LEOPAR

LEOPAR

“Teşekkür ederim James. Çok naziksin ama minibüsü bekliyorum ben.”

“Hadi Alice… O tarafa gidiyorum zaten.”

“Yine de binemem. Sen bu işten para kazanıyorsun. Hem… Biliyorsun, annem hoşlanmaz bundan.”

James, motosikletini durdurdu. Kasklı başını Alice’e yaklaştırdı. Sır verir gibi:

“Leopar inmiş John Amca’nın arazisinin arkasına.” diye fısıldadı.

Alice’in ağzı kocaman açıldı o zaman. İnci gibi dişleri ortaya çıktı. Gözlerinin içi parladı.

“Ne zaman inmiş?” diye sordu, çocuksu bir merakla. “Kim söyledi bunu?”

“İsim veremem.” dedi James. “Ama inan bu defa güvenilir safaricilerden aldım haberi.”

Alice, ellerini ovuşturdu. Boncuk boncuk terler belirdi alnında. Etrafı kolaçan etti. Ortalıkta tanıdık kimse görünmüyordu.

***

Bir dakika sonra motosikletin arka koltuğundaydı, Alice. Rüzgara karşı gözlerini kapamış, James’in beline sıkıca sarılmış, leoparı düşlüyordu.

Yıllar önce karşılaşmıştı onunla. Henüz çocukken. Köylerinin az ilerisindeki bir baranite ağacının, şemsiyeyi andıran dalları altında tahtadan bebeğini emzirirken. Öğlen vaktiydi. Annesi tarlada çalışmaya ara vermiş, kardeşini emzirmeye eve gitmişti. Hava çok sıcaktı. Çevredeki tek gölge, baranite ağacının altıydı. Tahtadan bebeğini ninni söyleyerek uyutmaya çalışırken, bir çıtırtı duymuştu, Alice. Başını kaldırınca, ağacın çalımsı dalları arasından sarkmış, usul usul hareket eden, kıvrılıp düzelen ince uzun bir şey görmüştü. Yılan sanmıştı önce. Dikkatli bakınca üzerinin tüylerle kaplı olduğunu fark etmişti.

Telaşla yere düşürdüğü bebeğini alıp kaçmaya hazırlanırken, bu kez tepesinde daha büyük bir hareket olmuştu. Kuyruğun sahibinin doğruluşunu ve dalın üzerine oturuşunu izlerken, donakalmıştı Alice.

Karnı beyazdı. Kürkü sırtına doğru kızıllaşan beneklerle kaplıydı. Benekler… Benekler… Yüzünü, ayaklarını, sırtını, kuyruğunu kaplıyor; boşluk bırakmadan ve birbirlerine dokunmadan tüm gövdesine yayılıyorlardı. Her biri eşsiz ve birbirini tamamlayan yüzlerce ilahi göz gibi Alice’in bakışlarını esir almış, kızı büyülemişlerdi.

Yüzdeki benekler arasından bir ağız açılmış ve üst çenenin iki yanında vahşi sivri dişler parıldamıştı sonra. Pembe bir dil, bembeyaz bıyıkların arasından ağır ağır uzamış, şöyle bir yalanıp geri kaçmıştı.

Alice hayatında ilk kez o an, ölümün soluğunu ve yaşamın ne muhteşem bir şey olduğunu hissetmişti. Korkmamıştı leopardan. Öyle güzel, öyle kusursuz, öyle sakindi ki; kaçmayı, ondan biraz olsun uzaklaşmayı aklından bile geçirmemişti.

Leopar ayaklanmıştı derken. Pençelerini ağacın kabuğuna geçirerek usulca inmeye başlamıştı. Ağır, asil, dengeli. Alice ağzı açık seyretmişti bu devinimi. Altından kutsal kitap sayfaları gibi inmişti yeryüzüne, leopar.

Uzayıp giden çorak arazi, ufuk çizgisi, baranite ağacı, hepsi silikleşmiş, önemsizleşmişti. Evrenin tüm gizleri leoparın beneklerinde toplanmış, Alice’e doğru akmaya başlamıştı. O an orada bulunduğu, leoparla aynı havayı soluduğu, varlığına tanıklık ettiği için şükranla dolmuştu.

Alice’in yanağından kayan gözyaşı damlası ile leopar aynı anda toprağa inmişti. Alice, onunla göz göze gelince elindeki tahtadan bebeği bir kez daha yere düşürmüştü. Leopar yaklaşıp, bebeği koklamış, sonra Alice’e yönelmişti.

Alice’in minik kalbi, göğüs kafesini adeta yumruklayarak, kaçması için yalvarıyor, ayakları ise toprağa kök salmış gibi kıpırdamadan öylece duruyordu.

Leoparın burnu Alice’inkine değmek üzereydi artık. Bıyıklarını yanaklarında, soluğunu yüzünde hissediyordu. Beneklerin ortasında iki sarı göz, mıknatıs gibi onu içine çekiyordu. Gözlerinin ortasındaki iki siyah noktacığa tutunuyordu Alice. Yoksa çoktan kaybolup gitmiş, leoparın beneklerinden birine dönüşmüştü.

Leopar bir kez daha yalanmıştı. Alice, ona dokunmak için dayanılmaz bir arzu duymuştu o an. Elini kaldırmıştı. Ama leopar çevik bir hamleyle kurtarmıştı başını. O sırada annesinin çığlığı duyulmuştu uzaktan. Leopar son kez bakmıştı Alice’e. Birbirlerine gülümsemişlerdi. Evet, öyle olmuştu.

Ve leopar koşarak uzaklaşmıştı.

Annesi Alice’i göğsüne bastırıp saatlerce ağlamıştı baranite ağacının altında. Onu nasıl yalnız bıraktığına sızlanıyor, kızını ona bağışladığı için Tanrı’ya şükrediyor, Alice’in, sırılsıklam ettiği saçlarını hiç durmadan öpüp okşuyordu.

Alice de ağlıyordu. Gözbebekleri, benekleri, yukarıdan aşağı dalga dalga akışı, yalanışı gözünün önünden gitmiyordu leoparın. Tanrı’ya leoparı yaratmış olduğu için teşekkür ediyor, bir var oluşun nasıl olup da bir başka varlığı böylesine tutkuyla okşayabildiğine akıl sır erdiremiyor, onu şimdiden deli gibi özlüyordu.

O günden sonra Alice’in içi içine sığmadı. Bir gözü hep dışarıda, aklı hep bir karış havadaydı. Leoparla olduğu kadar hiçbir erkekle (arada annesinin izniyle James’in motosikletine binip, beline sarılışlarını saymazsak) yakınlaşmadı.

***

James, John Amca’nın arazisine kadar asfaltın yanındaki toprak yolu takip etti. Çiftlik evine giden patikaya saptı. Ve evi geride bırakıp arazide ilerlemeye koyuldu. Motosikletin ön tekerleği taşlara çarpıp havalandıkça, Alice James’e daha sıkı sarılıyor, bundan hoşlanan James motoru daha da sert kullanıyordu.

“Duuur” diye bağırdı, Alice. Parmağıyla çorak arazinin ortasındaki baranite ağacını göstererek. Motordan indiler. Alice ilk o zaman fark etti, James’in gözlerinin leoparınkilere benzediğini.

Birlikte ağacın altına yürüdüler. Alice yerden bir kuru dal parçası aldı. Ağacın gövdesine yaslanarak, o gün tahtadan bebeğini nasıl emzirdiğini anlatmaya koyuldu.

Bir çıtırtı işitti Alice. Ağzı açık başını yukarı çevirdiğinde, leopar hikayesini daha önce defalarca dinlemiş James’i dalların arasında gördü.

Gülümseyerek anlatmaya devam etti. O anlatırken James uzanmakta olduğu dalın üzerine oturdu. Dört ayak üstünde ağacın gövdesine, oradan da ağır ağır, toprağa indi.

Alice heyecandan elindeki sopayı düşürdü. James eğildi. Sopayı kokladı. James yaklaştıkça Alice’in minik kalbi, göğüs kafesini adeta yumruklayarak, kaçması için yalvarıyor; ayakları ise toprağa kök salmış gibi kıpırdamadan öylece duruyordu.

James’in burnu Alice’inkine değmek üzereydi artık. Sakallarını yanaklarında, soluğunu yüzünde hissetti Alice. James’in gözleri mıknatıs olmuş, Alice’i içine çekiyordu. Gözlerinin ortasındaki iki siyah noktacığa tutunuyordu Alice. Yoksa çoktan kaybolmuş, James’in siyah derisine karışmıştı.

James pembe dilini çıkarıp dudaklarını yaladı. Alice, ona dokunmak için dayanılmaz bir arzu duydu. Elini kaldırdı. Ama James çevik bir hamleyle kurtardı başını.

Leopar ve James aynı anda baktılar Alice’e. Alice James’e gülümsedi. Evet, öyle oldu. Ve leopar koşarak uzaklaştı yanlarından. Tozu dumana katarak… Beneklerini döke döke…

Alice hıçkırarak boynuna sarıldı James’in. Arkada uzanan çorak arazi, ufuk çizgisi, baranite ağacı, leoparın hayali… Birer birer silikleşti.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

ALTIN SABAH

O sabah, hiç sabaha benzemiyordu. İstanbul aydınlanamamış, silueti sulu boya gibi dağılmıştı. Gökyüzünün ağzından burnundan buhar çıkıyordu; maviyi unutmuş, buluta üşenmiş, geceyi kaçırmıştı. Boğaziçi zeytinyağlaşmıştı.

YARADILIŞ

“Sırtım Kule’ye, yüzüm Haliç’e dönük” demişti, son mektubunda. “Denizle karanın, yeryüzüyle gökyüzünün, yaşamla ölümün kıyısında; bitkin ama onurlu bir binanın çatı katındayım. Bu arafta kendimi buldum ben; ikimizden biri yıkılana kadar buradayım.” Günlerdir onu arıyordu.

MASALCI TEYZE

Aslında hayallerimin birer birer gerçekleştiği günlerdi. Yani en mutlu olmam gereken zamanlar… Üniversiteden mezun olduğum hafta işe girmiştim. Mütevazi maaşım şehrin merkezindeki asırlık bir apartmanda, iki göz odalı, ufak bir daire kiralamama yetmişti. Öğrencilik yıllarımda fırsat buldukça daldığım ara sokaklardan birindeydi yeni evim. Beyoğlu’nun afallatan, düş kurdurtan, küf ve tütsü kokan esrarengiz sokaklarından birinde… Dar, kısa bir yokuşun sonunda.

BOĞAZİÇİ NİN BÜLBÜLÜ

Boğaziçi, bir zamanlar özü su, ışık, bülbül sesi ve sazdan oluşan kendine has, tılsımlı bir alemdi. Bu alemin halkı yalı adı verilen dantel gibi işlenmiş ahşaptan, çok odalı konutlarda yaşardı. Boğaziçi’nin kıyısında yan yana boy vermiş yalılar; ön cephelerini usul usul okşayan tuzlu suyun gündüz güneş, gece ay vasıtasıyla gönderdiği aşk elçisi ışık yansımalarının camlarından içeri süzülerek…

Tgumusay Yazar:

Tek Yorum

  1. Nil Doğan
    18 Şubat 2017
    Yanıtla

    Cok guzel icten samimi öyküler.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir