SARI MELAHAT

SARI MELAHAT

Yıl 1944. Soğuk bir sonbahar akşamı. Hava her zamankinden erken kararmış. Sabah başlayan yağmur kesintisiz devam ediyor. Şemsiye ve şapkalar altından akan insan seli, parke taşlı yollardan Eminönü Meydanı’na dökülüyor.

Babıali yokuşundan inen gazetecilerle öğrenciler; Sirkeci garından dağılan yolcular; Tahtakale’den, Mahmutpaşa’dan, Sultanhamam’dan, Mercan Yokuşu’ndan içi dolu torbalarla, çuval ve küfelerle ağır aksak dönen işportacılar, tüccarlar, hamallar; iş çıkışı alışveriş için Mısır Çarşısı’na uğrayan vatandaşlar; otobüs duraklarında kuyruk bekleyenler; iskeleye yönelenler; balıkçı leğenlerinde yüzen palamutları seyredenler; hava soğudukça yakarışları yükselen dilenciler; köpeklerle yan yana saçak altlarına sığınmış seyyar satıcılar; ıslanmasın diye biletlerini koyunlarına saklayan milli piyangocular… Hepsi de meydanın kördüğümünden bir an önce kurtulup, kendi yollarına gitme telaşındalar.

Galata Köprüsü’ne çıkmak üzere yolun karşısına geçmeye hazırlanan Gazeteci Muzaffer Bey, Yeni Cami’nin kapısının önünden geçerken evde kahve kalmadığını hatırlıyor. Aniden karar değiştirerek Mısır Çarşısı’na doğru adımlarını hızlandırıyor. İçinden “belki on beş, yirmi dakika kaybederim ama Kurukahveci Mehmet Efendi’den tazecik kahve çektirim” diye geçiriyor.

Mısır Çarşısı’nın kemerli girişinde, cüce piyangocunun yanında dikilen on beş yaşlarındaki çelimsiz gazeteci, Muzaffer Bey’in dikkatini çekiyor. Narin başı kemikli omuzları arasına gömülmüş çocuk, koltuğunun altında kalınca bir deste Yeni Sabah tutuyor. Çıplak ayakları ıslak kaldırım taşıyla bütünleşmiş; mermerden bir heykele aitmiş gibi görünüyor.

Muzaffer Bey’in gönlünden gazete almak geçiyor. “Kahvenin yanında iyi gider, hem çocuğa da hayrım dokunur”, diye düşünüyor. Ama sağ elinde akşam çalışmak için eve götürdüğü dosyalarla dolu evrak çantası, sol elinde şemsiyesi var. Kalabalığın ortasında ıslak şemsiyeyi kapayıp, cüzdanı çıkarmak kolay değil. İnsanlar zaten birbirine sürtünerek, güç bela ilerliyor. Yaya trafiğini aksatıp, daha fazla itilip kakılmamak için gazete almaktan vazgeçiyor.

Birkaç adım sonra Muzaffer Bey’in gerisinde bir patırtı kopuyor. Arkasını döndüğünde, gazeteci çocuğu iri yarı bir adamın bacağına sımsıkı sarılmış halde buluyor. Adam, diğer ayağı ile çocuğu tekmeleyerek kendini kurtarmaya çalışıyor. Çocuk inatçı ve göründüğünden çok daha kuvvetli. Saçı başı çamur içinde kalmış ama adamın paçasını bir türlü bırakmıyor. Gazeteler yere saçılmış. Üstlerine basan basana… Adam ağıza alınmayacak küfürler savuruyor. Çocuk kısa bir an için dişlerini sıkmayı bırakıp Muzaffer Bey’e dönerek: “Bey amca cüzdanın!” diye bağırıyor.

Muzaffer Bey’in pantolonunun arka cebini kontrol etmesi ile betinin benzinin atması bir oluyor. İçinde kimliklerinin yanı sıra, ertesi sabah bankaya yatırmak üzere taşıdığı beş bin lira bulunan cüzdanın yerinde olmadığını fark ediyor. Boğuk bir sesle: “Yakalayın! Hırsız!” diyebiliyor.

Neyse ki, etraflarındaki üniversiteli grupla hamallar derhal durumu idrak ediyor. Hamallar yankesiciyi kıskıvrak yakaladıkları gibi ceplerini aramaya koyuluyorlar. Çok geçmeden ceketin yan cebinde Muzaffer Bey’in cüzdanını bulup, sahibine teslim ediyorlar. Aynı anda üniversiteliler bir trafik polisi ile çıkageliyorlar.

Muzaffer Bey ve yolda isminin Bedri olduğunu öğrendiği gazeteci çocuk, karakolda içlerini ısıtan birer bardak çay eşliğinde ifade veriyorlar. Çıkışta Muzaffer Bey Bedri’yi kolundan yakalıyor. Bir kez daha minnet duygularını ifade ederek cebine yüklü bir miktar bahşiş sıkıştırıyor. Bedri önce bahşişin tamamını reddediyor. Uzun bir çekişmenin ardından Muzaffer Bey’in ısrarlarına dayanamayarak ziyan olan gazetelerin tutarı kadar parayı alıp, gerisini iade ediyor.

Bedri’nin gözüpekliğinden, dürüstlüğünden ve adalet duygusundan çok etkilenen Muzaffer Bey, muhakkak babası ile tanışmak istediğini söylüyor. Bedri bir çırpıda; babasını iki yıl önce kaybettiklerini, o ölünce orta ikinin yarısında mecburen okulu bırakıp çalışmaya başladığını, annesi ile Süleymaniye’de bir göz odada yaşadıklarını anlatıyor.

Muzaffer Bey o gece Bedri’yi bırakmıyor. Birlikte Bedri’nin Süleymaniye’deki evlerine gidiyorlar. Annesi oğlunun çamur ve sıyrıklar içinde kalmış yüzünü kandil ışığında ağır ağır temizlerken, nohut kahvesini yudumlayan Muzaffer Bey böylesine erdemli bir evlat yetiştirdiği için kadına övgüler yağdırıyor. Kahvesini bitirip fincanı tabağa yerleştirirken, Bedri’yi artık manevi oğlu saydığını, bundan böyle harçlığını ve okul masraflarını bizzat kendisinin karşılayacağını, Bedri gibi kıymetli bir çocuğun muhakkak tahsil görerek vatana, millet fayda sağlaması gerektiğini söylüyor. Bedri yine mahcup bir ifade ile itiraz etmeye yeltenirken, annesi göz yaşları içinde avuçlarını açıp, Muzaffer Bey’e dua etmeye başlıyor.

***

Yıl 1948. Pırıl pırıl bir bahar günü. Bir grup son sınıf öğrencisi ellerinde lise diplomaları, şakalaşarak Cağaloğlu yokuşundan aşağıya iniyorlar. Aralarında Bedri de var. Boğaz tarafından esen tuz kokulu rüzgar, delikanlının kahküllerini uçuşturuyor, geniş alnını tatlı tatlı okşuyor. Bedri kendini hiç olmadığı kadar hafif hissediyor o an. Bir martı gibi kanatlanmak, şehirhatları vapurunun bacasına konmak, Galata Kulesi’nin etrafında turlamak istiyor.

Sirkeci Garı’nın önünden geçerlerken Bedri duraksıyor. Yavaşlamasının nedeni, garın kapısına yaslanmış hüngür hüngür ağlayan genç köylü kadın… Arkadaşlarına ufak bir işi olduğunu, beş dakika sonra Sarayburnu’ndaki çay bahçesinde onlara katılacağını söylüyor.

Daha önce de İstanbul’a ayak basar basmaz paniğe kapılan pek çok taşralıya el uzatmışlığı var, gar çevresinde. Sucu çocuğa bir tas su doldurtup, yüzünü elleriyle örtmüş, omuzları inip kalkan kadına yaklaşıyor.

Konuşacak durumda olmayan genç kadına suyun yarısını içirtiyor. Kalanıyla elini, yüzünü yıkamasını söylüyor.

Kadın biraz kendine gelince duru güzelliği meydana çıkıyor. Hıçkırarak anlatmaya başlıyor. İsminin Fatma olduğunu, köyünden kaçmak zorunda kaldığını, İstanbul’un kim kime dum duma koskoca bir şehir olduğunu işittiğini, izini bulamasınlar diye geldiğini… Ama ayak bastığı andan itibaren bu kargaşada değil yaşamak, nefes dahi alamadığını… Evine de bir daha asla dönemeyeceğini… Bedri gelmeden önce, kendini trenin önüne atmayı bile düşündüğünü sıralıyor.

Bedri kadının kah ürkekleşen, kah meydan okuyan; kurbanlıkla asilik arasında gidip gelen dalgalı karakterinde, göz yaşlarının gizleyemediği pırıltılı bakışında, beline inen altın rengi saçlarında tuhaf bir cazibe, karşısındakine cesaret veren bir davetkarlık seziyor. Onu orada bırakırsa kurda kuşa yem olacağından endişeleniyor.

Fatma’nın ayaklarına yaslı bohçayı yerden kaldırırken: “Seni bizim eve götüreyim.” diyor. “Derdini anama anlatırsın. Ne yapacağına karar verene kadar da bizde kalırsın.”

Annesi kapıyı açıp karşısında ağlamaktan gözleri şişmiş genç kadını görünce ağzı bir karış açık kalıyor. Bedri annesinin boynuna sarılarak önce diplomasını gösteriyor, sonra da onu Tanrı misafirleri Fatma’yla tanıştıyor.

O gece aynı tencereden kuru fasulye kaşıklarlarken Fatma, Bedri’nin annesinin sıraladığı sorulara kaçamak yanıtlar veriyor. Bedri rahat konuşabilsinler diye iki kadını baş başa bırakarak, yemekten sonra dışarı çıkıyor.

Annesi ertesi sabah Bedri’nin yatağının ayak ucuna oturduğunda, olumsuz bir şeyler söyleyeceği zamanlar yaptığı gibi bir süre dudaklarını büzüp, kirpiklerini kırpıştırarak sessiz kalıyor. Sonra bir çırpıda; Fatma’nın bir dediğinin bir dediğini tutmadığını, rüyasında sabaha kadar bebek sevdiğini, kim bilir ne haltlar karıştırıp köyünden kaçtığını, başlarını belaya sokmadan tez zamanda bu ne idüğü belirsiz kadından kurtulmaları gerektiğini söylüyor.

Bedri annesinin sezgilerine sonuna kadar güvenen bir evlat. Öte yandan, yaptığı tek bir iyilik sayesinde büyün hayatının değiştiğini de asla unutmuyor. Fatma’yı kapının önüne koymaya vicdanının el vermeyeceğini söyleyerek, annesini birkaç gün daha sabretmeye ikna ediyor.

Fatma, Bedriler’in evinde kaldığı süre boyunca ev işlerine elini sürmediği gibi, döşeğini bile yerden kaldırmıyor. Bütün gün aynanın karşısında saçlarını tarıyor, kaşlarını artistler gibi inceltiyor, cam kenarına oturup sokaktan gelip geçeni süzüyor.

Fatma’nın akşam yemeklerinden önce uzun uzun süslenip, en alımlı elbiselerini giymesi, oğlu geldikten sonra evin içinde salına salına gezinmesi, Bedri’nin annesinin endişelerini büyütüyor. Artık genç kadına ne soru soruyor, ne de ev işlerinde yardımını istiyor. Mümkün mertebe konuşmuyor. Bedri, annesi ile Fatma arasında giderek büyüyen gerginliği, üzülerek takip ediyor.

Sonunda bir akşam, yemekten sonra annesinden Fatma ile ikisini baş başa bırakmasını rica ediyor. Yaşlı kadın isteksizce mutfağa gidip kapıyı arkasından sertçe kapayınca, Fatma’nın bakışı aniden değişiyor. Gözlerinde, onu gar kapısında gördüğü ilk günkü davetkar pırıltı beliriyor.

Bedri bakışlarını halının deseninden ayırmadan, genç kadına her zaman başının üstünde yeri olduğunu ancak artık yavaş yavaş bundan sonraki hayatında ne yapmak istediği konusunda bir karar vermesi gerektiğini; planını kendisine aktarırsa, ona yardımcı olmak için elinden geleni yapacağını söylüyor. Derin bir nefes aldıktan sonra, artık Fatma’nın misafir sayılmayacağını ekliyor ve evlerinde kaldığı müddetçe yaşlı anasına destek olmasını rica ediyor. Bakışlarını halıdan kaldırdığında Fatma’nın gözünün ferinin çoktan gitmiş olduğunu, çok geçmeden bedeninin de evlerini terk edeceğini anlıyor.

Ertesi sabah annesi telaş içinde Bedri’yi uyandırıp, Fatma’nın yatağının boş olduğunu söylüyor. Bedri uyku sersemi genç kadının kalmakta olduğu odaya girdiğinde, Fatma’nın gitmeden önce ilk ve son kez, döşeğini toplamış, çarşafını, yorganını katlamış olduğunu görüyor.

***

Yıl 1951. Beyoğlu’nda bir içkili lokanta. Muzaffer Bey ve Bedri sahne önü masalardan birine oturmuş, Bedri’nin üniversiteden, hem de üstün başarı ile mezuniyetini kutluyorlar.

Bedri artık yakışıklı, kültürlü, kendine güveni tam, ticarete atılmaya hazır bir genç erkek. Muzaffer Bey kadehini manevi oğlunun başarılarına kaldırırken, onunla gurur duyduğunu söylüyor. Cam bardakların göbekleri keyifle çınlıyor. Bedri içkisinden küçük bir yudum aldıktan sonra, hayatında iyi giden şeylerin tamamını Muzaffer Bey’le annesine borçlu olduğunu ifade ediyor.

Muzaffer Bey, başarısı ile birlikte alçakgönüllülüğü de her geçen gün artan delikanlıya sıcacık gülümserken: “Fazla tevazu gösterme, gerçek sanırlar” diye nasihat ediyor. “Sen henüz bıyıkları terlememiş bir çocukken borçlandım ben sana. Hayatındaki hemen her şeyin, her geçen gün daha iyiye gitmesinin sebebi de, faili de bizzat sen, kendinsin.”

Muzaffer Bey rakılarını tazeleyen ince bıyıklı garsona, o gece assolist olarak kimin sahne alacağını soruyor. Aldığı “Sarı Melahat” yanıtından son derece hoşnut, Bedri’ye dönüp: “Hanımefendiyi daha önce defalarca dinledim. Müstesna bir ses ve temaşa.” diyor.

Bedri hemen her konuda malumatı ve hayat tecrübesi bulunan Muzaffer Bey’e hayranlık ve minnetle gülümserken, Muzaffer Bey yan masada tek başına oturan genç adama laf atıyor.

Adamın dış görünüşü, hali, tavrı lokantadaki diğer müşterilerden oldukça farklı. Üzerinde yakası sararmış beyaz bir gömlek ve dikişleri patlak, rengi ağarmış, kahverengimsi bir ceket var. Yüz hatları gergin, davranışları tedirgin.

Muzaffer Bey’in sorularına isteksizce, kısa cevaplar veriyor. Konuşurken karşısındaki ile göz teması kurmuyor. Güç bela isminin Arslan olduğunu, bir şilepte çalıştığını öğrenebiliyorlar. Muzaffer Bey çok sayıda denizci arkadaşı bulunduğundan bahsederek, açık denizde hayatın ne denli zor, limanlardaysa bir o kadar eğlenceli olduğunu bildiğinden dem vuruyor. Son cümlesi esnasında Arslan’a göz kırparak kadehini uzatıyor.

Muzaffer Bey’in ardından, Bedri de kadehini tokuşturmak üzere uzandığında, sağ elini ceketinin yan cebinden çıkarmayan Arslan’ın alnının boncuk boncuk ter kaplı olduğunu fark ediyor. Adamın sıkıntılı halini, mesleği nedeniyle insan içine çıkmaya alışkın olmamasına bağlıyor. Yüz hatları ve mimikleri Bedri’ye hiç yabancı gelmiyor. Ama nereden tanıyor olabileceğini bir türlü çıkaramıyor.

Muzaffer Bey genç adamı rahatlatıp, eğlence havasına sokmak için sonraki kadehi birlikte içmek üzere masalarına davet ediyor.

Arslan kısa bir tereddütün ardından sandalyesini Muzaffer Bey’e doğru çeviriyor. O sırada Muzaffer Bey de tatlı diliyle; Sarı Melahat’in endamıyla, sesiyle sahneyi nasıl doldurduğunu, hele “Makber”i söylerken yalnızca yürekleri değil rakı kadehlerini bile tir tir titrettiğini anlatmaya koyuluyor.

Bedri, Sarı Melahat’in ismini duyunca Arslan’ın bakışlarının hepten donuklaştığını fark ediyor. Adamın çenesi seğirmeye başlıyor. Apar topar kalkıp, lavaboya gitmek üzere izin istiyor. Dönüşte sandalyesini kendi masasına çevirip, konuşmaya devam etmek istemediğini belli ediyor.

Bu sırada saz heyeti sahneye yerleşmiş. Kürdilihicazkar peşrev başlayınca Muzaffer Bey ile Bedri de sohbeti kesip, dikkatlerini musikiye veriyorlar.

Az sonra “İstanbul sahnelerinin taçsız kraliçesi” anonsu ile Sarı Melahat sahneye davet ediliyor. Ve alkışlar, coşkulu ıslıklar eşliğinde yeşil parlak elbisesi, altın sarısı saçları, ağır makyajı ile kadife perdenin arkasından çıkıp, sahnenin ucuna doğru salına salına yürümeye başlıyor. Yerlere kadar eğilerek seyircileri selamlıyor. Bedri bütün bunlar olup biterken, Arslan’ın tepkisizliğini sürdürdüğünü ve sağ elini hala cebinden çıkarmadığını gözlemliyor.

Sarı Melahat selamlama faslını bitirip yüzünü Muzaffer Bey’lerin bulunduğu tarafa doğru çevirerek ilk parçasını söylemeye başladığında, Bedri’nin ağzı bir karış açık kalıyor: “Sarı Melahat” lakaplı sanatçının aslında Fatma olduğunu, derhal fark ediyor.

Şarkının sonlarına doğru Fatma da Bedri’yi tanıyor. Bir an için buğulu bakışlarının gerisinde, garda karşılaştıkları günkü gibi bir pırıltı beliriveriyor.

Bedri, Fatma’nın fildişi rengi omuzlarını, hafif taşırılmış kırmızı rujunu, kalemle çizilmiş gibi incecik kalmış kaşlarını, dalga dalga savurduğu fönlü sarı saçlarını büyülenmiş gibi izliyor. Bütün bunların yanında, Sarı Melahat’a dönüşürken Bedri’ye göre en kıymetli özelliklerini; simasındaki duruluğu, yabanlıktan gelen cazibesini, gözlerindeki feri yitirdiğini fark ediyor.

Sarı Melahat ikinci şarkıda seyircilerin arasına iniyor. Lokantayı tıka basa doldurmuş neredeyse tamamı erkeklerden oluşan gruplar, coşkuyla tempo tutarak assolisti masalarına davet ediyorlar.

Sarı Melahat yan masaya ulaştığında, parfümünün rüzgarı Bedri’yle Muzaffer Bey’e kadar geliyor. Geçmişi hatırlatan biraz mahcup, biraz davetkar bir tebessüm eşliğinde Bedri’ye doğru yöneldiği sırada, Arslan kadını çıplak kolundan yakalıyor.

Sarı Melahat’in dudağını ısırmasından canının yandığı anlaşılıyor. Yine de bir terslik olduğunu belli etmeden hemen toparlanıp Arslan’a dönüyor. Ve şarkının kalan kısmını serenat yapar gibi kolunu sıkmaya devam eden adamın gözlerinin içine bakarak söylüyor.

Muzaffer Bey iyice keyiflenmiş, kadehini Bedri’ninkine bir kez daha vuruyor. Kulağına eğilerek: “Mesele şimdi anlaşıldı. Bizim gemici Sarı Melahat’a yanıkmış meğer!” diyor.

Aynı anda saz heyeti aranağmeye geçiyor. Ve Arslan, Sarı Melahat’ı kendine doğru çekip kulağına doğru avaz avaz bağırmaya başlıyor. Bedri, Arslan’a en yakın oturan kişi olarak bütün söylediklerini işitiyor.

“Kocanı dul, çocuğunu öksüz bıraktın. Yaşlı babamla anamı diri diri mezara kapattın. Ya şimdi benimle köye dönersin… Ya da bacım demem, canını alır, hepimizin namusunu temizlerim.”

Bunları söylerken Arslan’ın ağzından tükürükler saçılıyor, gözlerinde şimşekler çakıyor.

Bedri bir an için Muzaffer Bey’e dönüp, duyduklarını aktarmak istiyor. O sırada Fatma kolunu sertçe çekerek, ağabeyinin elinden kurtuluyor. Arslan’ın gecenin başından beri cebinde tuttuğu eli bir tabanca ile dışarı çıkıyor.

Arslan namluyu Fatma’ya doğru çeviriyor.

Sarı Melahat şarkıya girmeyince, olan bitenden habersiz saz heyeti aranağmeyi uzatıyor.

Bedri sekiz yıl önce, Muzaffer Bey’in cüzdanını çalan hırsızın üstüne atıldığı gibi, bu defa da Arslan’ı durdurmaya hazırlanıyor. Tabancayı, Arslan’ın yüzündeki kararlılığı ve Bedri’nin niyetini fark eden Muzaffer Bey, yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle Bedri’yi ceketinin yakasından yakalayıp, ayağa kalkmasını engelliyor.

Aynı anda silah ateşleniyor, Fatma’nın sarı saçlarını kızıla boyuyor.

Sazlar, müşteriler, garsonlar… Tüm evren kısa bir an için sessizliğe gömülüyor. Arslan zangır zangır titremeye başlıyor. Yere düşen silahın buz gibi metalik sesi lokantanın duvarlarında yankılanıyor.

Yakasını Muzaffer Bey’in elinden kurtaran Bedri koşup, Fatma’nın yere düşen başını kaldırıyor. Yavaşça dizine yaslıyor.

Kadın son nefesini verirken; Bedri’nin yıllar önce pırıl pırıl bir bahar günü gar kapısında karşılaştığı duru güzellik, avuçlarında tutmakta olduğu yüze ağır ağır geri dönüyor.

 

 

 

* Bu öykünün ana karakterleri Bedri ve Fatma, belirtilen tarihlerde İstanbul’da yaşamış ancak gerçek hayatta büyük olasılıkla hiç karşılaşmamışlardır. Reşad Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopesi’nde yaşam öykülerine ayrı ayrı yer verilen bu iki şahıstan Bedri hakkında elimize ulaşan yazılı son bilgi, üniversiteden başarı ile mezun olup ticarete atıldığı şeklindedir. Fatma ise öykünün son bölümünde olduğu gibi, Sarı Melahat takma adıyla sahneye çıktığı bir içkili lokantada kardeşi tarafından vurularak cinayete kurban gitmiştir.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

CANKURTARAN

Yalnızlıktan nefret eder. İnsanlardan daha çok. Karanlığı sevmez. Güneşi hele hiç. Bulutların, pişmanlıkların, isyanların insanıdır. Yeryüzünden çok gökyüzünün. Suyun üstünden çok altının. Nadiren, şafak vakti dışarı çıkar. Omzunda kamış oltası. Elinde yoğurt kovası. Kovanın içinde ağlı kepçesi. Boynunda yunus düdüğüyle. Tedirgindir. Balıkçı gibi görünmektedir çünkü. Oysa balıkçılardan nefret eder.

SAKIZ İLE CİNGÖZ

Kadırga’da bir evde yaşıyorlardı. İki kardeş… Sıradan ev kedilerinden değillerdi. Her şeyden önce evleri sıradan değildi. Dış cephesi kısmen yıkık, duvarlarının boyaları yaprak yaprak soyulmuş, merdivenleri çökük, ahşapları çürük tarihi bir konakta doğup büyümüşlerdi. Babalarının Mart aylarında Yenikapı ile Cankurtaran arasında turlayarak önüne gelene asılan, koca kafalı bir boş gezen olduğu söylenirdi.

İBRAHİM İN BALIKLARI

Kestanecinin lüks lambası altına dizdiği kestane kebaplar ve karşı tepede yükselen Süleymaniye Camisi altın rengi parlıyor. “İbrahim senin resmini çekeyim mi şurada?” Önce ne kast ettiğimi anlamıyor. Telefonu gösterince: “Olur” diyor. Eğilerek balık dolu şişeyi, kamış oltayı ve naylon torbayı yere bırakmaya yelteniyor. “Yok.” diyorum. “Onları da yanına al ki, ne kadar sıkı bir balıkçı olduğunu belgeleyebileyim.”

BEYAZ DAVET

Size mucizeden bahsetmiyorum ki. Henüz bilmediğiniz bir varoluş evresinden söz ediyorum. Madem ki, Tanrısala ulaşmak sizin için bu denli önemli, gelin sizi Tanrı’nın katına…

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir