EGE RÜYASI

EGE RÜYASI

Önce lokanta, pansiyon ve evlerin ışıkları seyrelmiş, sonra sahil barlarından yükselen müzik ve kahkahalar kesilmişti. Dolunay Ege’nin karanlık sularına gümüş zincirini uzatmış, gök kubbenin boynunda gösterişli bir inci tanesi gibi parlıyordu.

Şimdi yeryüzü tavanına kakılmış irili ufaklı pırlantalar gibi ışıldayan yıldızların, geceleri gökyüzünün kendini doyasıya seyrettiği devasa bir aynaya dönüşen kuzguni denizin, teni incecik bir tül gibi şefkatle okşayan ada rüzgarının vaktiydi.

İşte O, bir tek bu saatlerde gerçekten nefes aldığını hissediyor, baba yadigarı “Rüya” adlı sandalının küreklerine asılarak karadan uzaklaşıyordu.

Özellikle bir hedef belirlemiyor ama ilginç bir şekilde her gece kendini aynı sularda buluyordu. Duracağı yeri ve zamanı gözlerinin yıldızlar gibi seğirmesinden, sandalının yakamoza karışmasından ya da başının üstünde aniden beliriveren kar beyazı bir martıdan anlıyordu.

Oraya vardığında, balık değil de denizi tutmak için oltasını sandaldan aşağı bırakıyor; kurşunun dibe batışını zihni ile takip ediyor, denizin ne kadar derinleşebildiğine her seferinde ilk kez tanıklık ediyormuşçasına hayranlık duyuyordu.

Sonra bu hayranlık ağır ağır yerini boşluk duygusuna bırakıyordu. Kurşun dibe indikçe içindeki eksiklik ve özlem duyguları da derinleşiyor; belki de hiç gelmeyecek birini bekliyor olma ihtimali O’nu dibe doğru çekmeye başlıyordu. Arada dilinin ucunda rüyalarından mı, çocukluk anılarından mı kaldığını bilemediği eşsiz bir tat beliriyordu. O’nu tamamlayacak, yaşamını anlamlandıracak bir varlığın yakınlarda bir yerlerde nefes alıyor ve tıpkı kendisi gibi, eksik parçasını arıyor olduğu sezgisinin tadıydı bu. Ve işte o sezgi O’nu bazen hayata bağlıyor, bazen de büsbütün koparıyordu.

“Rüya” bir süredir beşik gibi tatlı tatlı sallanıyordu. Kurşun dibe oturunca O’nun göz kapakları da iyice ağırlaştı. Dilinin ucuna o tat geldi. Bunun bir davet olduğunu hemen anladı. Oltasını apar topar kayığın içine topladı. Ağların üstüne usulca kıvrıldı. Kayan bir yıldızın altında uyuyakaldı.

Şiddetli bir çarpma sesi ve onu takip eden güçlü bir sarsıntı ile yerinden fırladı. Önce nerede oluğunu bilemedi. Sandalda uyuyakalmış olduğunu fark edince karaya oturduğunu ya da başka bir tekneye çarptığını sandı. Telaş içinde dört yanını kontrol etti. Ay, bulutun arkasında kalmış olmalıydı. Her yer zifiri karanlıktı.

İnlemeye benzer bir ses duyar gibi oldu. Bir an için oltaya iri bir balığın takıldığını düşündü. Kamışı yokladı: Boştu. Eğilip teknenin dibine baktı. Ve onu gördü!

Önce denizkızı sandı. Sonra hala rüyada olduğunu!

Son bir iniltinin ardından uzun saçlar suya gömülmeye başladı. Hiç vakit kaybetmeden denize atladı. Saçları bileğine dolayıp, sahibiyle birlikte yukarı çıkardı.

Nefes nefese sandala tırmandılar. Denizkızı değildi. Ay rengi bacakları vardı. Çiçekli, kısa bir gecelik giymişti. Göğüslerinde tomurcuklar açmıştı. Başından hafif kan sızıyordu.

“Ne işim var burada?” diye sordu Kız.

“Bilmem, rüyamdaydın sanırım.” diye yanıtladı.

“Hayır sen benim rüyamdaydın.”

“Nasıldı rüyan?”

“Hasret gibiydi… Beni çekiyordun.”

Özlem demişti, boşluk demişti. Hasret demek aklına gelmemişti hiç. Oysa doğru sözcük buydu.

“Nasıl yüzebildin buraya kadar?”

“Bilmem. Uyuyordum.”

“Uyurgezer misin?”

“Çocukluğumda birkaç kez olmuş bu, evet. Ama bu ilk uyuryüzerliğim.”

Karşılıklı gülümsediler son sözcüğüne. Ay tutulması gibi bir şey oldu.

Babasının geceleri sokak kapısını kilitleyip anahtarını sakladığını söylemedi, Kız. Evden tek çıkış yolunun, denize inen merdivenler olduğunu da.

“Rüya”nın beni her defasında buraya getirmesinin nedeni buymuş demek?” diye mırıldandı Oğlan.

Kendini bildi bileli bir tek bu sulara ait hissettiğini söylemedi O da.

“Neymiş o?” diye üsteledi Kız.

“Seni beklemek. Bir gece geleceğini bilmek.”

İkisinin de yanakları deniz feneri gibi kızardı.

“Hayatımı sana borçluyum.” dedi Kız usulca.

Ay, buluttan kurtuldu.

“Ben de… Senin var olma ihtimaline borçluyum…” diye fısıldadı Oğlan.

Utandı. Kürekleri eline aldı. Başıyla kıyının tek tük ışığını işaret ederek: “Sizinkiler fark etmeden seni evine bırakayım.” dedi.

Kız kürek tutan ellerden birini yakaladı. Islak avuçlarının arasına aldı.

“Sen olmasan evime dönemezdim” diye fısıldadı. “Seni bulmuşken hiç dönemem.”

Oğlan, Kız’ın dudaklarının arasında yıldızların ışıldadığını gördü.

Kayığın burnunu yeniden aya doğru çevirdi. Dümeni “Rüya”ya devretti. Başlarını balık ağlarına bıraktılar. Gözlerini yumdular. Yıldızların üstlerini örttüğünü göremeden el ele hayatlarının en tatlı rüyasına daldılar. Dolunay, Ege’nin karanlık sularına gümüş zincirini uzattı, iki genci sonsuza dek birbirine bağladı.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

FIRFIR HÜSNÜ

Sabah dokuz dedin mi Kariye Müzesi’nin önündedir. Sol elinde bir salkım çıngıraklı topaç. Sağ elinde ucuzundan bir dal sigara. Yakalar kalkık. Surat asık. Turist olmaz pek o saatlerde. Olsun da istemez. Olmasın diye biraz erken gelir zaten. Tarihi kiliseye karşı oturur. Dumanı basar ciğerine. Arka taraftaki Pembe Köşk adlı kafeden tanıdık bir ezgi yükselir muhakkak. Romana tüm ezgiler tanıdık… Alır onu, kendi tarihine götürür.

SARI SÖZLÜK

Cumaları bekliyordum… Eğer hava çok karlı değilse, eğer Beden Öğretmeni geç kalmazsa, eğer yoklamayı aldıktan sonra kasadan taklayı ilk benim atmama izin verirse, eğer son otobüsün yirmi beş dakika sonra kalkacağını bilen Müdür Yardımcısı izin kağıdımı imzalarsa, kirli çamaşır ve defter kitap dolu çantamı sırtlanıp koşmaya başlıyordum.

UÇAN HELVA

Pırıl pırıl bir yaz sabahıydı. Her bayram yaptığımız gibi büyüklerin ellerinden öpmüş, arkadaşlarla birlik olup konu komşunun kapısını çalmış, ayaküstü ziyaretlerimizi tamamladıktan sonra da, ağızlarımızda sakızlı şekerlerden koca birer yumruk, soluğu parkta almıştık.

BEYAZ DAVET

Size mucizeden bahsetmiyorum ki. Henüz bilmediğiniz bir varoluş evresinden söz ediyorum. Madem ki, Tanrısala ulaşmak sizin için bu denli önemli, gelin sizi Tanrı’nın katına…

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir