DÖRT ARKADAŞ

DÖRT ARKADAŞ

Tam kırk yıl önce, Üniversite duvarının dibindeki ağacın gölgesinde buluşmak üzere sözleşmişlerdi.

İlk imam olan geldi. Sabah namazını kılar kılmaz Fatih’teki camisinden yola çıkmış, otobüs camından dışarı bakarken yıllar önce bir ağacın altında vedalaştığı çocukluğunu hatırlamaya çalışmış, tespihini hızlı hızlı çekip, dudaklarını kıpırdatarak arkadaşları için dua etmeye koyulmuştu.

Sonra elinde koca bir çantayla tüccar olan göründü. Sirkeci’de çek kırdırmıştı. Hayatının randevusuna gecikmemek için depoya dönmemiş, mal dolu çantasını sırtlanarak Mercan yokuşunu tırmanmış, soluk soluğa da olsa, işte tam zamanında İmam’ın karşısına çıkmıştı.

Öğlene doğru başında şapkası, ağzında kaşkoluyla üçüncü çıkageldi. Diğer ikisi tanıyamadılar önce. Kaşkolu indirip çürük çürük gülerek adını söyleyince anlayabildiler kim olduğunu. Hırsız olmuştu. Aslında gündüzleri pek ortalıkta gezinmiyordu. Yıllardır bu günü bekliyordu. Kırk yılda bu arkadaşlıktan gayrı temiz hiçbir şeyciği kalmamıştı.

Başlarda çekingendiler. Konu açmakta zorlandılar. Uzun uzun sustular. Sonra birbirlerinin gözlerine bakmaya cesaret ettikçe, göz bebeklerinin tam ortası çocukluklarındaki gibi parlamaya başlayınca kendilerini unutur, birbirlerini hatırlar oldular. Yeni yetmelik zamanlarındaki gibi kimin ne dediğini, ne yaptığını umursamadan, bir arada olmanın neşesini duyumsamaya başladılar.

Aslında tam olarak hatırlayamadıkları anılar hakkında konuştular. Dil sürçmelerine, kırık dökük şakalara, yüz kızartıcı itiraflara önce usul usul, sonra kahkahalarla güldüler. Böyle gülmeyi unutalı çok olmuştu. Gülerken genizlerinden tuhaf sesler çıkardılar. Tükürükler saçtılar. Ağızlarını kapatarak, böğürlerini tutarak sakinleşmeye çalıştılar.

Öğlen ezanı okunmuş, dördüncü arkadaşları hala gelmemişti. “Adı üstünde Soner”, “eskiden de hep derse, maça, Kurbağalı Dere’ye en son o gelirdi” diyerek dalgaya vurdular önce.

Ama saat ilerledikçe kaygılanmaya, suskunlaşmaya başladılar. Kondurmak istemediler, dillendirmediler ama gelmemesinin olası nedenleri üzerine düşünmeden de edemediler. Kavuştukları andan itibaren ışıldayan gözleri gölgelenmeye başladı. Dudakları çizik çizik büzüştü. Bakışları ara ara uzaklara kaçar oldu.

Tüccar olan “hep gecikirdi ama gelirdi mutlaka” diyerek endişeyi somutlaştırınca bakışlardaki gri karaya, dudaklardaki ekşi acıya dönüştü ağır ağır. Birbirlerine hepten bakamaz, konuşamaz oldular.

Ölümün soluğunu hissedecek yaşa çoktan ermiş, bir dolu akrabayı, eşi, dostu öteki dünyaya uğurlamışlardı ama çocukluklarını gömmeye hazır değillerdi henüz. Bugün o gün değildi. Yola devam edebilmek, onca yılın yorgunluğunu ağacın gölgesine bırakıp biraz olsun soluklanabilmek, safça hayatın hala güzel, insanların özünde iyi olduğuna inanabilmek, analarını kaybettiklerinden bu yana susadıkları koşulsuz sevgiyi çocukça yudumlayabilmek, birkaç saatliğine de olsa nihayet iyi hissedebilmek içindi bugün. Son erlerini yitirmek için değil…

Hava soğuktu. Yağmur çiseliyordu. Hiçbiri ağacı terk etmeyi aklının ucundan geçirmiyordu. İmam tespih çekiyor, Tüccar volta atıyor, Hırsız kimse görmesin diye yüzünü Üniversite duvarına çevirmiş, elleri ceplerinde sessizce bekliyordu.

Caddede siyah bir makam aracı durdu. İçinden tıknaz, koyu renk takım elbiseli bir adam fırladı. Arkasından inen şoförüne el işaretleriyle devam etmesini, daha sonra kendisini arayacağını bildirdi. Yaşından ve göbekli cüssesinden beklenmeyecek bir atiklikle Üniversite kapısına doğru koşmaya başladı. Derken sağa, bizimkilerin bulunduğu tarafa yöneldi. Ağacın altındaki üç adamı fark edince yüzü aydınlandı. Tüccar, o aydınlanmayı gördü. O da gülümsemeye başladı. Hırsız ile İmam’a işaret edip:

“Soner geliyor.” diye bağırdı.

Hırsla, sevgiyle, özlemle, Soner’in kemiklerini kırarcasına kucaklaştılar.

İmam: “Niye geciktin bu kadar kardeş?” diye sordu. “Biz seni kırk sene bekledik. Her kim ise seni alıkoyan, sen de onu birkaç saat bekleteydin ya.”

“Annemi ameliyata aldılar, başından ayrılamadım kardeşim” diye yanıtladı, Soner. “Sırf bu ağaca yakın olayım diye bu üniversitede profesörlük yapıyorum yoksa.”

Hala soluk soluğaydı. “Soner değişmiş, bu defa ilk o geldi, diyesiniz diye yıllardır plan yapıyorum ama can çıkıyor huy çıkmıyor işte.” Ellerini iki yana açarak yarı mahcup yarı şakacı gülümsedi.

Dördü yan yana, elleri birbirlerinin omuzlarında, yukarı mahalleye maça gittikleri zamanlardaki gibi caka satarak caddeye doğru yürüdüler.

Soner’in annesi Mesude Teyze’nin un kurabiyelerine methiyeler düzerek pastaneye girdiler. Bir kutu kuru pasta hazırlattılar.

İmam yoldan geçen ilk taksiyi çevirdi. Arka koltuğun ortasına oturttukları Soner’i soru yağmuruna tutarak, Mesude Teyze’nin yattığı hastaneye doğru yola çıktılar.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

EVE DÖNMEK

Sokakta çocuk… Tek başına… Yürüyor… Yürüyor… Evleri tam karşıda… Ama ona bir türlü ulaşamıyor. Ablası dış kapıya yaslanmış. Yolu gözetliyor. Bayramlık pembe elbisesi sırtında. Çocuğun bulunduğu tarafa bakıyor. Elini siper etmiş alnına. Ama onu göremiyor. Hızlandırıyor adımlarını çocuk. Koşmak istiyor. Asfalt geriye kayıyor ayağının altından. Her küçük adımı onu ablasına, evine yaklaştıracağına…

MAVİ KUŞ

Kuş cıvıltısıyla uyandı. Su şırıltısıyla. Bir kavak dalı uzandı penceresine doğru. Yaprakları nazlı nazlı hışırdadı. Ağustos böceği öttü zeytinliklerin o yandan. Bir kurbağa atladı dereye. Yavru olsa gerek, az su sıçrattı…Tek gözünü araladı. Bir bulut belirdi köpük köpük. Sonra öteki göz kapağını. Mavi bir su kuşu kondu kavak dalına. Her sabah aynı kuş. Fatması gittiğinden bu yana, her sabah aynı sabah…

ŞAMAR OĞLANLARI

Fatih sırtlarında, eski bir İstanbul mahallesinde yaşıyorlardı. Sabahları bir parça ekmeğin yanına varsa bir kalıp peynir, yoksa bir avuç zeytin alıp, sülalecek oturdukları asırlık Rum evinden fırlar, Balat’a inen dik medivenlerin başına oturur, yıkıntılarla yeşilliklerin iç içe geçtiği güzel ve hüzünlü manzaraya karşı…

SICAK SÜT

Anası onun için, o anası için yaşıyordu. İkisi de istedikleri hayatı yaşayamıyorlardı bu yüzden. İkisinin de istediği başka hayat yoktu öte yandan. Birbirlerini mutlu etmeye, hatta çoğunlukla mutsuz etmemeye uğraşıyorlardı. Konuya komşuya karşı alınları açık olsun istiyorlardı. Anası oğlunun, oğlu da anasının.

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir