KUYTU

KUYTU

Erkek sırt çantasıyla indi vapurdan. Omuzları herkesten daha dik. Martı gibi gövdesini rüzgara bırakarak kalabalığın arasında süzüldü. Kız onu iskele kapısında, uslu bir köpeğin yanında bekliyordu. Onun da çantası sırtında.

Gündüzün son saatiydi. Işığın düştüğü yerler altın rengi. Kızın yüzü de öyleydi. Erkek onu görünce gülümsedi. Gülümsemesi tatlı bir dalga gibi kızın yüzüne çarpıp geri döndü.

Konuşmadılar. Konuşmak geçmişi hatırlatır ne de olsa. El ele tutuştular. Şimdiki zamanda olabilir bu ancak. Parmaklarını birbirlerininkinin arasına sıkıştırdılar. Geleceklerine doğru yürüdüler. Yürümek geride bırakmaktır ne de olsa. Hızlı hızlı yürüdüler.

Balık pazarından geçerlerken Kız balık sesi duyduğunu söyledi. Erkek durdu hemen. Kız yön değiştirdi. Erkek de peşinden. Deniz rengine boyanmış bir balıkçı tezgahında istavritler zıplayarak can çekişiyordu.

“Duyuyor musun?” diye işaret etti Kız. Erkek cızırtıya benzer bir ses işitti. Kulakla değil de yürekle hissedilebilecek bir titreşim. Kız canlı balıkların hepsini istedi. Poşeti ağzına kadar suyla doldurtup parasını ödedi.

Birbirlerine baktılar. Kız gülümsedi. Erkek aydınlandı. Arkalarında yakamoz bırakarak yürüdüler.

Balık pazarını geride bıraktılar. Kız poşete baktı bir ara: “Balıklar şarkı söylüyor” dedi Erkek’e. “Sevinçten şarkı söyleyip dans ediyorlar.” Erkek inandı kıza. İnanır inanmaz, bir özgürlük türküsü düştü dudaklarına. Islıkla balıklara eşlik etmeye başladı.

Kız durdu. Erkek’e hayranlıkla baktı. “Nerden bildin bu şarkıyı söylediklerini?” diye sordu. Erkek kocaman güldü. Gün batamadı bu gülüşün üstüne. Martılar ancak nakarata yetişebildi.

Zincircilerin, çelik halatçıların, kepenk kapatmış dükkanların arasından ilerlediler. Binaların kırık camlarından kasvet yükseliyordu. Kimi çürük dişler gibi ağrılı, bazısının sinirleri de ölmüş çoktan. Çocuklukta içlerine mayalanan suçluluk duygusunu harekete geçirdi bu manzara. Sırt çantaları kaygıyla ağırlaştı, gülle gibi oldu.

Erkek yanından geçtikleri zinciri, kıvrılmış dev bir yılana benzetti. Korkuyla beslenen, üfleyerek ısıran, yavaş yavaş uyuşturan, huzura benzer bir kayıtsızlık hissi yaratan, bağlılığı yücelten ve kurbanını sinsice zehirleyerek, ağır ağır öldüren…

Kız’ın elini sıktı Erkek. Çürük kokulu binalarla göz göze gelmemeye çalışarak, güneşin giderayak turuncuya boyadığı gökyüzüne bakışlarıyla tutunarak, yılan ruhlu zincirden kurtardı kendini.

Bir balıkçı lokantası çıktı karşılarına. Önlüklü, iri yarı bir adam tezgahta taze soğan kıyıyordu. İnce ince doğradığı soğanları bıçağın kenarıyla kesme tahtasından sıyırıp, içi kıvırcık, havuç ve turp dolu mevsim salatasının üstüne alelacele bıraktıktan sonra kaldırıma doğru bir adım attı.

“İyi akşamlarınız olsun.” dedi. “Lokantamıza buyurmaz mısınız?”

“İyi akşamlar.” diye yanıtladı Erkek. “Teşekkürler, şimdi değil.”

“Şehirde herkes kalabalıktan şikayet ediyordu.” diye dert yandı Lokantacı. “O yüzden kuytuda açtık dükkanı. Ama günlerdir siftah yapamıyoruz.”

Erkek durdu aniden. “Salatayı ver o zaman bize.” dedi. Kız o sırada, Lokantacı’nın haklı olduğunu, insanların zincirlerinden de şikayet ettiğini ama onlardan da asla kopamadığını düşünüyordu.

Erkek, lokantacının kağıt tabağa aktarıp, limon, plastik çatal bıçak ve birkaç dilim ekmekle poşete koyduğu salatanın parasını verdi. Siftahı gören garson ve aşçı lokantadan çıkarak müşterilerini yakından incelemeye koyuldular. Lokantacı, iki eli belinde:

“Allah bereket versin.” diyerek müşterilerini uğurladı. “Sizin yolculuk daha da kuytulara anlaşılan.”

Kız öyle ışıklı gülümsedi ki, Lokantacı anladı, onun yanındayken Erkek’e hiçbir yerin kuytu sayılmayacağını.

Paslı kepenklerin kıyısından devam ettiler. Sol taraftaki inşaat perdelerinin üstünden başlarını uzatmış ağaç dalları usul usul yapraklarını sallıyor, şehirlileri baharın geldiğine ikna etmeye çalışıyordu. Şimdi ağaca yuvalanmış kuşlarla poşetteki balıklar kanon yapıyordu.

Kız aniden durdu. Gözlerini kapatıp dudaklarını Erkek’e uzattı.

Yolun sonundaki kuytuda uzun uzun öpüştüler. Şimdiki zaman büyüdü, genişledi, dev bembeyaz bir bulut oldu tepelerinde… Sırt çantalarından paraşütler açıldı. İlkbahar renkli yapraklarla şarkı söyleyen kuşların arasından süzülerek yükseldiler, yükseldiler…

Aslında bu dünyaya öpüşmek için gelmiş olduklarını anladılar o sırada. Aslında şu an yaşamakta oldukları gibi şimdiki zamanlardan birkaç tanesi için ömür boyu zincire mahkum edildiklerini idrak ettiler.

Bir meltem gibi, geldiği kadar belli belirsiz uçtu düşünceler zihinlerinden. Birbirlerinin dudaklarını salıncak yaptılar. Çocuklar gibi sallandılar, sallandılar…

Var olmanın ağırlığı, hiç kimse olmanın hafifliği ile dengelendi. Yaprak gölgeleri gıdıkladı yüzlerini. Meltem saçlarına deniz kokusu üfledi.

Bir kez daha el ele tutuştular ayakları yere basınca. Yürümeye devam ettiler. Yol bitti. Issız bir otoparkın içinden geçerek denize doğru ilerlediler. Güneş Haliç’e düşmüş, denizi koyulaştırıp turuncuya boyamıştı. İskeleye bağlı tek kayık, içindeki ufak tefek adamı beşik gibi sallıyordu.

Kayıkçı, Kız ile Erkek’i görünce ayağa kalktı. Tek hamlede iskeleye atladı. Yaşlı, güler yüzlü bir adamdı.

“Nereye yolculuk gençler?” diye sordu.

“Şimdi mi karar vermemiz lazım?” diye soruyla karşılık verdi Kız.

Adam önce afalladı. Sonra toparlanıp. “Yoo” dedi. “İsterseniz buyurun açılalım. Kaç saat gezmek isterseniz ona göre…”

Erkek: “Kayık kaç lira?” diye sordu.

Kayıkçı Erkek’in dalga geçtiğini sandı. Bakışlarını Kıza çevirdi. Kız, şimdi gövdesi pul pul parlayan bir denizkızına benziyordu.

“O… benim ekmek teknem” dedi adam.

“Yenisini alırsın.” diye ısrar etti, Erkek. Cebindeki paranın ağırlığından kurtulmak için dayanılmaz bir istek duyuyordu.

“Motoru yeni. Ekstra yakıt bidonu da dolu” dedi Kayıkçı. Erkek:

“Kürekler?”

“Bir sene olmadı değiştireli.”

Kız’ın gözlerinin içinde yıldız gibi, pırlanta gibi bir şeyler ışıldadı mutluluktan. Erkek, Kayıkçı’nın elini sıktı. İstediği parayı avcuna saydı.

Kız balık poşetinin ağzını açtı. Suya batırdı. Balıklar cızırdamıyordu artık. Dalgalanıyordu. Teker teker Haliç’e karışıp, gözden kaybolmalarını seyretti. Bir martı yaklaştı poşete. Kız parmağını sallayarak ona gözdağı verdi.

Kayıkçı, yağmurluğunu aldı kayıktan. Oltaların, suyun yerini gösterdi. Gülümsemesine engel olmaya çalışarak, Kız ile Erkek’in kayığa binmelerine yardım etti. Tam halatı çözmüş kayığı ittirmeye hazırlanıyordu ki, Erkek:

“Bir dakika.” dedi.

Kayıkçı, Erkek’in alışverişten vazgeçmesinden tedirgin, usulca bakışlarını ona çevirdi. Erkek cüzdanını çıkardı. Kayıkçı’ya yüz lira daha verdi.

“Az ileride, kuytudaki lokantayı biliyor musun?”

Adam paraya şaşkın şaşkın bakarken başını salladı.

“Git bu parayla orada güzel bir masa donat kendine.”

Kayıkçı sapsarı güldü. Kaçak tütününü çıkarıp kendine bir sigara sardı. Kayık aheste aheste iskeleden uzaklaşırken, küçüle karara arkasından el salladı. Nokta gibi kalınca, lokantaya yollandı.

Kız ile Erkek, küreğin her deviniminde biraz daha silikleştiler. Ne kararıp koyulaşmakta olan Haliç’in durgun sularında ne de geride bıraktıkları şehirde kendilerine ait en ufak bir iz göremediler.

Kimin Kız kimin Erkek olduğunu, nereye gittiklerini, neden orada bulunduklarını unuttular. Kendilerinden geçip, birbirlerinde ilerlediler. Birbirlerinde ilerlediklerini sanırken, kendilerine çıkıverdiler.

Hava kararıp serinledi. Kayıkçının fenerini yaktılar. Çantalarındaki kazakları giyip birbirlerine sarıldılar. Erkek, lokantanın poşetini açıp salatayı çıkardı. Plastik çatallarıyla hayatlarının en taze yemeğini yemeye başladılar.

Haliç’in sonundaki küçük adanın etrafını dolaşırlarken: “Duyuyor musun?” diye parmağıyla karanlığı işaret etti Kız. Erkek burun çekmeye benzer bir ses işitti.

Kız erkeğin elinden plastik çatalı çekip: “Dur” dedi yumuşakça. “Tavşanlar istiyor kalan yeşillik ve havuçları.”

Birbirlerine baktılar. Kız güldü. Erkeği aydınlattı dişleri. Arkalarında istavrit pullarından pırıl pırıl bir yakamozla adaya yaklaştılar.

Kız tabağı kıyıya bırakırken çalıların arasında bir kıpırtı oldu.

“Tavşanlar şarkı söylüyor” dedi Erkek’e. “Sevinçten şarkı söyleyip dans ediyorlar.”

Erkek Kız’a inandı. İnanır inanmaz, bir çocukluk şarkısı düştü dudaklarına. Islıkla tavşanlara eşlik etmeye başladı.

Kız durdu. Hayranlıkla baktı Erkek’e. “Nerden bildin bu şarkıyı söylediklerini?” diye sordu.

Erkek ıslığı kesip güldü. Mehtap çıkamadı bu gülüşün üstüne. Kız da Erkek’in şarkısına eşlik etmeye başladı. Kayığı kuytu bir yere çektiler. Ninnileriyle tavşanları uyutuncaya kadar orada kalmaya karar verdiler.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

KARA TREN

Siyah bulutlar sini gibi örter ya bazen yeryüzünü. İşte öyle zamanlarda insanların içi tren gibi kapkara olur. Sis kaplar dört yanı. Bedenler gölgeye dönüşür. Kimse birbirini tanıyamaz. Ürkekleşir. Aynalar, göller, kuyular filan parlar nadiren. Derinlerde gizledikleri son ışıklarıyla. Onlara da pek kimse bakmak istemez. Bakan tek tük meraklı, kendini göremez yüzeylerinde.

GÖZLERİNİN İÇİ

O sahneye çıkmadan önce Hamiyet, Zeki Müren ve Münir Nurettin plakları çalınır, sakız gibi bembeyaz masaörtülerinin üzerine dizili piyatalarda kekikli zeytin, çiroz salatası, Ermeni pilakisi, lakerda, midye dolma ve ince kesilmiş beyaz peynir ikram edilirdi. Rakı kadehlerini tokuşturup, mezelerden tadarak günün yorgunluğunu atan konuklar, Laternacı Niko ile hepten havaya girerlerdi.

KOLYELER

Yeşilin içinde yürüdüler, yürüdüler… Çiğ düşmüştü otlara. Ayaklarını ıslatacak kadar değil, ayakkabılarını parlatacak kadar. Saçlarına kelebekler kondu. Arılar neşeyle vızıldadılar etraflarında dört dönerken. Sanki çiçek sandılar onları, basbayağı kur yaptılar. Ağaçlar tatlı bahar meltemini bahane ederek dallarını eğdiler yerlere kadar.

UÇAN HELVA

Pırıl pırıl bir yaz sabahıydı. Her bayram yaptığımız gibi büyüklerin ellerinden öpmüş, arkadaşlarla birlik olup konu komşunun kapısını çalmış, ayaküstü ziyaretlerimizi tamamladıktan sonra da, ağızlarımızda sakızlı şekerlerden koca birer yumruk, soluğu parkta almıştık.

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir