HASRET OTU

HASRET OTU

Sağanak yağmurun altında saatlerdir yürüyordu. Asfalt çoktan bitmiş, keçi yolu silikleşip arazide erimiş, düzlük bayıra, toprak çamura yüz tutmuştu. O ise kaşları çatık, ağzı kalın bir çizgi, karşıki dağa doğru hiç istifini bozmadan, yürüyor, yürüyordu.

Lastik değil kurşun geçirmişti sanki ayaklarına. Yola çıktığından bu yana, senelerdir aksayan sağ ayağı bile yere sağlam basıyordu. Son zamanlar evde, bahçede işlenmeyegörsün nefesi çabucak tıkanırdı. O gün ise körpecik genç kız ciğeri soluk alıp veriyordu adeta göğüs kafesinde. Yıllar bünyesini zayıf düşürmüştü; kat kat giyinir, biraz cereyanda kalsa içi üşürdü. Ama o sabah alev alev kalkmıştı yataktan. Saatlerdir sırılsıklamdı ama ne soğuk tanıyordu ne de yorgunluk.

Zeytinliklerin içinden geçiyordu. Yağmura da güneşe olduğu kadar razı; minik yapraklarını göğe doğru teslimiyetle açan asırlık ağaçların arasından. Rüzgarla beraber hu çeken dallardan ilahiler yükseliyordu. Şüphesiz ölümsüzlüğü en iyi zeytin ağaçları biliyordu.

Fundalıklar başlıyordu sonra. Dikenli, çiçekli, çan şekilli, tostoparlak… Batan, yırtan, çeken, yapışan… Ezeli sürgünlerine yoruyordu bu hallerini. Kim olsa biraz acıtmak, hıncını çıkarmak; biraz çekmek, alıkoymak ister onu onca yıl yok sayanlardan biri karşısına çıkınca. Yalnızlık Allah’a mahsus.

Kızılçam ormanına yağmur işlemiyordu pek. On insan boyu dev ağaçların ince, uzun iğne yaprakları gökyüzünü sepet gibi örtüyordu çünkü. Reçine rayihası toprak kokusuna karışıyordu sepetten sızan yağmur tanelerinin kışkırtmasıyla. Tazelik üflüyordu yeryüzü gökyüzüyle bir olup. Oksijen çadırı gibiydi orman, tatlı tatlı başını döndürüyordu. Ağaçlardan birini kucaklayıveriyordu ansızın. Ne de olsa akran sayılırlar.

Kayalıklara doğru kestaneler yükseliyordu. Kökleri geçirgen toprağı sever. Yapraklarının kenarları testere gibi. Dikenli yumakları yerlere saçılmış. Zamanında içinde dolgun, etli kestaneler saklamış dikenli yumaklar. Memeleri sızlıyordu ansızın. Dipdiri, taş gibiyken kestane gibi sakladığı, hanidir sünmüş, çürümeye yüz tutmuş memeleri. Oğluna, kızına can veren memeleri. Oğlunun, kızının can verişleri geliyordu gözünün önüne. Yağmur başlıyordu yine şakır şakır. Ne kadar yağsa az.

Yamaç dikleştikçe kekikler yetişiyordu imdadına. Kocası kokuyordu toprak buram buram. Odunsu gövdesi, saçaklı kökleri, ters yaprakları, tek tük çiçeği ile. Kekiğin suyu ile midesini, çayı ile uykusunu, yağı ile romatizmasını tedavi etmeye çalışmıştı yıllarca. Sonunda kekik de pes etmişti. Allah’ın hikmetinden sual olunmaz ama… Dağ gibi adam dağ kekiği kadarcık kalmıştı gider ayak.

“Zirvede!” demişti rüyasında ak sakallı dede. “Kısmetin, karşıki dağın zirvesinde.” Kocasının da, evlatlarının da öleceğini vaktiyle bilen zattı bu. Azrail diye bilmişti onu o geceye kadar. Bu kez ayırmaya değil, buluşturmaya gelmişti oysa.

Kayalara, köklere tutunuyor, çamura saplanıyor, ölümüne tırmanıyordu. Allah işaretle beraber güç kuvvet de ihsan etmişti. Yılmıyor, mücadele ediyordu. Güvendiği kökler elinde kaldığında, lastiği yosunlu kayalardan kaydığında kendini yerde buluyor, hatta bazen bayır aşağı yuvarlanıyordu.

Kalın zarla çevrilmiş bir rüyada gibiydi. Ne amacına ulaşabiliyor, ne yaranın berenin acısını hissediyor, ne de ayılabiliyordu. O azmettikçe rüzgar şiddetini artırıyor, kara bulutlar eteğinde ne varsa silkeliyor, yamaç kale duvarı gibi dikleşiyordu.

Hava kararmaya yüz tutmuştu. “Seni ertesi öğlen sevdiklerine kavuşturacak ot…” diye devam etmişti ak sakallı dede. “Karşıki dağın zirvesinde.”

Dedenin sözleri kulaklarında çınladıkça vahşi bir kedi gibi, pençeyi andıran kemikli ellerini ıslak toprağa geçiriyor, keçi gibi kayadan kayaya sıçrıyordu. Burnunun ucundaki iğnenin deliğini bulamayan kataraktlı gözleri şahin gibi zirveye dikilmiş, alacakaranlıkta ölümsüzlük otunu seçmeye çalışıyordu. Göremedikçe hırslanıyor, hırslandıkça tırmanıyordu.

Nihayet yamaçtan kah oluk oluk, kah güldür güldür akan yağmur sularının arasından zirveye tutundu. Nefes nefeseydi. Ayağını bastığı taş, topraktan sökülüp uçurumdan aşağı yuvarlandı. Son kuvveti ile kendini yukarı çekti. Sırt üstü yere bıraktı. Gök yarılmıştı sanki. Ya da o ilk kez gökyüzüne bu kadar yakındı.

Tazyikli su çamurlarını, yaralarını, çiziklerini yıkadı. Yağmurun içine işlediğini, ruhunu da tüm günahlarından, acı ve endişelerinden, güçsüzlüklerinden arındırdığını duyumsadı. Bir tebessüm yerleşti yüzüne. Kim bilir kaç yıl sonra… Öylesine unutmuştu ki gülümsemeyi, yerleşmekte zorlandı.

Dirseklerinin üzerinde doğruldu. Çevresine bakındı. Zirve çoraktı. Tam ortasında bir çukur, çukurun içinde çalılar… Sürünerek çukura yaklaştı. Çalıların dibinde iki dev yumurta. Onların çevresinde otlar!

Ak sakallı dedenin müjdelediği otları nasıl tanıyacağını düşünerek endişelenmişti yol boyunca. Oysa zirvede yeşillik namına yalnızca onlar vardı. Dişli kenarlı, tüylü yapraklı, turp otuna benzer bir tutam yabani bitki…

Çalıların arasına atladı. Elinde yüzünde açılan kesiklerden kan damlıyor, rüzgar onlara üflüyor, yağmur yıkayıp unutturuyordu. Sabah yola çıkarken katlayıp göğsüne sıkıştırdığı beyaz çuvalı çıkardı. Otları köklerinden söküp çuvalın içine koymaya başladı.

İşini bitirdiğinde başının üstünde hareket eden bir karaltı fark etti. Bakışlarını yukarı çevirdi. İnsan boyunda bir kartal tepesinde turluyordu! Ot çuvalını sırtlayıp çukurdan çıkmaya davrandı. Ayağı kaydı, yere yuvarlandı. Çalının dikenleri buruşuk derisini delik deşik ediyor, kalbi yerinden fırlayacakmış gibi gümbür gümbür atıyordu.

Bir kez daha çukurdan çıkmaya yeltenirken eli bir sopa yakaladı. Tanıdık bir sopa. Sopa değil değnek. Ak sakallı dedenin değneği! Ona tutunarak kendini yukarı çekti. Onu sallayarak kartalı uzaklaştırdı. Ondan destek ala ala yamaçtan aşağı indi.

Kayarak, düşerek, sürünerek, her defasında ayağa kalkmayı bilerek kekikleri, kestaneleri, kızılçamları, fundalıkları, zeytinlikleri geçti. Eve vardığında, çocuklarını ilk kez kucağına aldığı zamanlar kadar mutlu ve bitkindi.

Güzelce yıkandı. Zeytinyağı sabunu kokulu entarisini, şalvarını, hırkasını giyindi. Baş örtüsünü sıkıca bağladı. Bahçeye, çuvalın başına döndü. Otların köklerini kesti. Çeşmede çamurlarını yıkadı. Çuvalın üstüne geri koydu. İçi içine sığmıyordu.

Birden yüzündeki tebessüm dondu. Otlarla ne yapması gerektiğini bilmiyordu! Kavuracak mı, haşlayacak mı, suyunu mu içecek, mezarlarına mı dökecek de sevdiklerine kavuşacaktı?

Sivrisinek vızıltısına benzer bir ses duydu. Ciğerlerinden geliyordu. Derin nefes aldı. Tef gibi ötüyordu. Şöyle bir ürperdi. Titremeye başladı. Göz kapakları ağırlaştı. Ak sakallı dede onu çağırıyordu. Sendeleyerek yatağına gitti. Gözünü kapar kapamaz sakinleşti. Gülümseyerek uyuyakaldı.

Sabah dersin başlamasına kısa bir süre kala, iki çocuk nefes nefese öğretmen odasının kapısını yumruklamaya başladılar. Öğretmen kapıyı açınca da korkudan büyümüş gözlerle, Koca Nine’nin bahçesine insan boyunda bir kartalın indiğini, pençelerinde bir tutam otla havalanıp dağa doğru uçtuğunu anlattılar.

Öğretmen önce karanlıkta yanlış görmüşsünüzdür, kargayı kartal zannetmişsinizdir, diyerek çocukları sakinleştirmeye çalıştı. Çocuklar yemin üstüne yemin edince, Koca Nine’nin evini kolaçan etmesi için hademeyi görevlendirdi.

Hademe, kireç gibi bir suratla ilk dersin ortasında çıkageldiğinde, kartalı gören iki çocuk da öğretmenin peşi sıra sınıftan çıktılar.

“Koca Nine Hakk’a yürümüş” dedi, Hademe. “Dün gece ölmüş olmalı.” Derin bir nefes aldı. “Her şeyde bir hayır var” diye devam etti çocukları göstererek. “Kadıncağız yıllardır kabuğuna çekilmişti. Bunlar olmasa kim bilir ne zaman bulunurdu cesedi.”

“Ot var mıydı bahçede?” diye atıldı kartalı gören büyük çocuk.

“Bir çuval, bir de değnek vardı evin kapısının hemen önünde. Çuvalın üstünde bir kaç kök ot… Turp otuna benziyordu. Yıkanmış, ayıklanmış.”

“Gerisini kartal götürdü işte.” diye başını salladı, sümüğü akan ufaklık. Diğer çocuk gözlerini yumarak onayladı.

“Mezarlıkta yeri var mı?” diye sordu Öğretmen.

“Var” diye cevapladı, Hademe. “Evlatlarıyla kocasının arasında bir mezar yeri ayırtmıştı kendine. Allah rahmet eylesin, gece gündüz onları sayıklardı.”

“Sen imama söylersin.” diye tembihledi, Öğretmen. “Selasını versin, öğle namazını müteakip cenazeyi kaldıralım. Bekletmeyelim merhumeyi.”

Hademe başını salladı. Ceketi ile başını örttü. Yağmurun altında koşarak gözden kayboldu. Öğretmen iki elini çocukların omuzlarına attı. Hep beraber sınıfa döndüler.

En ön sıradaki çocuk, heceleyerek kaldığı yerden okumaya devam etti. Öğretmen elleri arkasında cam kenarına kadar yürüdü. Bakışları karşıki dağa, aklı memleketteki yaşlı annesine takıldı.

İmam selayı okumaya başladı. Yağmur şiddetini iyiden iyiye artırmıştı.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

YAZGI

Gece gizlenmeye gereksinim duyanlarındır. Gündüz kendini beğendirmeye çalışanların… Sarhoşlar kusmuş, aşıklar susmuş, yazarlar yalanlarını uydurmuş, hepsi sızmıştır bu saatlerde. Sevişenler yalnızlaşmış, yalnızlar sevişememiştir yine. Bu dünyaya niçin geldiklerini asla öğrenemeyecekleri okullara gitmek üzere herkesten önce servisleri doldurmaları gereken uyku kokulu çocuklar mışıldamaktadır henüz.

KIPKIRMIZI

Havalimanına varmış olmalı, diye düşündü. Belki güvenlik cihazından geçiyordur şu an. Belki de bavulunu teslim etmek üzere. Tek elinde pasaport, kuyrukta beklerken canlandı gözünün önünde. Diğer elindeki cep telefonunun ekranına bakarken… Yüzü her geçen dakika biraz daha solarken… “Eğer…” demişti, son kucaklaşmalarının ardından. “Kararını değiştirirsen… Bu uçak kalkmadan bir saniye önce dahi olsa… Bir kere çaldır, yeter.”

AHMED

Poyrazın iliklere kadar işlediği bir Aralık günü. Asfalt bozuk. Trafik sıkışık. Çöpler vıcık vıcık. Ahmed hızlı hareket ettiğinden soğuğu hissetmiyor. Zaten uzun süredir, hiçbir şey hissetmiyor. Çekçek arabasıyla, adım adım ilerleyen araçların arasından yıldırım gibi geçiyor. Plastik saplı, ince bir demir çubuk tutuyor sağ elinde: Bir rulo fırça kalıntısı. Çöpleri onunla karıştırıyor.

TARHANA ÇORBASI

Poyraz deniz tarafından bıçak gibi soğuk ve keskin esiyor. Ortaköy’ün daracık, loş sokaklarında üç gölge titreşerek ilerliyor. Esma, babası ile babaannesinin arasında isteksizce, tabanlarını arnavut kaldırımına sürte sürte yürüyor. Paltosunun rengi gibi al al olmuş yanaklarını şişirerek kendi uydurduğu tekerlemeyi söylüyor: “Çok yoruldum… Çok acıktım… Çok üşüdüm… Çok yoruldum… Çok acıktım…”

Tgumusay Yazar:

Tek Yorum

  1. 8 Ocak 2018
    Yanıtla

    Tolga Gümüşay okadar güzl yazmışsınki ellerine ,yüreğine sağlık.,insan biran kendini hikayenin içinde zannediyor.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir