MAHALLENİN ÇOCUKLARI

MAHALLENİN ÇOCUKLARI

Babaannelerin babaanne, dedelerin ise dede olarak dünyaya geldiğini sananların çoğunluğu oluşturduğu bir mahallede yaşıyorlardı. Annelerin hep anne, babaların da oldum olası baba olduğu. Bakkal Niyazi anasının karnından kelebek gözlükleri ve kıvrık beyaz bıyıklarıyla çıkmış olmalıydı. Postacı Cahit şapkası ve çantasıyla… Necati Amca’nın 1976’dan beri aynı arabayı kullanmasında şaşılacak bir şey yoktu. Allah ömür verirse, bir kırk yıl daha sürerdi yeşil Reno’sunu.

Babalarının kendi sünnetlerini, annelerinin ilkokul anılarını anlatışlarını ne kadar gerçek dışı bulurlarsa, büyükannelerinin masallarına bir o kadar inanırlardı. Haberleri babalar izler, iskambil fallarını hülyalı ablalar açar, ipliği iğnenin deliğinden geçirmek için çocuklardan yardım istenir, yaz akşamüstleri annelerin araladığı perdeli mutfak pencerelerinden mis gibi kızartma kokuları yükselirdi.

Kapı önü basamaklarında evcilik oynamayı severdi kızlar. Yaz günleri Esma ya da Türkan evlerinden örtü getirirdi. Onun üstünde oynamayı daha bir severlerdi. Kolu, bacağı ya da bir tutam saçı eksik bebekler güzelce sarılıp uyutulurdu bir köşede. Yatınca gözleri kapanan, kalkınca kocaman masmavi açılan et bebek ise kucaktan kucağa dolaşır, pışpışlanırdı.

Ayça’nın pembe çay takımı gelince kırıtmalar başlardı. Fincanın sapı zarifçe parmak uçlarında tutulur, dudaklar büzülüp damaklar şaklatılarak anne taklidi yapılırdı.

Bir tek Nuran beceremezdi bu numaraları. Üst üste attığı bacaklarını titretirken çaydanlığı deviriverir, kolunu aniden geri atıp uyuyan plastik bebeğin göbeğini çökertir, gerçek bir anne gibi şefkatli konuşamadığından sessiz olması için ikaz edilirdi. Sıkılır, küserdi çabucak; ellerini göğsünde kavuşturur, kızlara sırtını dönüp, somurtarak caddeyi seyrederdi.

Oğlanlar top oynuyor olurdu o sırada caddede. Yol fena halde yokuştu; üst kaleyi alan kazanırdı hep. Diğer takım dışarı giden topları toplamaktan bitkin düşerdi çünkü. O yüzden devreli yapılırdı maçların çoğu. Bu sefer de ikinci yarı yukarıdaki kaleyi alan kazanırdı muhakkak. Haluk’a kahverengi kadranlı bir saat hediye edilmişti sünnetinde. Onun oynadığı günler dakika tutulurdu. Bir tek o maçlar adil ve çekişmeli geçerdi işte.

Adam yokluğunda Sedat da yer alırdı kadroda. Ufak tefekti. Şutları güçsüz. Kaleye koyarlardı onu. Sonra da azarlar dururlardı. Boyu kısa diye yerdi bazı golleri. Bazılarını ise top ilerideyken kızların evcilik oyununu seyre daldığından. Golü yediğine değil de her defasında yokuşun bitimine kadar koşup arsadan topu getirmek zorunda kalışına yanardı Sedat. Bir lokma canı vardı, onu da bu dimdik yokuşta naylon bir topun peşinde teslim edecekti bu gidişle.

***

Yağmurlu bir gündü. Daha doğrusu arada yağmur çiseleyen, ılık bir gün. Kızlar Ayça’ların apartman merdivenlerinde tam kadro gün yapıyorlardı. Islanır diye anneleri örtü çıkarmalarına izin vermemişti. Bebekleri gazete kağıdına sarıp uyutmuşlardı. Esma ile Türkan ıslak toprağı mıncıklayarak kek yapıyor, bir yandan da bilmiş bilmiş diğer kızlara tarifini veriyorlardı.

Ayça, kapağını kaldırıp demliğin içini kontrol etti. Çayın demlendiğine kanaat getirmiş olacak, kucağındaki mavi gözlü et bebeği Nuran’a emanet edip fincanları doldurmaya girişti. Esma, üzerinde pudra şekeri niyetine bir tutam çimento tozu gezdirdiği keki servise hazır hale getirmişti. Türkan, keki kaldırıp basamağın ortasına koydu. Ayça son fincanı dolduruyordu.

O sırada aşağı mahalle ile yapılan maç kıran kırana devam ediyordu. Üst kale bizimkilerindi. Kalede yine Sedat vardı. Maçın başında topu içeri tokatlayarak yediği gole hiç kimse sesini çıkarmamıştı. Ama tıngır mıngır kendisine sunulan geri pası ayağının altından kaçırıp canla başla mücadele eden takımını iki farklı geriye düşürünce tüm takım üstüne yürümüş, ağzına geleni söylemeye başlamıştı.

O öfke anında Haluk önce saatine bakmış, sonra bir hışım vurduğu topu kızların evcilik oynadığı basamağa doğru göndermişti. Nuran yaklaşan topu gözüne kestirmiş, bebeği apartman merdivenine fırlatıp dakikalardır, hatta günlerdir içinde büyüyen sıkıntının hıncıyla topa öyle bir vurmuştu ki, top mermi gibi hızlı ve dümdüz Haluk’un kucağına zınk diye oturmuştu.

Sedat ağlayarak oyundan çıkmak istiyor; kızlar Nuran’ın umursamadan fırlattığı et bebek tarafından ezilen keklerine, devrilen fincanlarına, ıslanan giysilerine ve saçı başı çamur içinde kalan bebeklerine bakarak çığlık çığlığa bağırıyor; Haluk, soluğunu kesen bazuka karşısında şaşkın, büyümüş gözlerle Nuran’ı seyrediyor; Nuran bir daha kendisini kolay kolay oyuna almayacağını bildiği kızlarden özür mü dilese, dönüp arkasını evine mi gitse bilemiyordu.

O sırada Bakkal Niyazi dükkanın kapısındaki tabureye oturmuş kelebek gözlüklerinin üstünden gazetesine göz atıyor, Necati Amca yeşil Reno’sunu çalıştırmış, hareket etmeye hazırlanıyor, Postacı Cahit çantasını sallayarak yokuşu çıkıyordu. Üçü de son bir dakika içinde olup bitene tanık olmuşlardı. Postacı Cahit:

“Sedat’ın yerine Nuran’ı alsanıza oyuna.” diye bağırdı. “Hepinizden sert şut çekiyor kız, baksana.”

Çocuklar önce şapkasını geri yatırmış Postacı’ya, sonra birbirlerine baktılar. Şaka mı yapıyor, ciddi mi söylüyor anlamaya çalıştılar. Necati Amca frene bastı. Başını camdan çıkarıp:

“Cahit doğru söylüyor.” dedi. “Kızın içinde var, bırakın oynasın. Kaleye bile koysanız, o boyla Sedat’tan daha fazla top çıkarır.”

Bakkal Niyazi: “Sedat’ı da zorlamayın artık. Çocuğun içinde yok, kibarlığından oynamaya uğraşıyor, üstüne de bir araba laf işitiyor, her defasında.”

Çocuklar bir kez daha bakıştılar. Haluk başını salllayarak ikna olduğunu belli etti. Diğerleri de itiraz etmedi.

***

Beş dakika sonra Nuran kalede panter gibi oradan oraya sıçrayarak iki mutlak golü kurtarmış, oyunu hızlı ve sert vuruşlarla kurarak, takımının beraberliği yakalamasını sağlamıştı.

Sedat, yaşaran gözlerini kolunun tersi ile silerek kendisini evcilik oynamaya çağıran kızların yanına gitmiş, fincanın sapını zarifçe parmak uçlarından tutmuş, dudaklarını büzerek çayını höpürdetiyordu. Esma ile Türkan’ın kek tariflerini ilgiyle dinliyor, arada nazik sorular soruyor, çamurdan pastanın üzerine çimento tozu dökerek onlara yardımcı oluyordu.

Yağmur tamamen dinmişti. Pırıl pırıl bir gökkuşağı mahallenin üstünde neşeli bir yay çiziyor, yükselen çocuk cıvıltılarına eşlik ediyordu.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

ÖĞRETMEN DEDEM

Babası ile yemekhanenin kapısında buluşuyorlar. Ders başlayıncaya kadar okul bahçesinde sessizce yürüyorlar. Çocuğun boğazında bir yumru çıkmış sanki. Yutkunamıyor. Gece boyunca defalarca provasını yaptığı özürler, açıklamalar, yakarışlar bir türlü sese dönüşüp dudaklarından dökülemiyor. Bir ara göz göze geldiklerinde, hayatında ilk kez babasının onunla gurur duyduğunu hissediyor. Belki boğazındaki yumru, belki de o bakış konuşmasına, eve dönmek istediğini söylemesine engel oluyor.

MEZAT KAHVEHANESİ

Madam, bu koku biblosunu dış kapıya yakın bir yerde bulundurur, üstteki tabağa bolca lavanta yağı doldurturmuş. Mum alttan ısıttıkça mis gibi lavanta kokusu evin hem içine hem dışına dalga dalga yayılır, içerideki kızların moralini yükselterek duruşlarını canlandırır, tek tek evleri dikizleyip…

SEV BENİ

Kemancı coşmuştu: “Sözler eksik bizde Yenge. Bundan sonrası sende…” Kadın, bakışlarını Erkek’e kilitledi. Sanki sözleri o yazmış, besteyi o yapmış, şimdi de şarkısını taş plağa kaydediyordu. Alay eder gibi başlıyor, yemin eder gibi bitiriyordu. Gözleri Erkek’ten başkasını görmüyordu.

HAMAL

Küfesiyle yatırların kapısında beklerdi. Kesme şekerini, tuzunu, pirincini, gözyaşını türbede bırakan kadınlar, dileklerini fısıldayıp, dualarını tamamladıktan, avuçlarıyla yüzlerini sıvazladıktan sonra…

Tgumusay Yazar:

2 Yorum

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir