COŞKUN’UN ASANSÖRÜ

COŞKUN’UN ASANSÖRÜ

Çınar yapraklarının arasından sızan güneş ışınları, şeffaf sundurmanın altındaki beton zeminde, nazar boncuklu masa örtülerinde, asırlık kahvehanenin duvarlarında serçeler gibi ürkek ve neşeli oynaşıyordu. Otuz yıl önce bir gazetenin kuponlarını toplayarak kazanılmış kasetli müzik setinin radyosundan yükselen sanat musikisi, kahvehane sakinlerinin hareketlerini hepten ağırlaştırmıştı.

“Coşkun nasıl?” diye sordu, Kahveci Hasan. Seksen yaşlarında, sert bakışlı, iyi kalpli bir adamdı.

“Pek iyi değil be abi.” diye yanıtladı Mehmet, iri mavi gözlerini kaçırarak. Kahvehanenin en genç müdavimlerindendi. Altmış yaşına basalı bir hafta olmuştu.

“Kahveye inememek hepten moralini bozuyor. Üç öğün yemeğini çıkarıyoruz ama doğru düzgün bir şey yediği yok. İp gibi incecik kaldı iyice.”

Kahveci Hasan’ın karşısındaki plastik sandalyelerde çay, kahve içmeden, birbirleriyle konuşmadan, yan yana oturmakta olan üç yaşlı adam, gömüldükleri iç dünyalarından sıyrılıp ağır ağır Mehmet’ten yana döndüler.

“Hey gidi Coşkun be…” dedi Ohannes Baba, gözlüğünün camını gömleğinin eteğine silerken. “Yedi yaşında ya var ya yoktu, mahalleye geldiğinde. Konuşamıyordu o zamanlar garip.”

Belki yarım saat hiç kimsenin sesi çıkmadı. Coşkun’un karlı bir kış günü, at arabasında mahalleye gelişini hatırladılar. Hırpani babasıyla birlikte önceleri ahırda at arabasının kasasında, sonra garajda kartonların üzerinde uyudukları ayları… Coşkun’un yuvasından düşmüş, hastalıklı bir kuş yavrusunu andıran ürkek hallerini… Konuşamayan, yaklaşan olursa kollarını başının üstüne kanat gibi gerip korunmaya çalışan, ilk zamanlarını…

Efkar bastı iyice kahvehaneyi. “Herkese çay ver” diye seslendi Kahveci Hasan, Arnavut’a.

Arnavut, yetmişine merdiven dayamış, kır bıyıklı, her mevsim bağrı açık gezen bir adamdı. Yarım saattir parmaklarını çıtlatarak yere bakıyordu. O sandalyesinden kalkarken:

“Şurda olaydın da bi’ Cüneyt Arkın gibi bakaydın ya kerata!” diye hayıflandı, Mustafa Hoca.

Coşkun’un tek kaşıyla çenesini hafif yukarı kaldırışını, ağzını kapatıp dudaklarını büzdükten sonra gözlerini kısıp, uzaklara sert ve derin bakışını hatırladılar. Hepsinin yüzünde irili ufaklı tebessümler belirdi.

Babası gider dönmezdi; bazen birkaç gün, bazen birkaç hafta… Sonra sonra hiç dönmez olmuştu. Coşkun’un karnını doyuran, el birliğiyle okuma yazmayı öğreten onlardı. Kekemeliği geçene kadar sabırla dinleyen, bir kere olsun sözünü kesmeyen… Soğuk havalarda sobanın yanına oturtup sırtını sıvazlayan… Sırayla elmalı oralet ısmarlayan… Tavlada, piştide yenilerek özgüven aşılayan… Kahvenin duvarındaki takvime işaretledikleri aşı günlerini hiç aksatmayan…

Coşkun büyüyüp delikanlı olduğunda, arabalarını – temiz de olsa – ona yıkatırlardı. Boyadan anlamasa da kovaları taşıtırlardı. Başka iş bulamazlarsa kaldırımı, bahçeyi sulatırlardı. Hiçbir giysiyi, yiyeceği, harçlığı karşılıksız vermez, onu asla yetersiz, mahcup, borçlu hissettirmezlerdi.

Zamanla Coşkun şakır şakır konuşmaya başlamıştı. Cem Karaca hayranıydı. Bazı akşamlar Kahveci Hasan bütün kahvehaneyi susturur, “Haydi Coşkun Karaca. Sahne senin…” diye takdim ederdi. O da gözlerini kısarak, ellerini iki yana açarak, sesini kalınlaştırıp yanıklaştırarak bağıra bağıra söylemeye başlardı. Şarkı bitince alkış, ıslık, kaşıkla çay tabağına vurmalarla ortalık adeta çınlar, Coşkun ayağa kalkıp yerlere kadar eğilerek dört yandakileri selamlayıncaya dek tezahürat devam ederdi.

Arnavut çayları dağıtırken, Büyük Yılmaz:

“Peki ne yapalım da bu çocuğu yeniden hayata bağlayalım?” diye sordu. Eskilerden, meşhur bir futbolcuydu. Hep aynı köşede ağır ağır rakısını yudumlar, mümkün olduğunca az konuşur, neredeyse hiç gülmezdi.

Yıllar önce yine böyle bir sohbet esnasında Coşkun’a yaz kış rahat edeceği bir barınak düşünmeye koyulmuşlardı. Sonunda birinin aklına camide depo olarak kullanılan oda gelmiş, ertesi gün hep birlikte imamı ikna ederek, depodaki malları kahvehanenin kilerine taşımış, odayı boşaltmışlardı. İmamın tek şartı; avlu kapısının üzerindeki odaya giriş çıkışın cami avlusundan değil dışarıdan yapılmasıydı. Bunun üzerine el birliğiyle odanın kahvehaneye bakan cephesine bir kapı açılmış, kapının altına sacdan bir balkon yapılmış ve Mehmet’in evden getirdiği yüksekçe alüminyum merdiven balkona dayanmıştı. Böylece odanın cami ve Kuran Kursu ile ilişkisi kesilmiş, Coşkun’un kahvehane manzaralı bir yuva sahibi olması sağlanmıştı.

Coşkun, kahvehane müdavimlerinin evlerinden, dükkanlarından kucak kucak taşıdıkları karyolayı, döşeği, perdeyi, dolabı, aynayı, elektrik sobasını, lambayı, halıyı, nevresimi, battaniyeyi bir güzel yerleştirip odasını çiçek gibi yaptıktan sonra balkona çıkmış, İmam: “Ezan okuyacağım, in artık aşağı” diye bağırıncaya kadar kahvehanedekilere Cem Karaca konseri vermişti.

Ohannes Baba: “Ne demiş son muayenede doktor?” diye sordu. Kederli iç çekişinden, yanıtı az çok tahmin ettiği anlaşılıyordu.

“Daha ellisinde bile değil. Bünyesi de sağlam. Moralini yüksek tutsun, demiş.” diye yanıtladı Mehmet.

Coşkun hastalandıktan sonra her geçen gün biraz daha güçten düşmüş, sonunda balkona dayalı merdivenden inip çıkamaz olmuştu. Hayatı sokaklarda ve kahvehanede geçen adam için ufacık bir odaya tıkılı kalmak ölümden beterdi.

“Arnavut, sen ne yaptın kuyunun kompresörünü?” diye sordu Mustafa Hoca.

Kahvehanenin emektar işçisi, baba yadigarı ahşap, bahçeli evi satmamak için yıllarca direnmiş ama en sonunda çatısından, cumbasından düşen parçalar mahalleli için tehdit oluşturmaya başlayınca, geçtiğimiz yılın başında elden çıkarıp, yokuştan ufak bir apartman dairesi satın almıştı. Eski evin bahçesindeki kuyudan su çekmek için kullandığı kompresör de kıyamadığı eski eşya yığınıyla birlikte apartmanın bodrum katındaydı.

“Ne yapayım be Hoca?” diye yanıtladı Arnavut. “Bilirsin bir şeyciği atamam ben. Depoda duruyor öyle.”

“Çalışıyor mu hala o?”

Arnavut boşları tepsiye dizerken, duraksadı. Avcunu açıp: “Valla epey oldu ama son denediğimde aslanlar gibi çalışıyordu…” diye cevapladı.

Kahveci Hasan: “Ne var aklında Mustafa Hoca?” diye araya girdi.

“Dur bakalım.” dedi, Mustafa Hoca. Yakın gözlüğünü burnunun üstüne indirmiş, tuşlu telefonunun ufacık ekranında Nalbur Naci’nin numarasını bulmaya çalışıyordu.

“Alo Naci?” diye gürledi nihayet. Öğretmenlikten kalma alışkanlıkla yüksek sesli konuşurdu. Telefonda daha da abartır, bağırmazsa sesinin duyulamayacağını sanırdı. “Baksana, sende çelik halat var di mi, aslanım?” Nalbur Naci eski öğrencisiydi, bir dediğini iki etmezdi.

“Çok iyi… Hurdacı Fikret’te de demir inşaat makarası vardır. Sen ondan sağlam bir parça al. Elektrikçi Kadir’i de tut kolundan, kahveye getir akşamüstü. Hat çekecek, kablo getirsin bol, bir de anahtar lazım, devreyi açıp kapamak için. Düğmeli olsun. Coşkun’a asansör yapacağız… Hadi Allah’a emanet ol.”

Kahvehanedekiler çıt çıkarmadan Mustafa Hoca’yı dinliyordu. Telefonu kapatıp yakın gözlüğünü boynuna indirinceye kadar sessizlik bozulmadı. Sonunda:

“Helal sana be Hoca…” diye haykırdı, Büyük Yılmaz.

“İşte bu.” deyip, masaya sertçe vurdu Kahveci Hasan: “Desene akşama Cem Karaca konseri var.”

Arnavut, boş tepsiyi dolaştırdı. Herkes cüzdanında, cebinde ne varsa tepsiye atınca, asansör bütçesi üç aşağı beş yukarı toplanmış oldu.

Ohannes Baba: “Ben de damadı arayayım. Bir çift pabuç getirsin akşama. Ne zamandır ayakkabı giymiyor, özenir şimdi çocuk” diyerek telefonuna sarıldı. Damadı, Gedikpaşa Yokuşu’nda, Ohannes Baba’dan devraldığı ayakkabı dükkanını işletiyordu.

Mehmet: “Arnavut, bak bakalım, elmalı oraletin var mı? Bittiyse aldıralım.” diye bağırdı, boş bardakları ocağa götürmekte olan adamın arkasından.

Arnavut döndü. Tek kaşını ve çenesini hafif yukarı kaldırdı. Ağzını kapatıp dudaklarını büzdü. Gözlerini kısarak uzaklara sert ve derin baktı. Cüneyt Arkın bakışı, kahvehanedeki herkesin, Büyük Yılmaz’ın bile gülmesine, neden oldu.

Çınar yapraklarının arasından sızan güneş ışınları, şeffaf sundurmanın altındaki beton zeminde, nazar boncuklu masa örtülerinde, asırlık kahvehanenin duvarlarında serçeler gibi ürkek ve neşeli oynaşıyordu.

Şimdi kahvehanedekiler de benzer bir iyimserlik içinde birbirleri ile şakalaşıyor, sabırsızlıkla Coşkun’un aralarına katılmasını bekliyorlardı.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

KIPKIRMIZI

Havalimanına varmış olmalı, diye düşündü. Belki güvenlik cihazından geçiyordur şu an. Belki de bavulunu teslim etmek üzere. Tek elinde pasaport, kuyrukta beklerken canlandı gözünün önünde. Diğer elindeki cep telefonunun ekranına bakarken… Yüzü her geçen dakika biraz daha solarken… “Eğer…” demişti, son kucaklaşmalarının ardından. “Kararını değiştirirsen… Bu uçak kalkmadan bir saniye önce dahi olsa… Bir kere çaldır, yeter.”

CANKURTARAN

Yalnızlıktan nefret eder. İnsanlardan daha çok. Karanlığı sevmez. Güneşi hele hiç. Bulutların, pişmanlıkların, isyanların insanıdır. Yeryüzünden çok gökyüzünün. Suyun üstünden çok altının. Nadiren, şafak vakti dışarı çıkar. Omzunda kamış oltası. Elinde yoğurt kovası. Kovanın içinde ağlı kepçesi. Boynunda yunus düdüğüyle. Tedirgindir. Balıkçı gibi görünmektedir çünkü. Oysa balıkçılardan nefret eder.

ALTIN SABAH

O sabah, hiç sabaha benzemiyordu. İstanbul aydınlanamamış, silueti sulu boya gibi dağılmıştı. Gökyüzünün ağzından burnundan buhar çıkıyordu; maviyi unutmuş, buluta üşenmiş, geceyi kaçırmıştı. Boğaziçi zeytinyağlaşmıştı.

MUCİZELER

Yıkılmaya yüz tutmuş bir atölyenin üst katındaki camı kırık, tozlu pencerenin aralığından hüzünlü keman tınıları yükseliyordu. Yolun sonunda güneş sapsarı bir top olmuş, ışığıyla müziği okşuyordu. Avurtları çökük adam, çatlak parmaklarını rakı bardağına vurarak ritim tutuyordu. Başını Haliç’e doğru çevirdi. Süleymaniye’nin başında bulutlar geziniyordu. Sıradan hayat, gizli saklı mucizelerle doluydu.

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir