SOKAK MANKENİ

SOKAK MANKENİ

Arkadaşlarıyla yeni açılmış, pahalı bir içkili lokantada buluşmuştu. Biraz memleket meseleleri, biraz iş güç, biraz da çoluk çocuk üzerine lafladıktan sonra, her buluşmada tekrarladıkları üzere eski güzel günleri özlem ve şakalarla anmış, tam mekanla ve birbirleriyle aralarındaki mesafe kapanmaya başlamışken; önce aralarından biri huzursuz hareketlerle saatini kontrol ederek sohbete ara verilmesini beklemeye koyulmuş, onun peşi sıra diğerlerinin de birer birer eşlerini, çocuklarını, ertesi sabahki toplantı ve seyahatlerini mazeret göstermesinin ardından on beş dakika içinde masa boşalıvermişti.

Sona kaldığından bahşişi halletmek ona düştü. Lokantanın buğulu cam kapısını açan kibar garsonu başıyla selamlayıp, kendini tenhalaşmış caddede buldu. Hava buz gibiydi. Şidddetli rüzgar, sulu kar tanelerini iğne ucu gibi yüzüne batırdıkça canı yanıyordu. Caddedeki tek tük yaya, şemsiyelerine hakim olmaya çalışarak oradan oraya savruluyordu.

Köşedeki taksi, sinyal çakarak onu kısa yoldan sıcacık evine götürmeyi teklif etti. Yakalarıyla omuzlarını kaldırarak kulaklarını örttü, adımlarını hızlandırarak taksinin yanından geçti.

Böyle biraz üşüyerek, biraz ıslanarak tenha gecenin içinde kalma ısrarını sürdürmek hoşuna gitti. İlk sağdan dar bir sokağa, oradan daha sakin bir başkasına, oradan da sokak lambaları yanmayan bir diğerine, nereye gittiğini bilen biri gibi kararlı adımlarla saptı. Uzakta, giriş ışığı yanan bir apartmanın önünde bir karaltı sigara içiyordu. Bir an için duraksadı. Geri dönmek daha dikkat çekici olacaktı. Soluğunu tutarak, apartmanın yanından uygun adım geçti.

Duvarlara, kepenklere püskürtülmüş yazı ve resimler onu rahatlatıyor, kaybedecek şeyi kalmamış bölgeye sanatın, mizahın dokunmuş olması oraları biraz olsun nefes alınabilir hale getiriyordu.

Yaşadığı güvenli hayata yabancılaştığı için, ne istediğini değil ne istemediğini bildiği için oradaydı. Bu düşünce, kim olduğunu unuttukça içinde büyüyen özgürlük duygusu kendisini uzun zamandır olmadığı kadar iyi hissetmesine neden oluyor, ancak yosun tutmuş bir duvarın gerisindeki hurdalıktan gelen tıkırtı, metruk bir binanın kırık camından görünen alevler, karanlığın içinden yükselen havlamalar pişmanlık içinde bir an önce oralardan kurtulup, sıcacık evine ulaşmak için sabırsızlanmasına neden oluyordu.

Lambaları yanan bir sokağa adım attığında, bir apartmanın giriş katındaki aralık pencereden tanıdık bir reklam müziği yükselirken, kendi halinde yaşlı bir adamın meyhaneden mi camiden mi döndüğünü tahmin etmeye çalışırken, korkunun yerini serüven duygusuna bıraktığını memnuniyetle fark ediyor; o cesaretle, aydınlık geniş caddeye dönmek yerine dar ve karanlık bir başka ara sokağa sapıyordu.

İşte bir daha asla bulamayacağı o ara sokaklardan birinde rastladı ona. Depo girişi gibi görünen parmaklıklı bir kapının önünde, kırmızı bir yük arabasına yaslanmış bir vitrin mankeni, çırılçıplak, sırılsıklam dikiliyordu. Başı kel, tek eli kopuk, vücudu kusursuzdu. Sokakla esrarengiz bir uyum içindeydi. Yaralı, cezalı, hikayeli, cesur ve çekici. Sağ elini kaldırmış, sokağına girme cesaretini gösterecek birini bekliyordu.

Ağır ağır ilerledi, karşısında durdu. Uzun uzun baktı. Konuşmayacak olmaları ne iyiydi. Çantasını kırmızı yük arabasına bıraktı. Mankene bir adım daha yaklaştı. Tek kolu kendiliğinden beline sarıldı. Parmaklarını, kopuk elinden başlayarak ıslak kolunda gezdirdi. Yanaklarını okşadı. Çenesini… Dudaklarını. Parmaklarını çekti. Dudaklarını, mankenin sert, soğuk, ıslak dudaklarına bastırdı. Diğer eli de çıplak bedeni sardı. Sımsıkı…

Kim bilir ne kadar öyle kaldılar. Rüya bile gördü o sırada. Sonra bir üşüme geldi. Titreyerek ayrıldı mankenden. Geriye doğru bir adım attı. Üstüne başına çeki düzen verdi. Yük arabasına bıraktığı çantası ilişti gözüne. Aldı. Bir adım atıp uzaklaşmaya yeltendi. Karar değiştirip durdu. Geri döndü. Çantasını sol eline aldı. Diğer eliyle mankenin yanağını bir kez daha okşayarak vedalaştı.

Hızlı ve suçlu adımlarla sokağı terk etti.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

GÜLLÜ

Seyyar satıcıları saymazsak renksiz bir cumartesiydi. Simit peşinde rıhtımla vapurlar arasında uçuşan martıların beyaz kanatları, uzaktan bakılınca denize düşen kar tanelerini andırıyordu. Haydarpaşa Garı, sargılar içindeki kulesi ve yamalı gövdesiyle göz göz pencerelerini güçlükle açıp kapıyor, artık koynuna tren almak için çok yaşlı olduğundan yakınıyordu.

FEYLESOF YUSUF

“İnsan en çok ağlarken insan olur.” der Feylesof Yusuf. “Gözyaşı insanın özüdür.” Elini kalbinden yüzüne götürür. İşaret parmağını göz pınarına bastırır. “Burukluğunu, pişmanlığını, özlemini, acısını birkaç damlaya dönüştürdüğünde kişi -ki en büyük mucizelerinden, en akıl almaz üretimlerinden biridir bu- yüreği eskisi gibi bir kaya parçası değildir artık. Su veren bereketli bir topraktır. Suyla toprak varsa şefkat vardır. Umut vardır. Hayat vardır, hayat!”

SARI MELAHAT

Sirkeci Garı’nın önünden geçerlerken Bedri duraksıyor. Yavaşlamasının nedeni, garın kapısına yaslanmış hüngür hüngür ağlayan genç köylü kadın… Arkadaşlarına ufak bir işi olduğunu, beş dakika sonra Sarayburnu’ndaki çay bahçesinde onlara katılacağını söylüyor. Daha önce de İstanbul’a ayak basar basmaz paniğe kapılan pek çok taşralıya el uzatmışlığı var, gar çevresinde.

YALNIZLIK

Siyah pardösüsü ile gece yarısı ışıksız sokaklarda yok oluvermekten hoşlanır. Metruk binaların buz gibi tırabzanlarını tutup, kırık basamaklarını tırmanmayı… Sahibiyle birlikte aklını da yitirmiş is kokulu odalarda dolaşmayı… Sanayi mahallelerinde ansızın köpek çetelerinin ortasında kalmayı… Sırtından beline doğru misket gibi soğuk ter damlalarının inmesini…

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir