YAZGI

YAZGI

Gece çözülürken çıkar sokağa. Gündüz henüz olmamışken. Yağmur dinmiş ama yerler sırılsıklam; gölgeler cisimlerle eşit belirginlikte, yansımalar sokak lambaları kadar parlakken.

Islak bir sokak köpeği kadar serseri, çöplükte eşelenen bir martı gibi aşağılık, sevgi arsızı bir kedi kadar yüzsüz olmayı sever o ıssızlığın ortasında.

Akıntıya kapılmış ölü bir istavrit gibi sürüklenmeyi… Sahipsiz bir kayık gibi çalkalanmayı… Poyrazın eteğine tutunmuş bir yağmur damlası gibi şehrin üstünde iradesizce savrulmayı…

Gece gizlenmeye gereksinim duyanlarındır. Gündüz kendini beğendirmeye çalışanların…

Sarhoşlar kusmuş, aşıklar susmuş, yazarlar yalanlarını uydurmuş, hepsi sızmıştır bu saatlerde. Sevişenler yalnızlaşmış, yalnızlar sevişememiştir yine. Bu dünyaya niçin geldiklerini asla öğrenemeyecekleri okullara gitmek üzere herkesten önce servisleri doldurmaları gereken uyku kokulu çocuklar mışıldamaktadır henüz.

Onlara kahvaltı hazırlarken hüzünlü gözleri dalıp giden, bütün bu fedakarlıkların bir hiç uğruna yapılıyor olabileceğini yalnızca sabahın ilk saatlerinde, henüz düşler dünyası ile bağları tam olarak kopmamışken sezen annelerin bile alarmlı saatleri çalmamıştır daha.

Ruhlarını, ödünç aldıkları kimliklere uydurmaya çalışanların en azimli olanlarıyla iş yerine en uzakta oturanları uyanmıştır yalnızca. Tek tük aydınlanmış buğulu banyo, mutfak camlarının gerisinde birilerinin işine yaramaya hazırlanmaktadırlar.

Şehir uğultusuz, Boğaz pervanesiz, yollar tekerleksizdir. Martılar sessiz, banklar sahipsiz, trafik lambaları işsiz…

İnsanı kendine götürebilecek bir vakittir, bu. Tek vakit.

Yeryüzüyle gökyüzünün, denizle kordonun mavinin aynı derin tonunda buluştuğu gibi; sarhoşla dindarın, katille çocuğun, kadınla erkeğin uyku aleminde kucaklaştığı gibi, insan da yazgısına kavuşabilir bu saatte.

El yordamıyla kendi yolunda ilerleyebilir. Hiç kimse farkında değilken yürüyor olmaktan, yolun nereye çıkacağını bilmiyor olmaktan ve bunların onu özgürleştiriyor olduğunu hissetmekten ağırbaşlı bir memnuniyet duyabilir.

İlerledikçe bu yürüyüşün tek şansı olduğunu daha güçlü kavrar. Bir tek bu saatlerde, nesnelerle doğanın iç içe geçip birbirinde eridiği, hiçbir şeyin kesinliğinin kalmadığı bu anlarda aslında dışarıdakinin ne kadar geçici, önemsiz ve etkisiz olduğu apaçık ortaya çıkar çünkü.

Dışarıdaki yalnızca içeridekinin yansımasıdır. Ve insanın yazgısı dışarıda değil içeridedir.

Geride bıraktıkları ve varacağı nokta önemini yitirir yavaş yavaş. O nereye basıyorsa var oluş oradadır. Nereye bakıyorsa, yansıma orada.

İçinden yükselen nefes, dışarı çıkar çıkmaz görünür olur. Güler geçer kendi dumanının içinden. Dışarıdan anlaşılmaz güldüğü. İçinden güler.

Kendi yolunda ilerlediğinden emin olur ansızın. Bundan nasıl emin olduğunu asla açıklayamayacağını ama bir sezgi olarak hep içinde taşıyacağını anlar. Çünkü kişi bir kez kendi yolunu buldu mu onu asla unutmaz. Başkasının yolunda kaybolmaz.

İçi içine sığmaz olur. Koşmaya hazırlanır. Tam o sırada uzunlarını yakmış bir araç, tekerlekleri ile yağmur sularını keskin bir makas gibi keserek tam karşıdan yaklaşır. Sert bir frenle yanı başında durur.

Minibüsün içi esneyen, soluk yüzlü çocuklarla doludur. Uyku kokusu şoförün camından sızarak yüzünü yalar.

Şoför camı indirir. Alnı ter içindedir. “Kusura bakma abi.” der. “Servis şoförü hasta bugün. Onun yerine ben kullanıyorum. Okulun yolunu bulamadım bir türlü. Tarif edebilir misin sana zahmet?”

Çocukların melek yüzlerine bakar önce. Sonra servis şoförünün yolunu yıllar önce kaybetmiş, panik haline.

“Okul onların içinde.” der. “Rahat bırakın çocukları. Kendi yollarını bulsunlar.”

Şoför başını iki yana sallayıp söylenerek camı kapatır. Gazı kökler. Lastikler ıslak asfalta tutunamadan havada birkaç tur döner.

Şoförün hemen arkasında, cam kenarında oturan çocuk konuşulanları duymuştur. Araç ileri doğru ok gibi fırlarken kaldırımdaki adama doğru usulcacık el sallar. O da elini kaldırıp, karşılık verir.

Yola çıkmak üzere olduğunu anlar çocuğun.

Ters yönlerde, kendi yazgılarına doğru ilerlerler.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

KARANLIK ODA

Haftalarca odasından çıkmadığı olurdu. Yarısı boş, hatıralarıyla birlikte duvarları da delik deşik olmuş, kocadıkça kararmış, nemlendikçe yosunlanmış, ceset gibi kokmaya başlamış bir hanın, en az kullanılan koridorunun ucundaki sığınağından.

TEZGAH

Yarım sandık eşyası, bir ufak kavanoz dolusu bozuk parası kalmıştı evde. Onlar da bitsin hele, sonra bohçasına aile albümlerini dolduracak, anılarını satmaya çıkacaktı. Çerçeve hediye edecekti almaya niyetlenen müşterilerine, fotoğrafları atmasınlar diye. Kendisi kurtulmak isterdi sahip olduklarından ama hiçbirinin çöp olmasına razı gelmezdi.

DİŞİ KUŞ

Hacer’i Süleymaniye sokaklarında uzun mantosu, başında örtüsü, elinde ekmek poşetiyle görseydiniz alelade biri sanırdınız. Dolgun pembe yanakları, zeytin siyahı gözleri, dışa basan küçük adımları onu Anadolu’nun pek çok mahallesinde yaşayan yüz binlerce kadından ayırt etmeye yetmezdi. Hacer de topluca gövdesini bir sağa bir sola yatırarak ağır ağır bakkala, pazara giderdi. Yolda eşe dosta rastladığında, laflayarak nefeslenmeyi severdi.

KARAVANA

Masadakiler, yemekhanede nadir çıkan kuru köftenin tadına doyasıya varabilmek için tek kelime konuşmuyor, iştahla lokmalarını çiğniyorlardı. Sarışın çocuk burnunu çekti. Sonra bir kez daha. Ali göz ucuyla onu izliyordu. Çocuğun omuzları şöyle bir kalkıp indi. Sonra bir kez daha… Hıçkırmaya başladı. Ali metal su bardağını doldururken bir damla gözyaşının yanık köftelerden birinin üstüne düştüğünü gördü.

Tgumusay Yazar:

Tek Yorum

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir