MİDYECİ

MİDYECİ

Bir martı geçti başının üstünden. O midye açtı.

Ay çekirdeği kabuklarının arasına iki telaşlı serçe kondu. O midye açtı.

Bir karabatak şıp diye suya daldı. O midye açmaya devam etti.

Tek gözü kör tekir, sarı lastik çizmelerine sürtündü. Hiç oralı olmadı. Bir midye daha açtı.

Hava serinledi biraz. Önündeki midye dağı yarı yarıya eridi. O sabırla açtı… Açtı…

Kaygan, minik et parçalarını sıyırıp çıkardı kara kabukların içinden. Kimi yavru ağzı. Kimi pembemsi. Kimi soluk benizli. İnsan teni gibi renk renk.

Kimi sıyrılıp kaçmış denize. Kabuğunun haberi yok.

Yağmur çiselemeye başladı. İsa Kaptan’ın verdiği naylon yağmurluğu geçirdi sırtına. Başına kapüşonunu taktı. Bir midye açtı.

Yağmur midye içlerini attığı leğenin suyunu taşırmaya başladı hafiften. O bir midye daha açtı.

Sonra bir midye daha aldı avcuna. Bu sefer açamadı!

Kabukların arasına bıçağın ucunu sokmaya çalıştı her zamanki yerden. Olmadı. Farklı yerlerden denedi: Önden, yandan, kökten… Adeta kilitlenmişti midye, en ufak bir açık vermedi.

Bıçak mı körleşti diye başka bir midye çekti aldı, yığının içinden. Onu tek hamlede açtı.

Bir tane daha. Onu da kolayca açıp, içini sıyırdı. Bir tane daha. Onu da…

Açılmayan midyeye geri döndü. Sımsıkı kapalıydı ağzı. Milim oynatamadı. Ne zaman açılmayan bir midyeyle karşılaşsa, eli ayağı titremeye başlardı.

Açılmayan midyeyi cebine koydu. Sırtını Anadolukavağı’na döndü.

Derin derin nefes alıp sakinleşmeye çalışarak, diğer midyeleri açmaya devam etti.

***

Anadolukavağı’nda doğup büyümüştü. Hayali babası gibi balıkçı olmaktı. Bir de Midyeci Hasan’ın kızı Munise ile evlenmek.

Babası sisli bir sabah denize açılıp bir daha dönmeyince, anası oğlunu da o kör Boğaz’a yedirmeyeceğine yemin ederek ilk hayalini soldurmuştu.

Askere gidene kadar anası ile kıyıda midye açmıştı.

İkinci hayali ise… Anasının cenazesi için askerden izinli geldiği gün, Midyeci Hasan’ın Munise’yi Balıkçı Sami’ye verdiğini haber aldığında yıkılmıştı.

Hemen yıkılmamıştı aslında. İnanmamıştı çünkü. Anasının öldüğüne inanmıştı da Munise’sinin başkasına varacağına inanamamıştı. Tabutu musalla taşında bırakıp, iskeleye koşmuş, Munise’yi her zamanki gibi teneke barakanın önünde, kardeşleri ile midye açarken bulmuştu.

Gözünde iri inci tanesi büyüklüğünde iki göz yaşı ile ayağa kalkmıştı Munise onu görünce. Çocukluğundan beri her bakışında “seninim” diyen gözbebekleri bu defa serçeler kadar ürkek, ondan başka her yöne kaçışıyordu. Az önceki midye gibi, Munise de o gün ağzını milim oynatmamıştı. Sela okunurken avcunu açmıştı bir tek: Midyeci’nin dev bir midyenin kalbinde bulduğu iri inciden yaptırdığı ve askere gitmeden önceki gece Munise’nin narin parmağına taktığı yüzük vardı içinde.

Onu gördüğü an her şeyin bittiğini anlamıştı. Yüzüğü almadan arkasını dönmüş, o gün annesi ile beraber hayallerini de toprağa gömmüştü.

***

Midyeleri hızlı hızlı açtı. Daha hızlı… Daha da hızlı… Sonunda bıçak yosunlu bir kabuğun ıslak yüzeyinden kaydı. Parmağını kesti.

Herhangi bir sıvıymış gibi kendi kanını emdi. Aklı, açılmayan midyedeydi. Döndü, tekrar eline aldı. Parmaklarının arasına iyice sıkıştırarak bıçağın sivri ucunu hırsla iki kabuk arasına dayadı. Bıçak kaydı. Elini bir kez daha kesti.

Canı yanıyordu. Annesinin cenaze namazında, yağmur damlaları yanaklarından süzülürken nasıl yandıysa öyle yanıyordu.

Birden öfkelendi!

Bıçağı kabukların arasına bıraktı. Ayağa kalktı. Açılmayan midyeyi bir kez daha kavradı. Kolunu gri bulutlara doğru, sonuna kadar açtı. Elindeki midyeyi bütün gücüyle beton zemine fırlattı.

Midyenin kabukları tuzla buz olurken ortasından beyaz, sert, parlak bir nesne çıktı. Sekti, yuvarlandı, az ötede durdu.

Beyaz nesne… İnciye benziyordu!

Birkaç adım atarak, başında durdu. Evet inciydi ve epeyce büyük gözüküyordu. Bu kadar irisini yalnızca bir kez, Anadolukavağı kayalıklarındaki dev bir midyenin kalbinde bulmuş ve…

Eğildi. Yüreği gümbürdemeye başladı. İnci… Altın bir halkaya mıhlanmıştı.

Bu… Bir yüzüktü… Ve ondan dünyada sadece bir tane vardı!

***

Ertesi sabah, gün doğarken midye çuvallarını bırakmak üzere kıyıya yaklaşan İsa Kaptan’a kendisini tekneye almasını işaret etti. İsa Kaptan şaşırdı. Çocukluk arkadaşı, otuz yıldır ilk kez kendisinden bir şey istiyordu. Hemen tekneyi durdurdu. Deniz dalgalıydı. Birkaç usta işi manevranın ardından rıhtıma yanaştı.

Onu en son cenaze dönüşünde taşımıştı. Ne o gün, ne de sonrasında tek kelime konuşmuşlukları vardı. İsa Kaptan otuz yıldır her sabah gün doğarken çuvalları fenerin dibine bırakır, akşamları temizlenmiş midye içlerini torbalarla geri alırdı.

Boğaz’ı sis basıyordu. İsa Kaptan dümeni Anadolukavağı’na kırıp gazı kökledi.

Midyeci gözlerini kısmış, karşı kıyıda yıllardır silmeye çalıştığı geçmişin izlerini arıyordu.

“Munise nasıl?” Sesi paslı bir kapı gıcırtısı gibi, sanki otuz yıl öncesinden, zorlanarak geliyordu.

“İyi.” diye yanıtladı İsa Kaptan, sigarasından derin bir nefes çekerken. “Geçen sene Midyeci Hasan’la damadını deniz aldı. Ama Munise iyi.”

Midyeci uzaklara bakmaya devam etti.

“Midye açıyo mu gene?”

“Senin gibi o da.” diye gülümsedi İsa Kaptan. Tek elini dümenden ayırıp, çocukluk arkadaşının omzuna koydu. “Başka bi şey yaptığı yok. Sabah akşam midye açıyo.”

Midyeci, teknenin önünde iyot kokulu rüzgara bağrını açarak heykel gibi durdu. Anasının cenaze günü kaskatı kesilen bedeninin, hava gören buzhane balığı gibi çıtır çıtır açılmaya başladığını duyumsadı.

İsa Kaptan daha yanaşmadan, Midyeci teknenin burnundan iskeleye atladı.

Teneke balıkçı barınaklarının yerine plastik kulübeler yapılmıştı. Munise, onlardan birine yaslanmış, başı önde midye açıyordu.

Saçları aklaşmış, elleri kızarıp şişmiş, gövdesi kalınlaşmıştı.

Aniden başını kaldırdı. Gözleri aynıydı!

Dizlerini tutarak, ağır ağır ayağa kalktı. Gözbebekleri yine serçeler gibi telaşlıydı.

Midyeci birkaç adım daha attı. Tam karşısında durdu. Sağ elini ağır ağır cebinden çıkardı. Sımsıkı sıktığı yumruğunu açtı. İncili yüzük, avcunun ortasında parladı.

Munise gülümsedi. Bıçağı midyelerin üstüne bıraktı. O da ıslak sağ elini cebine sokup, çıkardı:

Avcunun ortasında Japon yapıştırıcı vardı.

Kızararak gülüştüler. Munise’nin gözleri kalp gibi atarken yine “seninim” diye fısıldadı. Midyecinin ağzı, ateş görmüş midye kabuğu gibi ardına kadar açıldı.

Titreyen elleriyle avcundaki yüzüğü Munise’nin parmağına taktı.

Bu kez Munise’nin elini bırakmadı. Birlikte anasının mezarına doğru yürümeye başladılar.

Bir martı geçti başlarının üstünden. İki serçe yanlarında sekti. Bir karabatak şıp diye sudan başını çıkardı.

Alnı kırıştı Midyeci’nin. Aniden durdu Munise’ye dönerek:

“Nerden bildin yüzüğün beni bulacağını?” diye sordu.

Munise, başıyla iskele tarafını işaret etti. Midyeci o tarafa döndü. İsa Kaptan tekneyi halatla babaya bağlıyordu. El ele durmuş kendisine baktıklarını görünce kocaman gülümseyip el salladı. Munise’nin ince sesi Midyeci’nin kulağını gıdıkladı:

“Kabuğunun ağzını güzelce yapıştırıp, İsa Kaptan’a teslim ettiydim.”

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

BOĞAZİÇİ NİN BÜLBÜLÜ

Boğaziçi, bir zamanlar özü su, ışık, bülbül sesi ve sazdan oluşan kendine has, tılsımlı bir alemdi. Bu alemin halkı yalı adı verilen dantel gibi işlenmiş ahşaptan, çok odalı konutlarda yaşardı. Boğaziçi’nin kıyısında yan yana boy vermiş yalılar; ön cephelerini usul usul okşayan tuzlu suyun gündüz güneş, gece ay vasıtasıyla gönderdiği aşk elçisi ışık yansımalarının camlarından içeri süzülerek…

DERYA ANA

Derya Ana’yı sevmemiştim hiç. Ya da öyle olduğunu düşünüyordum. Onu bir sorun olarak görmüştüm. Bir sabah aynada karşıma çıkıveren küçük ama can sıkıcı bir sivilce. Beni rahatsız eden, zaaflarımı harekete geçiren, tuhaf biçimde yanından geçip gidemediğim bir ruh kemirgeni.

KOLYELER

Yeşilin içinde yürüdüler, yürüdüler… Çiğ düşmüştü otlara. Ayaklarını ıslatacak kadar değil, ayakkabılarını parlatacak kadar. Saçlarına kelebekler kondu. Arılar neşeyle vızıldadılar etraflarında dört dönerken. Sanki çiçek sandılar onları, basbayağı kur yaptılar. Ağaçlar tatlı bahar meltemini bahane ederek dallarını eğdiler yerlere kadar.

YOL ARKADAŞI

Delikanlının başı tatlı tatlı dönmeye devam ediyor. Çay ocağından buharlar yükseliyor. Tesise park eden otobüslerin farları tipiyi belirginleştiriyor. Çaylar tazeleniyor. Aralıksız anonslar yapılıyor. Sözcükler arasında boşluk bırakmadan, tuhaf bir şiveyle, mikrofon ağıza sokularak yapılan bu konuşmalardan delikanlı hiçbir şey anlamıyor. Mustafa cama bakarak konuşuyor. Delikanlı uyuşmuş gibi… Mustafa’nın söyledikleri dahil her şeyi…

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir