GÜNDÜZ GÖLGELERİ

GÜNDÜZ GÖLGELERİ

“Hava kararırken neden sen de kararırsın be Hilmi?”

“Ne bileyim, Ekrem Kardeş. Boğaza kül rengi düştü müydü, tam şurama (eliyle karnını gösterdi) koçan gibi bir şey saplanır da kanırtmaya başlar içerden.”

“İçine attıkların beslenir demek karayla. Söyle ki derdini, aksın paçandan denize.”

“Derdimi yutalı çok oldu be Ekrem. Derdim kanıma karıştı gayri, benle bir oldu. O aksa ben de duramam giderim peşinden.”

“Anlamaz mısın güzel hemşehrim, içindeki karanlık dışardaki karanlıkla bir oluyor, senle değil. Sök at o haini içinden.”

“Dile kolay tabi. Velev ki, imkan olsa da söksem atsam, öyle bir boşalır ki içim, belki de bir şey kalmaz geriye Ekrem’im.” Cebinden filtresiz bir sigara çıkardı. Dudaklarına götürdü.

“Sancı başlayınca birkaç nefes duman basarım üstüne. Çok geçmeden duman da bir olur, Boğaz da. Balık da bir olur bulut da. O zaman benim koçan da bir olur mısır da.”

“Kendini kandırmak değil midir peki sisi dağıtacağına, dumanı çoğaltmak?”

“Koca şehir saklanıyor da, bana mı çok görüyorsun Ekrem? Yeryüzü her gün geceye gömülüyor da sen ne diye akşam akşam beni deşiyorsun?”

“Karanlık karanlığı çeker de ondan Hilmi Kardeş. Neden köyünde değil de en büyük şehirdesin? En medeni şehir, gecesi en aydınlık şehir değil mi? Şehirli insan derdine razı olmayıp, derman peşinde koşan değil mi?”

“Ben bu şehre medeni olmaya gelmedim ki Ekrem. Başka çarem olmadığından geldim. Başka çarem olmadığından hamallığa başladım. Başka çarem olmadığından karanlıkta tezgah açtım.”

“Başka çaresi olmayan yoktur Hilmi’m, belki de bu teslimiyet karartıyordur içini.”

“Benim aklım bu kadar çalışır hemşehrim. Sen söyle o vakit, ne yapayım?”

Ekrem, Hilmi’nin mısır arabasındaki maşayı yakaladı. Kazandan haşlanmış bir mısır çıkardı. Bir güzel tuzladı. Arkadaşına uzattı:

“Ye bakalım.”

Hilmi şaşkın şaşkın baktı önce. Sonra havada asılı bekleyen mısırı kabul etti. Bir ısırık aldı. Eskilerden bir tat oturdu genzine.

Henüz liseyi terk etmemişken, arkadaşlarıyla Boğaz’dan çıkıp tuzlu tuzlu mısır dişledikleri, gelene geçene güldükleri, gülerken dişlerine yapışan sarı mısır tanelerine daha da çok güldükleri yıldızlı bir yaz akşamı…

Bir ısırık daha aldı.

Sevdiğiyle sahilde turladıkları ilk gün. Elini omzuna ürkekçe koyuşu, kızın başını ona doğru hafifçe yaslayışı, ısırması için mısırını onun güzeller güzeli ağzına doğru uzatışı…

Rahmetli babasıyla evlerinin karşısındaki parkta, bir banka yan yana oturmuş mısırlarını dişlerlerken, babasının takma dişini çıkarıp, yapışan mısırları temizleyişi… Tütünün hepten kalınlaştırdığı sesiyle, kendisine genç yaşta ölen amcaoğlunun dul karısını münasip gördüklerini beyan edişi…

Babasını yitirdiği, ağzına bir şey koyamadığı günün akşamı arkadaşlarının güçten düşmesin diye ağzına tıkıştırdığı mısırın tespih gibi tane tane boğazına dizilişi…

Her kuruşunu alın teriyle kazanıp satın aldığı şu arabanın kazanında haşladığı ilk mısırı yerken gururla omuzlarının dikleşmesi…

Gözünü açtı. İşte o günden sonra, bir daha mısır yememişti. Hep haşlamış, hep satmış, hep kazanmış, hep biriktirmiş, hep taşımış, hep harcamış, hep okutmuş, hep büyütmüş ama bir kez bile mısır yememişti.

Şimdi arkadaşının uzattığı mısırın taneleri, içindeki koçanla buluştukça karnındaki sancı azalıyor; kim olduğunu özlemle hatırladıkça, gölgeleşmiş varlığı usul usul canlanıyordu.

Mısırın kalanını kendinden geçerek yedi. Tanelerini bitirdikten sonra koçanda kalan suyunu çocukluğunda yaptığı gibi iştahla içine çekti.

Ekrem’le göz göze geldiler. Gülümseyen dostuna mahcup ama memnun bir tebessümle karşılık verdi.

Karnını yokladı: Bir şeyciği kalmamıştı. İleri doğru bir adım attı. Şöyle bir gerildi. Elindeki boş koçanı var gücüyle boğaza fırlattı. Koçan, dalışa geçen bir karabatak gibi karanlık suda halkalar bırakarak kaybolurken, Hilmi’nin tepesindeki sokak lambası yandı.

Suda kendi yansımasını gördü. Ona uzun uzun baktı. Epey kocamıştı. Ama gözleri hala inceden parlıyordu. Elini göğsüne götürdü. Öne doğru eğilerek özür diledi. Yansıması da onun hareketlerini tekrarlayarak özürünü kabul etti. Karşılıklı gülümsediler.

Ekrem onları baş başa bırakma vaktinin geldiğini anladı. Başını kaldırdı. Az ileride, yanmayan bir sokak lambasının altında dikilen bir simitçi gölgesi fark etti. Ellerini cebine soktu. Ona doğru yürümeye başladı.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

DİŞİ KUŞ

Hacer’i Süleymaniye sokaklarında uzun mantosu, başında örtüsü, elinde ekmek poşetiyle görseydiniz alelade biri sanırdınız. Dolgun pembe yanakları, zeytin siyahı gözleri, dışa basan küçük adımları onu Anadolu’nun pek çok mahallesinde yaşayan yüz binlerce kadından ayırt etmeye yetmezdi. Hacer de topluca gövdesini bir sağa bir sola yatırarak ağır ağır bakkala, pazara giderdi. Yolda eşe dosta rastladığında, laflayarak nefeslenmeyi severdi.

MAHALLENİN ÇOCUKLARI

Babaannelerin babaaanne, dedelerin ise dede olarak dünyaya geldiğini sananların çoğunluğu oluşturduğu bir mahallede yaşıyorlardı. Annelerin hep anne, babaların da oldum olası baba olduğu. Bakkal Niyazi anasının karnından kelebek gözlükleri ve kıvrık beyaz bıyıklarıyla çıkmış olmalıydı. Postacı Cahit şapkası ve çantasıyla…

KARA SEVDA

“Selam Luciba” dedi, Hasan. “Jasmine’i gördün mü?” Genç kadın açık renk avuçlarını açarak bembeyaz gülümsedi: “Yok, görmedim bugün hiç.” Kolkola yürüdüğü kız yavaşlamasına izin vermeyince son sözcüklerini başını geriye çevirip, sesini yükselterek sarf etmişti. Hasan saatine baktı.

GÜNEŞ TOPLAYAN KADINLAR

Körpecik gülümsedi kız. Deniz gibiydi o da; guruba karşı bir başka güzel. Dizlerine kadar suya girdiler. Bir avuç ışık aldı yaşlı kadın. Deniz’in güzel yüzüne doğru savurdu. Sonra iki elini tutarak güneş toplamayı öğretti ona. Güneşle gözlerini, bedenini, ruhunu yıkamayı… Birbirlerini güneşle sevdiler. Isıttılar.

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir