beş ekmek alıyor. Diğer sepeti de tepeleme doldurarak bir ağız ekmeğin tamamını yükledikten sonra, Ortaköy semtine doğru dağıtıma çıkıyor.

O yıllarda ekmek fırından alınmıyor, konaklara, lokantalara, bakkallara Agop’un babası gibi tablakarlar tarafından götürülüyor.

Agop; sırasıyla Maçka ve Nişantaşı’na ekmek dağıtan dedesi Mardiros’a; Ihlamur ve Yenimahalle bölgesinden mesul Kosovalı Usta Yuvan’a ve Pera’nın tablakarı kendisinden iki yaş büyük Şipka’ya da yardım edip, hepsini yolcu ettikten sonra ocağın üzerindeki fasulye tenceresinin başına geçiyor.

Sefer tasına, bolca soğan ve acı biberle pişirilmiş fasulyeden dört beş kaşık koyup, tasın kapağını sıkıca örtüyor. Kitaplarını koltuğunun altına alıyor. Yarım ekmeği ikiye bölüyor. Yarısını öğlen yemeği için, zayıf bedenine biraz büyük gelen paltosunun cebine yerleştiriyor. Diğer yarısını dişleyip, sefer tasını sallayarak sokağa çıkıyor.

Hava hala karanlık. Ağzından burnundan buharlar yükseliyor. Fırının bitişiğindeki bakkal dükkanı henüz açılmamış; Yorgi Usta Tophane’deki mezbahada ciğer bekliyor olmalı. Arnavut kardeşler Miro ve Petri Maryo’nun manav dükkanının kapısı aralık. Geceyarısı Bahçeköy’deki bostandan yola çıkmış katırlar, uysalca eyerlerinin iki yanına bağlanmış sebzelerin boşaltılmasını bekliyor. Miro, kapı ağzında beliriyor. Agop’u görünce “Allah zihin açıklığı versin” diye takılıyor. “Bakalım başımıza ne olacaksın?”

Helvacı İmam fesine doladığı yeşil sarık ve safran sarısı saltası ile gömleğinin kollarını dirseğine kadar sıvamış, kazana doldurduğu tahin helvasını hamur gibi yoğuruyor. Agop’u görünce:

“Kuru kuru yeme ekmeği, al şunu katık et.” diyerek hamurdan çekip irice bir parça koparıyor. Memleketi Safranbolu’dan gelen aile mektuplarını okuttuğu bu delikanlıyı bir başka seviyor.

Musa Çavuş çay ocağının gerisinde. Buharlar arasında bardakları yıkıyor. Sırtında dervişlerinki gibi bir aba. Bıyık uçları uzun ve kıvrık, burnu enfiye çekmekten simsiyah. Agop’u görünce sigarasını dudaklarının ucunda oynatarak: “Bir bardak çay iç de için ısınsın, evlat.” diyor. Agop mahcupça teşekkür ediyor. “Eksik olma Musa Çavuş.” diye yanıt veriyor. “Alacağım olsun. Mektebe geç kalmayayım şimdi.”

Kadınlar hamamının önünden geçerken, bir kaç saat sonra kubbenin altına sere serpe uzanacak ıslak kadın bedenlerini düşlüyor. Son günlerde olur olmadık zamanda aklına, rüyasına kadın teni düşüyor.

Dolmabahçe’ye doğru devam ediyor. Yol takır takır buz tutmuş. Isınabilmek için hızlı yürümesi lazım. Kaymamak için yavaş… Orta karar bir tempo tutturup, Dolmabahçe Sarayı’nın köşesindeki Erzincan Armudan’lı hemşerisinin kahvehanesinde mola veriyor. İki dakikalığına içeri girip kıpkırmızı olmuş ellerini sobada ısıtıyor. Koca Anto, Agop’un ağzına bir kahve şekeri sokup uğurluyor.

Hava hafiften aydınlanmaya başlamış bu esnada. Salı Pazarı’nda kaldırım boyunca çekik gözlü Türkmen ve Çinli doktorlar sandalyelerindeki yerlerini almış, şifalı otları ile kadın müşterilerini bekliyorlar.

Kar atıştırmaya başlıyor. Uzaktan nal sesleri duyuluyor. Sonra o sesler yaklaşıyor ve ağzından dumanlar yükselen güçlü bir Macar atının çektiği tramvay tam Agop’un yanından geçerken, haremlik kısmının hafifçe aralanmış perdesinin gerisinde güzel bir çift kadın gözü beliriyor.

Siyah peçesinin aralığından, uçuşan kar tanelerini ilgiyle seyreden ceylan gözler Agop’un aklını başından alıyor. Onlarla teması hiç bitmesin istiyor. Ama Agop’un bakışlarını fark etmesiyle, kadının bir hışım perdeyi kapaması bir oluyor.

Agop yakalarını kaldırıyor. Yüksekkaldırım’ı tırmanırken iliklerine kadar üşüyor. Geçenlerde, okulların tatil olduğu bir gün Akaretler’de ekmek dağıtırken, çaldığı kapılardan biri evin çocuğu tarafından ardına kadar açılıp da soba başında soyunup dökünmüş kadınları karşısında bulduğunda; nasıl gözlerini cariye ve halayıkların baldırlarına, çıplak omuzlarına dikip, içerden çığlıklar yükselinceye dek öylece kalakaldıysa, şimdi de aynı fütursuzluğu şu ahu gözlü kadına yapmış olmaktan ötürü şaşkınlık ve derin bir suçluluk duyuyor.

Kule’ye yaklaştıkça insan sayısı artıyor. Avrupai şapkalı tüccar ve bankacıları, poturlu hamalları, kalpaklı Çerkezleri, sikkeli dervişleri, Avusturyalı rahibeleri, üniformalı İngiliz bahriyelerini geride bırakıyor.

Getronagan Ermeni Okulu’nun merdivenlerini üçer beşer tırmanırken utanç ve suçluluk duyguları yerini heyecana bırakıyor. O gün, Kevork’la paylaştıkları en arka sıranın cam kenarında oturma sırası onda çünkü.

Sınıfta henüz kimse yok. Cebinden çakısını çıkarıyor. Beyaza boyalı camın alt kısmını kazıyarak ufak bir yuvarlak açıyor. Eğilip gözünü oraya dayıyor. Karşı pencerenin bütününü görebilinceye kadar yuvarlağı büyütüyor.

Sınıf kapısının gıcırdadığını işitir işitmez toparlanıyor. Sefer tasını, kazıdığı yuvarlağı kapatacak şekilde pervaza yerleştirip kitaplarıyla ilgilenir gibi yapıyor.

Yemek teneffüsünde Kevork sıranın ucuna oturup, sınıftakilerle Agop arasına iri cüssesi ile adeta duvar çekiyor. Agop her ihtimale karşı pervazda kitap okur gibi yaparak gözünü, kazıdığı yuvarlağa dayıyor. Bir kaç saniye sonra tam karşıdaki geneleve ait pencerede iki kadın dans etmeye başlıyor.

Kevork, fahişelerin gözetlendiklerinin farkında olduğunu iddia ediyor. Çünkü ne zaman Agop ya da Kevork yuvarlaktan bakıp, deliği karartsalar; bu kadınlar göbek atmaya, gerdan kırmaya, hatta günlerindeyseler kombinezonlarının askılarını düşürüp memelerini sallamaya başlıyorlar.

Agop elbette ki fahişelerin cüretkar gösterilerinden ziyadesiyle etkileniyor. Ama onun aklı, her defasında pencere kıyısına oturmuş, hülyalı bakışlarla gökyüzünü seyrederken bulduğu üçüncü kadında. En kısa boylusu ve genci o. Belki bu yüzden; boyuna, yaşına en münasip o olduğu için nefesini kesiyor. Belki de sağ yanağındaki gamzesi, gece siyahı saçları, zeytin karası gözleri ve onların üzerinde muntazam birer yay çizen alımlı kaşları yüzünden.

Agop, Kevork’tan farklı. Diğer iki kadın değil omuzlarını, baldırlarını; kalçalarını bile açsalar Agop gözünü esmer güzelinin hüzünlü yüzünden ayıramıyor. Aklı beyaz camdaki ufacık yuvarlaktan uçup bulutlara yükseliyor, Kevork sırtını yumruklayıncaya dek dış dünyayla bütün bağlantısı kesiliyor. Kevork’un dediğine bakılırsa, camdan ayrıldıktan sonra da yüzüne yerleşen şapşal gülümsemenin dağılması en az bir ders saati sürüyor.

O gün Agop zeytin gözlü güzelini seyrederek hayallere dalmışken ilginç bir şey oluyor. Genelevin alt katından biri seslenmiş olmalı, diğer iki kadın dans etmeyi bırakıp koşarak merdivenlerden aşağı iniyor. Onlar gözden kaybolunca esmer güzeli ayağa kalkıp, pencerenin önüne geliyor. Kar yağışına ve omuzlarını açıkta bırakan incecik elbisesine aldırmadan pencereyi açıyor. Kar taneleri çıplak omuzlarına, gamzeli yanaklarına, kuzguni saçlarına düşerken o simsiyah gözlerini tam kazınmış yuvarlağın ortasına, Agop’un göz bebeğine dikerek, vücut diliyle bir şeyler anlatmaya başlıyor.

Önce bir şeyin sapını tutar gibi sıktığı elini omzunun üstünde ileri geri sallıyor. Diğer eliyle havada yarım daire çizerek “daha sonra” anlamına gelebilecek bir hareket yapıyor. Ve avcunu açıp parmaklarını kendine doğru çekiyor.

“Zil çaldıktan sonra gel.” diye mırıldanıyor Agop.

Kevork “Bir şey mi dedin?” diye soruyor. Agop “Şşt” diye tıslayarak onu susturuyor. Sonraki dakikalarda esmer güzeli aynı hareketleri bir kaç kez daha tekrarlıyor. Agop mesajı doğru anladığından kesinlikle emin oluyor.

Derken diğer iki kadın gülüşerek odaya dönüyorlar. Agop’un esmer güzeli, onları görür görmez pencereyi kapatıp işaretleşmeyi kesiyor. Böylece Agop, mesajın diğer kadınlardan gizli verildiğini anlıyor.

Paydos ziline kadar Agop’un içi içini yiyor. Karşı taraf, o delikten bakanın kim olduğunu bilmediğine göre… Neden tanımadığı birini çağırıyor? Müşteri arıyorsa niçin genelev sokağını dolduran azgın herifleri değil de mektebin camından gizli gizli bakan öğrencileri davet ediyor? Peki niye bunu fahişe arkadaşlarından gizliyor?

Zil çaldıktan sonra, Kevork’la beraber sınıfın boşalmasını bekliyorlar. Kevork, sıranın gözüne sakladığı beyaz yağlı boya kutusunu çıkarıyor. Babasının hırdavatçı dükkanından aşırdığı kutu bu. Hademeye, dolayısıyla idareye yakalanmamak için her akşam ders bitiminde camda açtıkları yuvarlağı örtmelerine yarıyor.

Agop camdaki gözetleme dairesini boyarken, bir çırpıda gündüz gördüklerini anlatıyor. Kevork heyecandan yerinde duramıyor.

“Hadi kalk, gidiyoruz o zaman” diye bağırıyor.

“Nereye, geneleve mi? Almazlar ki bizi oraya. Yaşımız tutmuyor. Üstelik elimizde kitaplar, sefer tasları… Bir tek alnımızda “öğrenci” damgası eksik!” diye itiraz ediyor, Agop.

Kevork: “Boş versene!” diyor. “Bi yolunu buluruz. Hayatımızın daveti bu. Tepecek değiliz ya.”

Genelevin giriş kapısına vardıklarında kar yağışı, tipiye çeviriyor. Boğaz’dan esen poyraz, iki delikanlının yürümesini güçleştiriyor. Yüzleri görünmesin diye yakalarını iyice kaldırıp şapkalarını kulaklarını örtünceye kadar indiriyorlar. Kitaplarıyla sefer taslarını bol paltolarının içine gizliyorlar. Tipi yüzünden görüş mesafesi oldukça düşük… Bekçilerin bulunduğu kulübeden ne yaşları, ne de öğrenci oldukları seçilebiliyor. Kapıdaki kalabalığın arasına karışarak, kimlik kontrolsüz içeri girmeyi başarıyorlar.

Komşularının hangi evde olduğunu kestirmeye çalışıyorlar. Sokağın kıvrıldığı köşede durup başlarını kaldırarak çevre binalar arasında önce kendi okullarını, sonra sınıflarını, sonra da sınıftaki pencerelerinin karşısına düşen evi tespit ediyorlar. Kısa sürede şapkalarını, omuzlarını beyaza boyayan karın altında, oraya doğru ilerliyorlar.

Agop, camekanın gerisindeki mangalın başında ısınmaya çalışan kadınlar arasında beyaz teni inci gibi parlayan esmer güzelini bir bakışta tanıyor. Kalbi gümbür gümbür atmaya başlıyor. Arkadaşının kadınla iletişim kuramayacak kadar heyecanlandığını fark eden Kevork, camekanın karşısına geçip, zeytin gözlerin dikkatini çekinceye kadar bekliyor. Göz göze geldiklerinde, konuşmak istediğini işaret ediyor.

Kadının yay kaşlarından teki kalkıyor. Hüzünlü bir tebessüm eşliğinde Kevork’u içeri çağırıyor. Kevork, Agop’un koluna girerek demir kapıdan geçiyor. Mangalın başına toplanmış bütün fahişelerin bakışları onlara çevriliyor. Kevork, “okulun camı” der demez esmer güzelinin yüzü aydınlanıyor. Delikanlıları kuytu bir köşeye çekiyor.

Pazarlık eder gibi iki gence iyice sokulup fısıltıyla konuşmaya başlıyor. Fildişi rengi teninden yükselen lavanta kokusu Agop’un başını döndürüyor.

Kadın, isminin Agata olduğunu söylüyor. Sakız’lı bir Rum olduğunu. Kaçırıldığını… Annesinden, kardeşlerinden, köklerinden koparılıp buraya kapatıldığını… Her gün satışa çıkarıldığını… Yuvasına dönmezse böyle yaşamaya daha fazla dayanamayacağını…

Agop’un gözleri doluyor.

Kevork “peki bizden ne istiyorsun?” diye soruyor, lafı dolandırmadan. Agata ikisinin de güçlükle işitebildiği bir fısıltıyla: “Beni buradan kurtarmanızı” diyor.

Kevork’la Agop şaşkın şaşkın birbirlerine bakıyorlar.

“Burada güvenebileceğim hiç kimse yok.” diye devam ediyor Agata. “Böyle bir şeye kalkıştığım duyulursa beni öldürürler. O yüzden sizi çağırdım. Mekteplilerin iyi insanlar olacağına inandım.”

Agop “öyleyiz zaten” der gibi başını sallıyor. Kevork onun kadar saf değil.

“Bizim buraya girmemiz bile yasak. Yaşımız tutmuyor. Bakma bugün tipi sayesinde kapıdakilere enselenmedik.” diyerek ellerini iki yana açıyor.

Gıdısı sarkık, süslü ve yaşlı bir kadın, paytak adımlarla üçüne doğru yaklaşıyor. Sigaradan kartlaşmış sesiyle:

“Ne kaynatıyorsunuz bakalım orda?” diyor. “Girecekseniz girin. Girmeyecekseniz yallah. Evlenmeyeceksiniz ya neticede.”

Agata, Agop’un elini tutarak: “Bu yakışıklı benimle odaya çıkacak, Madam” diyor. Agop kulaklarına kadar kızarıyor: İlk kez bir kadının elini tuttuğu için… Yukarıda ne halt edeceğini bilmediği için… Cebinde beş kuruş parası olmadığı için…

Agata koynundan çıkardığı parayı Madam’a uzatıyor. “İşte” diyor. “Merak etmeyin. Beyefendi vizitesini peşin ödedi.”

Madam’ın yüzü gülüyor. Parayı kıvırıp simli kesesine koyuyor. Kesenin ağzını büzüp, sicimine düğüm atıyor.

Agata’yla Agop el ele, gıcırdayan ahşap merdivenleri tırmanıp koridorun sonundaki kapıdan içeri giriyorlar. Oda daracık. Zeminde beyaz çarşaflı bir döşek, duvar dibinde iki minder var.

Agata mindere oturup, kapı ağzında dikilmekte olan Agop’a gelmesini işaret ediyor. Agop utana sıkıla kadının yanına ilişiyor.

Agata siyah gözlerini kocaman açarak: “Plan yapmak için yarım saatimiz var.” diyor. Melodili konuşuyor. Elini kolunu salladıkça giysilerinden yükselen lavanta kokusu Agop’u hepten sersemletiyor.

“Çarşamba sabahları, saat sekizde Galata Limanı’ndan Sakız’a gemi kalkar” diyor Agata. “Yani kaçmak için en uygun zaman Çarşamba sabahının erken saatleri… Yokluğum fark edilip, peşime adam salınıncaya kadar kendimi gemiye atmış olursam, bu bataktan sonsuza kadar kurtulmuş olurum.”

Zeytin rengi gözleri yakından mücevher gibi ışıl ışıl parlıyor. Agop onu özgürlüğüne kavuşturmak için her şeyi yapmaya hazır. Ama beyni durmuş gibi. Hiç bir şey düşünemiyor.

Agata, kaskatı kesilmiş delikanlının elini tutuyor tekrar:

“Öğrencilikten başka meşguliyetin var mı?” diye soruyor.

“Fırınımız var Beşiktaş’ta.” diye yanıt veriyor, Agop. ” Sabahları ve tatil günleri babamla dedeme yardım ederim.”

“Ne yapıyorsun peki fırında?” diye sorarken, parmaklarını Agop’unkilere geçiriyor. Rüzgar kar tanelerini cama savuruyor. Çerçeve zangır zangır sallanıyor. Agop’un alnı boncuk boncuk terliyor.

“Sabahları tablakarların sepetlerini doldurmaya yardım ederim. Tatil günleri ise onlara katılıp, ekmek dağıtmaya çıkarım.”

Yanıtı Agata’nın ilgisini çekiyor. “Hangi bölgelere ekmek dağıtıyorsunuz?” diye soruyor.

“Beşiktaş, Maçka, Nişantaşı, Ortaköy, Pera…”

Agata’nın gözleri parlıyor.

“Pera mı dedin?”

Agop başını sallıyor. Agata, baş parmağıyla Agop’un elini usul usul okşuyor.

“Evet bu çevredeki evlere, lokantalara, bakkallara biz ekmek veririz.” diyor gururla.

“Kaçta yapıyorsunuz bu işi?” diye soruyor bu kez Agata.

“Tablakarlar sabah beş buçuk gibi yola çıkarlar. Altı, yedi civarında dağıtıma başlarlar.”

Agata gözlerini tutkuyla Agop’unkilere dikiyor.

“Seni Tanrı gönderdi bana” diyor ve Agop’un yanağına ıslak bir öpücük konduruyor.

Agop’un göğüs kafesinde fırtınalar kopuyor, tüyleri diken diken oluyor, soluğu sıklaşıyor. Agata ayağa fırlayıp, ellerini kollarını sallayarak planı anlatmaya koyuluyor.

“Genelev kapısının tam karşısındaki bakkalı biliyorsun, değil mi?”

“Evet” diye yanıtlıyor, Agop. Soluğunu düzenlemeye çalışıyor: “İyi bilirim.”

“Çarşamba sabahı tablakarınla saat yedi buçukta o bakkala ekmek vermeye geleceksin. Ben de aynı saatte bakkala çıkacağım. Bizim bir tek bakkala çıkmamıza izin var… Onda da peşimize gözcü koyarlar. Gözcüler bakkala kadar peşimizden gelmez. Genelev kapısında beklerler. Şu sizin atların tek sepeti kaç ekmek alıyor?”

“125”

“Bir ekmek ne kadar çekiyor?

“Bir kilo.”

“Yani sepet beni rahat rahat taşır.”

Kapı yumruklanmaya başlıyor.

“Haydi artık.” diye bağıran Madam’ın sesi duyuluyor. “Kızı nüfusuna mı alacaksın, mektepli?”

“Çıkıyoruz, Madam.” diye bağırıyor Agata.

Kapıya kadar el ele yürüyorlar. Agata, bu kez de diğer yanağından öperek, Agop’u yolcu ediyor.

Agop önünü iliklemeden sokağa fırlıyor. Ve genelev kapısından çıkıp, yokuş aşağı bilinçsizce koşmaya devam ediyor.

Voyvoda Caddesi’nden dört nala gelen atlı tramvayın altında kalmak üzereyken son anda güç bela durduğunda, aklına Kevork geliyor. Gerisingeri yokuşu çıkmaya koyuluyor. Yarı yolda Kevork’la karşılaşıyor. Dalgınlığından ötürü özür diliyor. Nefes nefese olan biteni anlatıyor. Kevork, dudak bükerek dinliyor. Bu işin çok tehlikeli olduğunu söylüyor.

Salı gecesi Agop’un gözüne uyku girmiyor. Saat beşte sedirden fırlayıp yukarı katta horuldayan Şipka’nın yanına çıkıyor. Dürterek uyandırıyor. Sırayla babasının, dedesi Mardiros’un ve Usta Yuvan’ın sepetlerini doldurup yola çıkmalarına yardım ediyor.

Şipka’nın ağırdan almasına sinir oluyor. Şipka ise son derece sakin. Agop’a asıl oraya erken varmalarının tehlikeli olacağını izah ediyor. Tam zamanında genelev kapısında olup, bir an önce işlerini halledip, bekçilerin dikkatini çekmeden bakkaldan ayrılmaları gerektiğini söylüyor.

Usta Yorgi dükkanı erken açmış o sabah. Önce onunla, sonra katırın sırtındaki pırasa demetlerini boşaltmakta olan Petri Maryo ile selamlaşıyorlar.

Hacı İmam ikisine de karmakta olduğu tahin helvası hamurundan birer parça koparıp veriyor. “Sabah sabah kuvvetlenin biraz.” diyor.

Hava, yerler, her şey buz gibi. Musa Çavuş’tan ayaküstü birer bardak çay içiyorlar. Bu kez hamamın önünden geçerken Agop’un aklına diğer kadınlar gelmiyor. Onun için bir tane kadın var artık yeryüzünde: Onun kahramanı olmaya gidiyor.

Saat tam yedi buçukta yokuşu çıkıp genelevin karşısındaki bakkala ulaşıyorlar. Daha önce kararlaştırdıkları gibi, Şipka atı tam bakkalın kapısını ortalayacak biçimde durduruyor. Böylece gözcülerin ve bekçinin bakkalın iç tarafına bakan sepette neler olduğunu görmesini engellemiş oluyor.

Çok geçmeden genelevin kapısında siyah çarşaf giymiş Agata görünüyor. Agop onu gözlerinden tanıyor. Bu sırada Şipka, toz şeker çuvallarını tavan arasında tuttuğunu bildiği Bakkal’dan, yarım kilo şeker istiyor. Bakkal tavan arasındayken, Agop soğukkanlılığını korumaya çalışarak, atın yanından dükkana giren Agata’nın boş sepete yerleşmesine yardımcı oluyor. Ve üstüne diğer sepetten aldığı ekmekleri yerleştirerek, onu iyice kamufle ediyor.

Yarım kilo şekeri alıp ekmekleri bırakan Şipka ile Agop, bakkalla vedalaşarak, atlarının yanında caddeye doğru yürümeye başlıyorlar. Agop, engel olamadığı geniş bir tebessüm eşliğinde tam elini Şipka’nın omzuna atmış, genç adama teşekkür etmeye hazırlanırken, yukarıda bir gürültü kopuyor. Bakkalın kapısından fırlayan gözcüler, küfürler savurarak Agop’la Şipka’ya doğru koşmaya başlıyorlar.

Şipka’nın: “Kaçalıım” diye bağırmasıyla, Agop, Şipka ve at bütün gücüyle koşmaya başlıyorlar. Bir tarafında 125 kilo ekmek, diğer tarafında Agata bulunan at yeterince hızlanamıyor.

Şipka koltuk altından tuttuğu gibi Agata’yı sepetten çıkarıyor. Diğer sepetteki ekmekleri hızla yol kenarına boşaltıp, Agata’yı atın üstüne oturtuyor.

Şimdi at; Şipka ile Agop’tan daha hızlı koşuyor.

Sakız’a gidecek gemi limanda; kalkış saatini bekliyor. Agata nefes nefese: “Bu gemiye bineceğimi biliyorlar. Beni içeride muhakkak bulurlar.” diyor telaş içinde.

Agop’un gözleri faltaşı gibi açılıyor. Ne yapsın, ne desin bilemiyor.

O sırada Şipka limanda tanıdık bir kayıkçı görüyor. Uzaktan işaretleşerek kayığının müsait olduğunu öğreniyor. Agata ile Agop’u apar topar onun yanına götürüyor. Arkadaşına emanetlerini gizlice Beşiktaş İskelesi’ne bırakmasını söylüyor.

Kayıkçı, kayığın içine yatırıp yağmurluk ve battaniyelerle kamufle ettiği Agop ve Agata ile limandan ayrılırken, Şipka Sakız gemisinin merdivenlerini üçer beşer tırmanan gözcüleri görüyor.

Agata ile Agop Beşiktaş’a varıncaya kadar battaniyenin altında gizli gizli öpüşüyorlar. Bir taraftan da rüya gibi anımsayacakları bu yolculuk hiç bitmesin diye içlerinden dua ediyorlar.

Agop, Agata’yı fırına getiriyor. Önüne bakarak, genç kadının gideceği yeri olmadığını, babası izin verirse bir hafta boyunca sedirini ona ödünç vermek istediğini söylüyor. Babasının nutku tutuluyor. Başını kaldırmadan atının sepetine ekmek doldurmaya devam ediyor. Sonra Agata tuvalete çıktığında:

“Biz seni mektebe bunun için mi gönderdik?” diye bağırarak, Agop’a okkalı bir tokat atıyor.

Hayatında ilk kez babasından dayak yiyen Agop, o an bir daha mektebe gitmemeye karar veriyor. Araya Mardiros dedesi giriyor. Agop’un kötü bir şey yapmadığını, yalnızca insanlık görevini yerine getirdiğini söylüyor. Oğlunu sakinleştirmeye çalışıyor.

Bir hafta boyunca Agata, Agop’un odasında kalıyor. Sabahları Agop, Mardiros ile tablakarlık yapmak üzere fırından ayrıldıktan sonra Agata odaları siliyor, süpürüyor. Çamaşırları yıkıyor. Uzun zamandır midelerine fasulye ve tanlı çorba dışında yemek girmeyen erkeklere enfes Rum yemekleri yapıyor. Fırında çalışan herkesin gönlünü fethediyor.

Bir hafta göz açıp kapayıncaya kadar geçiyor. Ertesi Salı gecesi, yalnızca Agata ile Agop’un değil, Agop’un babası dahil, fırındaki hiç kimsenin ağzını bıçak açmıyor. Agata, yemekten sonra kendisine hayatının en zor günlerinde kucak açan; döşek, ekmek, su veren; şefkatini esirgemeyen bu güzel insanlara tek tek teşekkür ediyor. Onları hayatı boyunca unutmayacağını söylüyor. Konuşması, yaşlandıkça sulu göz olan Mardiros’un ağlamasına neden oluyor. Her şeyi dalgaya alan Şipka’nın bile gözleri doluyor.

Çarşamba sabahı vakitlice caddeye çıkıp, atlı tramvaya biniyorlar. Agop selamlık, Agata ise siyah örtü ile ayrılmış haremlik kısma oturuyor. Daha önce tasarladıkları üzere, tramvay Liman’a vardığında Agata örtünün gerisinden çıkmıyor. Agop ayağa kalkıp geminin güvertesini, merdivenlerini, çevresini gözetliyor. Merdivenin başında dikilmiş, yukarı çıkan çarşaflı yolcuları dikkatle inceleyen iki adamın genelev gözcüleri olduğuna kanaat getirir getirmez vardacıya “geri dönüyoruz” işareti yapıyor.

İspir kırbacı Macar atının sırtında şaklatıyor ve araba gerisin geri Beşiktaş’a doğru yola çıkıyor. Bu gelişme Agop’u öyle mutlu ediyor ki, dayanamayıp haremlik örtüsünü kaldırıyor. Ve Agata’nın dudağına bir öpücük konduruyor.

Fırına ayak bastıklarında Agop’un babası ile dedesi Agata’ya sanki yıllarca görmedikleri kızları eve dönmüş gibi sevgiyle sarılıyorlar.

O akşam, Agata’nın Miro ve Petro’dan alınma ıspanak ve Yorgi Usta’nın pirinciyle yaptığı enfes yemeği, üstüne de Agata’nın dönüşü şerefine Agop’un babasının Helvacı İmam’a kestirdiği tahin helvasını afiyetle yiyorlar. Yemeğin sonunda herkes karnını doyurmuş, keyifle sohbete dalmışken, Mardiros önemli konuşmalarının arifesinde yaptığı gibi ekmek bıçağının sapını masaya vurarak uğultuyu kesiyor. Nihai sessizliğe ulaşıldığında:

“Sevgili Agata” diye söze başlıyor. “Biz seni kızımız gibi sevdik. Sen de şahitsin, bugün o gemiye binememene her birimiz ne kadar çok sevindik.” Boğazını temizleyip, devam ediyor:

“Sakız’da bir ailen olduğunu biliyorum. Ama artık bizler de senin ailen sayılırız. Gel, hayatını bir kez daha tehlikeye atma. Artık şu uğursuz gemiye binmeye kalkışma.”

Agata gözlerini yaşlı adamın sarkık göz torbalarına dikmiş; şefkat dolu, davudi sesini pür dikkat dinliyor.

“Beri yandan burada kalman da tehlikeli olacaktır. Genelevin adamları, madamları, bir kuşu kaçırmanın bütün sürüyü etkileyeceğini iyi bilirler. O yüzden seni yakalayıp ibret-i alem olsun diye cezalandırmadan bu işin peşini bırakmazlar. Daha bugün Musa Çavuş’tan işittim: Bizim Beşiktaş eşrafına da eşgal bildirip, mükafat vaad etmişler.”

Agata ile Agop endişe içinde birbirlerine bakıyorlar.

“Uzun lafın kısası, biz oğlumla düşündük taşındık. Ve sizin için en doğru kararın, bizim memlekete, Armudan’a gitmeniz olduğuna kanaat getirdik.”

Agop tebessümüne mani olmaya çalışarak, masanın altından Agata’nın elini tutuyor. Agata, Agop’un parmaklarını bütün gücüyle sıkıyor. Mardiros devam ediyor:

“Bizim ekmek parası peşinde buralara geldiğimize bakma sen; Agop’un annesi, babaannesi, hısım akrabamızın hepsi orada yaşıyor. Yani başınızı sokacak dam, karnınızı doyuracak aş, hasta olsanız önünüze konacak çorba, sizi koruyup kollayacak komşu, Agop’un süreceği tarla, hepsi orda hazır. Gidin, Armudan’da evlenin, barklanın. Bu genelev fedaileri sizi unutuncaya kadar huzur içinde yaşayın. Sonra yine özlerseniz İstanbul’u, döner gelirsiniz. İsterseniz Sakız’a gidersiniz. Ama bizim köyümüzün havası, suyu pek güzeldir. Demedi demeyin, alışınca kolay kolay vaz geçemezsiniz.”

Ertesi akşamüstü trenin tekerleri paslı rayda gıcırdayarak ağır ağır dönmeye başlıyor. Agata ile Agop yarı açık pencereden sarkmış, hiç durmadan el sallıyorlar.

Agop’un babası, Mardiros dedesi, Kosovalı Usta Yuvan, Şipka, Yorgi Usta, Helvacı İmam, Arnavut Miro ve Petro Maryo Kardeşler, Kevork hepsi perondalar. Kimi helvasını, kimi ciğerini, kimi kahvesini, kimi romanını, kimi meyvesini getirmiş genç çifte yolluk olarak. Şapkalarını, mendillerini, kocaman ellerini sallayarak Agop’la Agata’yı uğurluyorlar.

Davulcu gümbede gümbede vuruyor tokmağı. Zurnacı düğün türküleri çalıyor. Musa Çavuş çağırtmış onları. Şimdi de abasının eteklerini savurarak, aralarında göbek atıyor.

Bir avuç güzel insanın türküsü, hüznü, kahkahası, gözyaşı, sevgisi pencereden içeri süzülüp vagonu dolduruyor. Tren ağır ağır uzaklaşırken Agata ile Agop mutluluktan ağlıyor.

 

 

* Bu öykü Hagop Mintzuri’nin yaşam öyküsünden ilham alınarak kurgulanmıştır.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

KARA SEVDA

“Selam Luciba” dedi, Hasan. “Jasmine’i gördün mü?” Genç kadın açık renk avuçlarını açarak bembeyaz gülümsedi: “Yok, görmedim bugün hiç.” Kolkola yürüdüğü kız yavaşlamasına izin vermeyince son sözcüklerini başını geriye çevirip, sesini yükselterek sarf etmişti. Hasan saatine baktı.

HALİÇ RESİTALİ

Gün ağarırken, Perşembe Pazarı’nın ıssız sokaklarında bir kadın gölgesi belirir. Hırdavat depolarının kapalı kepenklerine, karton ve çöp yığınlarına, uyuyan evsizlere, onların kağıt toplama arabalarına ve köpek dostlarına dokunarak ilerleyen bu gölgenin sahibi şapkalı, uzun trençkotlu, yüksek topuklu bir kadındır.

SÜTLÜ KAHVE

Loş bir Latin kafesi. Kara sineğin biri boşalmış kola bardağının içinde aheste geziniyor. Sıcaktan ara sıra sandalyelerin bambuları çıtırdıyor. Yüksek tavanda geniş kanatlı bir pervane hafiften yalpalayarak dönüyor, dönüyor… Sanki her dönüşte biraz daha yalpalıyor. Duvara gömülü raflarda tenekeden kahve kavanozları, yaprakları sararmış kitaplar, sırları dökülmüş aynalar ve pastoral kapaklı dikiş kutuları dizili.

BOĞAZİÇİ NİN BÜLBÜLÜ

Boğaziçi, bir zamanlar özü su, ışık, bülbül sesi ve sazdan oluşan kendine has, tılsımlı bir alemdi. Bu alemin halkı yalı adı verilen dantel gibi işlenmiş ahşaptan, çok odalı konutlarda yaşardı. Boğaziçi’nin kıyısında yan yana boy vermiş yalılar; ön cephelerini usul usul okşayan tuzlu suyun gündüz güneş, gece ay vasıtasıyla gönderdiği aşk elçisi ışık yansımalarının camlarından içeri süzülerek…

Tgumusay Yazar:

3 Yorum

  1. Serdar Mehmet ERKARTAL
    7 Aralık 2017
    Yanıtla

    Ömrünüze bereket,kaleminize sağlık…

  2. 8 Aralık 2017
    Yanıtla

    Öyküleriniz çok güzel. Emeğinize sağlık.

  3. Fatma Pekşen
    10 Aralık 2017
    Yanıtla

    Güzel bir öyküydü. Zaten Armıdan deyince, bizim memleketin kokusu geldi burnuma. Kaleminiz var olsun.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir