KOLYELER

KOLYELER

Yeşilin içinde yürüdüler, yürüdüler… Çiğ düşmüştü otlara. Ayaklarını ıslatacak kadar değil, ayakkabılarını parlatacak kadar.

Saçlarına kelebekler kondu. Arılar neşeyle vızıldadılar etraflarında dört dönerken. Sanki çiçek sandılar onları, basbayağı kur yaptılar. Ağaçlar tatlı bahar meltemini bahane ederek dallarını eğdiler yerlere kadar. Bulutlar tam tepelerinde birlik oldu. Gökyüzünü pamuk tarlasına çevirdiler.

Otobüsteki gibi yan yanaydı kızlar. Üstlerinde aynı giysiler. Saçları sabah evden çıktıkları gibi özenle taranmış, birinin boynunda ismini yazan, diğerininkinde burcunu simgeleyen kolyeler.

Gerçek olamayacak kadar güzeldi her şey. Rengiyle, zarifliğiyle, tınısıyla, kokusuyla… Büsbütün uyum içinde. Bir tarla faresi topraktan başını uzatıp geri kaçırıyor, onları saklambaç oynamaya davet ediyordu. Masmavi bir su kuşu geçiyordu tarla faresinin tam yuvasının üstünden. Açıklı koyulu yeşil yaprakların arasında kayboluyordu. Bir sincap pıtır pıtır koşuyordu dalın ucundaki o yapraklara doğru. Aynı dalın arka yüzünde karıncalar tek sıra olmuş, yuvalarına tarla faresinin yiyecek artıklarını taşıyordu.

Ve bunların hepsini tarla faresi, mavi kuş, yaprak, sincap, dal, karınca gibi en ince ayrıntısına kadar görebiliyor, işitebiliyor, hissedebiliyordu iki kız. Daha doğrusu tarla faresi, mavi kuş, yaprak, sincap, dal, karınca ve iki kız olabiliyorlardı peş peşe. Kim olduklarını unutuyor, aslında her şey olduklarını seziyor, farklı yaşam olasılıkları arasında gezinirken, aslında tek bir varoluş olduğunu anlıyor ve kendilerinin de o varoluşun maddesinden yapıldığını kavrıyorlardı.

Otobüste erkeklerden bahsederek kıkırdadıkları, annelerine trafikten ötürü geç kalacaklarını bildiren mesajlar gönderdikleri, yeni aldıkları ojeleri sürseler otobüstekilerin kokudan rahatsız olup olmayacağını fısıldaştıkları anları tamamen unutmuş gibiydiler.

Yeşilin ucunda bir ışık huzmesi vardı. Oraya doğru çekiliyorlardı. Usul usul… Güneş ayaklarına kapanmıştı. Işıktan bir tünel göndermiş, onları da yanına çağırıyordu. Huzurun, iç barışın, dinginliğin hiç bilmedikleri sularına ulaşmışken, daha ötesi olamayacağını zannederken; attıkları her adımla ışığa biraz daha yaklaştıkça varlıklarını daha da, daha da hafiflemiş buluyorlardı.

İçleri gıdıklanıyordu. Kendilerini tutamıyor, gülümsüyorlardı. Kolyeleri sallanıyordu. Birininkinin ucunda ismi, diğerininkinde burç simgesi bulunan…

Ojeyi sürmeye karar verdikleri sırada otobüs ani bir fren yapmış, bir süre yan yan kaydıktan sonra uçurumdan aşağı taklalar atarak yuvarlanmaya başlamıştı. İşte son hatırladıkları birbirlerinin bir düz, bir baş aşağı olan, dehşet içindeki yüzleri ve onlar takla attıkça saçları ile birlikte delice sallanan kolyeleriydi. Birinin gördüğü diğerinin ismi. Ötekinin karşısında ise diğerinin burç simgesi.

Papatyalar seriliyordu ayaklarına. Sapsarı göbekleri hemen unutturuyordu korkudan büyümüş, ölümü görmeye hazırlanan arkadaş gözlerini. Bir solucan kıvrılıyordu kökler arasında. Arka bacaklarını kanatlarına dokundurarak ses çıkarmakta olan çekirge, solucandan uzaklaşmak için havalanıyordu. Kızlar da içlerinden sıçrıyorlardı onunla bir. Otobüsün kırılan camından sıçrayıp nehir kıyısına doğru uçtukları gibi.

Işığa yaklaşıyorlardı giderek. Ya da ışık yaklaşıyordu onlara. İçlerini aydınlıkla doldurarak. Işığın öte yanında birileri vardı. Işık kadar parlak ve kesintisiz. Belki melektiler. Kanatları yoktu ama. Işık istediği yere uçar zaten, kanatla ne işi olur?

Bütün beyazlar ışığa çekiliyordu işte. Pamuk pamuk bulutlar, tiril tiril kelebekler, zeytin dalı taşıyan beyaz güvercinler, papatya ve zambak yaprakları… Kızlar da bembeyaz tenleriyle büyülenmiş gibi ışığa doğru ilerliyorlardı. Uçmamak için kendilerini zor tutarak…

Işığın içinden hararetle el sallayan varlıklar seçtiler hayal meyal: Birinin tonton dedesi ile pamuk anneannesi, diğerinin doyamadan yitirdiği gencecik, yakışıklı babası…

Onları görünce, sevinçten kaybetti kızlar kendilerini. Bütün güçleriyle koşmaya başladılar. Işıktan sevdikleri de aynı şekilde sabırsızlanmış, yerlerinde duramıyorlardı. Öyle mutluydular ki, rengarenk sevgilerini görünür hale getiriyor, ışıktan nehirler halinde kızlara doğru akıtıyorlardı.

Kolyeleri sallanıyordu kızların saçlarıyla birlikte. Nehir kıyısına yuvarlandıklarında olduğu gibi kanlı değildiler şimdi ama. Giysileri ve saçları gibi pırıl pırıl… Birinin ucunda ismi, diğerininkinde burcu…

İçleri içlerine sığmıyordu ikisinin de. Koşuyor, koştukça ana rahminden çıktıkları kaygısız, saf hallerine dönüyor, öyle oldukça büyük varoluşun içinde eriyip aynı anda hem hiçbir şey, hem de her şey oluyorlardı.

Tonton dede, pamuk anneanne ve babanın nurdan yüzleri şükranla, sonsuz kabulün huzuruyla ışıldıyordu. Onlarla buluşmak üzereydi artık kızlar. Kollarını uzatmışlardı. Kolyeleri sallanıyordu. Bir adım kalmıştı ışığı yakalamalarına… Saf sevgiyle kucaklaşmalarına… Varoluşun özüne kavuşmalarına…

Derken ayağı takıldı birinin… Diğeri onun elini tutuyordu. İkisi birden havalanıp, aynı anda yere düştüler. Sırtüstü yatıyorlardı şimdi. Yan yana… Çok güçlü bir ışık kaynağının altında. Kolyeleri zıplıyordu. Birininkinin ucunda ismi, diğerininkinde burcu.

“Döndüler!” diye bağırdı doktor. “Elektroşoka devam… Şükürler olsun döndüler…”

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

YAZGI

Gece gizlenmeye gereksinim duyanlarındır. Gündüz kendini beğendirmeye çalışanların… Sarhoşlar kusmuş, aşıklar susmuş, yazarlar yalanlarını uydurmuş, hepsi sızmıştır bu saatlerde. Sevişenler yalnızlaşmış, yalnızlar sevişememiştir yine. Bu dünyaya niçin geldiklerini asla öğrenemeyecekleri okullara gitmek üzere herkesten önce servisleri doldurmaları gereken uyku kokulu çocuklar mışıldamaktadır henüz.

KEDİ MEMO

Küçükken tıka basa antika eşyalarla dolu dükkanlarında, babası misafirleriyle çay içip laflarken o kendine kuytu bir köşe bulur, büyük bir tablonun arkasına on sekizinci yüzyıldan kalma bir çalışma masasının altına ya da şanslıysa eski bir Osmanlı

İBRAHİM İN BALIKLARI

Kestanecinin lüks lambası altına dizdiği kestane kebaplar ve karşı tepede yükselen Süleymaniye Camisi altın rengi parlıyor. “İbrahim senin resmini çekeyim mi şurada?” Önce ne kast ettiğimi anlamıyor. Telefonu gösterince: “Olur” diyor. Eğilerek balık dolu şişeyi, kamış oltayı ve naylon torbayı yere bırakmaya yelteniyor. “Yok.” diyorum. “Onları da yanına al ki, ne kadar sıkı bir balıkçı olduğunu belgeleyebileyim.”

GÜLLÜ

Seyyar satıcıları saymazsak renksiz bir cumartesiydi. Simit peşinde rıhtımla vapurlar arasında uçuşan martıların beyaz kanatları, uzaktan bakılınca denize düşen kar tanelerini andırıyordu. Haydarpaşa Garı, sargılar içindeki kulesi ve yamalı gövdesiyle göz göz pencerelerini güçlükle açıp kapıyor, artık koynuna tren almak için çok yaşlı olduğundan yakınıyordu.

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir