İBRAHİM İN BALIKLARI

İBRAHİM’İN BALIKLARI

Öylesine bir Kasım akşamı. Hava kuru, yerler ıslak. Pek keyfim yok. Sıkıntım da yok, hoş. Kaldırım insan seli; cadde araba. Bu saatte, buralarda kararlı olman, ne yöne gideceğini bilmen lazım. Kalabalıkla sürüklenirsin yoksa…

“Galata’ya gidip yazsam mı bu gece?” diye düşünüyorum. Tam önümde o tarafa giden bir otobüs duruyor. Kendimi şoförün yanı başında, kart basarken buluyorum. Cüzdanı cebime geri koyarken huzursuzum biraz; ne yazacağımı bilmiyorum.

En iyisi önce Karaköy’e uğramak… Balık ekmek yiyip, biraz Haliç havası alırım. Orada aklıma bir şeyler gelir belki; daha önce geldi kaç kere.

Orta kapıya doğru ilerliyorum. Hiç değilse birkaç gece fotoğrafı çekerim.

Otobüste oturacak yer yok. Ayakta da pek kimse yok. Bir ben, bir de on yaşlarında bir çocuk.

Otobüs ilerliyor. Telefonumla oyalanıyorum. Gözüm ayağımın dibindeki balık dolu beş litrelik pet şişeye kayıyor. Başımı kaldırıp bir kez daha çocuğa bakıyorum. Dalgın dalgın Dolmabahçe’nin ağaçlıklı yolunu seyrediyor. Bir elinde ufak bir naylon torba. Diğerinde ucu paslı kamış olta.

“Sen mi tuttun bunları?”

O yaşta bir çocuk için bu kadar balık tutmak olağan bir şeymiş gibi, sakince başını sallıyor.

“İki kilo var mı orada?”

“İki mi?” diye itiraz ediyor. Şişeyi kaldırdığı gibi mavi plastik kulbunu elime tutuşturuyor.

“Haklısın. Epey ağırmış.”

Otobüsün içi loş. Plastik şişe ufak boylu, iri pullu balıklarla dolu.

“Ne bunlar?”

“Balık.” diye cevap veriyor. Dalga mı geçiyor diye gözlerimi, siyah kirpiklerinin ortasına dikiyorum.

“O kadarını ben de biliyorum. Yani cinsleri ne?”

“Balık” diye tekrarlıyor ellerini iki yana açarak.

Aksanını o zaman fark ediyorum.

“Nerelisin sen?”

“Halep.”

“Adın ne?”

“İbrahim.”

“Ver bakalım şu şişeyi İbrahim. Yakından bakalım, balıkların ne cinsmiş?”

Su şişesini ışığa yaklaştırıyorum.

“Kefal bunlar… Boyları biraz ufak, o yüzden ilk bakışta tanıyamadım ama… Evet, kesinlikle kefal bunlar.”

“Bi’ tane de büyük var.” diyerek elindeki naylon torbanın ağzını açıyor. İçinde yirmi santim uzunluğunda bir kefal ve mavi bir olta süngeri var.

“Ne dedin sen balığa?” diye soruyor. Heceleyerek birkaç kez tekrarlıyorum ama kefal sözcüğüne dili dönmüyor.

“Nerede tuttun bunları?”

“Deniz”

“Yani hangi semtte, Boğaz’ın neresinde?”

“Denizde.”

Israr etmenin anlamı yok.

“Peki…” diyorum. “Ne yapacaksın bu kadar balığı?”

“Karaköy’de…” diyor. “Satacam”

“Kime satacaksın?”

Alt dudağını büküyor. Omuzlarını kaldırıp indiriyor.

“Belli değil, demek… Kaça satacaksın peki?”

“On beş, belki yirmi.”

“O kadar edeceğini nereden biliyorsun?”

Torbayı tekrar açıp, mavi süngere saplı olta iğnelerini gösteriyor.

“Dokuz liraya aldım bunu.” diyor. “Eve para lazım.”

“Ev nerede?”

“Kadıköy”. Kadıköy’ü tuhaf telaffuz ediyor. Eski kartpostallardaki frenk usulü yazılar gibi: Kadıkoey.

“Annen baban var mı?”

“Anne, kardeş var.”

“Baban?”

Önüne bakıyor.

“Savaşta mı öldü?” diye üsteliyorum. Bakışlarını cama çevirirken, başını aşağı yukarı sallıyor.

Bir süre sessizlik oluyor.

Baş örtülü bir teyze aramızdan ruh gibi kayıp, dışarıdaki gölgeler arasında kayboluyor. Otomatik kapı tekrar kapanınca, İbrahim yine eski yerine, tam karşıma geçiyor.

“Kaç kardeşin var?”

“Dört. Benle beş. En büyük ben.”

“Eve götürsene balıkları.” diyorum. “Hep beraber yersiniz işte.”

Başını iki yana sallıyor. “Bunları satacam. Parayı anneme verecem. O ucuz yemek pişirecek.” Avcunu açarak ekliyor: “Yarına da yemek lazım.”

Diyecek bir şey bulamıyorum. Otobüs sert bir fren yapıyor. İbrahim son anda arkasındaki demire tutunarak dengesini sağlıyor.

“Abi neydi bunların adı?”

Balık şişesini işaret ediyor.

“Kefal”

Sonraki iki durak arasında konuşmuyoruz. İbrahim dudaklarını kıpırdatarak “kefal” deme çalışmaları yapıyor.

“Ben de Karaköy’de ineceğim.” deyiveriyorum. “İstersen balık pazarına beraber gideriz. Belki satmana yardımım dokunur.”

Gözleri parlıyor. “Ortak mıyız?” diye soruyor.

Gülümseyerek: “Yok.” diyorum. “Balıkları tutan sensin. Parası da senin hakkın. Ben sadece arkadaşlık edeceğim sana.”

Köprünün başında otobüsten iniyoruz. Kestanecinin lüks lambası altına dizdiği kestane kebaplar ve karşı tepede yükselen Süleymaniye Camisi altın rengi parlıyor.

“İbrahim senin resmini çekeyim mi şurada?”

Önce ne kast ettiğimi anlamıyor. Telefonu gösterince:

“Olur” diyor. Eğilerek balık dolu şişeyi, kamış oltayı ve naylon torbayı yere bırakmaya yelteniyor.

“Yok.” diyorum. “Onları da yanına al ki, ne kadar sıkı bir balıkçı olduğunu belgeleyebileyim.”

Sözümü dinliyor. Ciddiyetle pozunu veriyor. Ben “tamam” deyinceye kadar kıpırdamıyor.

Merdivenlerden aşağı inerken:

“Daha önce hiç balık satmadın mı?” diye soruyorum.

“Yok, bugün ilk defa tuttum.” diye cevaplıyor.

Aniden duruyorum.

“Yani sen bütün bunları, balığa çıktığın ilk gün mü tuttun?”

O da duruyor.

“Yanımdaki adamlar da şaşırdı hep.” diyor. İspatlamak için kamış oltanın paslı ucuna sarılı misinayı açıyor. İğnesini gösteriyor. “Böyle yem taktım. Böyle denize attım. Çektim. Balık geldi. Yine attım. Çektim. Balık geldi. Yine attım…”

“Oltayı nereden buldun peki?”

“Sabah çöpten buldum.” Torbanın ağzını açıp, içindeki mavi süngeri gösteriyor. “Ucuna iğne aldım: Dokuz lira.”

Motor iskelesinin kıyısından yürüyoruz. İri bir martı, köprü tarafından kanat çırparak geliyor. İskeledeki lambanın tepesine tünemiş ısınmakta olan bir başka martıyı kovalayıp, yerine konuyor.

Balık pazarı şıkır şıkır. İlk tezgahın başındaki sakallı, lastik çizmeli balıkçı, elindeki maşrapaya sokup çıkardığı eliyle balıkları suluyor. Leğenlerde istavrit ve çinekoplar yüzüyor. Palamut, levrek ve somonlar, büyük tablaları örten yaprakların üzerine özenle dizilmiş. Her şey taze, pırıl pırıl görünüyor.

Sakallı balıkçıya yaklaşıp İbrahim’le az önce otobüste tanıştığımı, şişedeki balıkları onun tuttuğunu, satması için yardımcı olmaya çalıştığımı açıklıyorum.

“Yok, onlar beş para etmez.” diye kesip atıyor.

Bakışlarımı İbrahim’den kaçırarak yan tezgaha doğru yürüyorum. İbrahim peşimde. Göz ucuyla, her adımında gövdesinin şişeyi taşıdığı tarafa doğru biraz daha eğildiğini görüyorum.

İkinci balıkçı da tereddütsüz: “Abi, o balıklar satılmaz.” diyor.

Umudumu yitirmemeye çalışarak üçüncüsünün yanına gidiyorum. Yandaki balıkçıyla konuşmalarımızı duymuş, ben ağzımı açmadan:

“Bak, şu ilerideki tezgaha sor.” diyor. “Alırsa belki onlar alır. Ötekilere sorup hiç nefesini tüketme.”

İşaret ettiği kırmızı tablalı geniş tezgahın gerisinde iki kişi balık temizliyor. Göbekli, yaşlı bir adam tartının başında tanıdık bir müşterisiyle laflıyor.

Tezgaha yaklaşıyoruz. İbrahim’in yüzünde soğukkanlı bir ifade. Sakince sırasını bekliyor. Nihayet göbekli adam müşterisiyle vedalaşıyor.

“İbrahim göster bakalım amcaya balıklarını.” diyorum.

Yaşlı adam eğilip, pek iyi görmeyen gözlerini şişeye iyice yaklaştırıyor. Yüzünü buruşturarak:

“Ufak tefek kefal bunlar.” diyor.

İbrahim çevik bir hareketle şişeyi yere bırakıp, naylon torbanın ağzını açıyor:

“Büyüğü de var.”

Yaşlı adam hiç oralı olmuyor. “Bunlar pis balık.” diyor. “Bi’ halta yaramaz. Bedava versen koymam tezgaha.”

“Anladım…” diyorum hayal kırıklığımı yansıtan cılız bir sesle. “Peki… Zararlı mıdır? Yani çocuk evine götürse yenir mi?”

Tezgahın arkasından: “Yenir tabi.” diye bağırıyor, temizlediği balıklara hortumla su tutan bıyıklı adam. “Temizlesinler. İyice yıkasınlar. Kızartıp yesinler. O da aynı denizden çıkıyor sonuçta.” Konuşurken neredeyse tamamı küle dönüşmüş sigarası dudakları arasında aşağı yukarı sallanıp duruyor.

Tezgaha yeni bir müşteri yanaşıyor. Göbekli’ye palamutun üç tanesini kaça vereceğini soruyor. Onlar pazarlığa tutuşurken elimi İbrahim’in omzuna koyuyorum:

“Sen eve götür istersen bunları.” diyorum.

“Olmaz.” diye itiraz ediyor. “Madem kimse yemiyor, kardeşlerim de yemeyecek.”

“Ne yapalım peki?”

“Senin olsun. Hediye” diyor.

Gülümsüyorum. “Teşekkür ederim ama ben eve gitmiyorum şimdi… Şu arka tarafta balık ekmek yiyeceğim.”

Kısa bir sessizliğin ardından:

“Gel sana da ısmarlayayım.” diyorum. “Hem yemek yerken senin balıkları ne yapacağımızı da konuşuruz.”

Ben önde, İbrahim ve balıkları arkada, aynı tezgahların önünden geçerek balık pazarının kapısına doğru ilerliyoruz. İbrahim:

“Hangi balıktan tutsam alırlardı?” diye soruyor.

“Tezgahlara bak. Hangisini satıyorlarsa onu alırlar.”

Başını sallıyor. Leğende yüzen balıkları seyrederken biraz geride kalıyor.

Balık pazarının bitişiğindeki lokantaya giriyoruz. Ben balık ekmek istiyorum. İbrahim “lavaş” diyor. Garson “lavaş yok” deyince ekmek arasına razı oluyor. Bir şey içmesi için ısrar ediyorum. “Kola” istiyor.

Balıklarımızı beklerken sohbet ediyoruz. Çok para kazandığı günler kardeşlerine cips, kola filan götürüyormuş. Bir taraftan da şımarırlar diye korkuyormuş. Bir adam demiş ki, ‘eğer şımarıp yenisini isterlerse annen görmezken onlara tokat at.’

“İnsan sevdiğine tokat atar mı hiç?” diye soruyor İbrahim kaşlarını çatarak. “Ona dedim ki, sen git kolaysa kendi çocuklarına tokat at!”

Balıklar geliyor. Kocaman ekmek, içinde yarım ithal uskumru, yeşillik ve bol soğan var. Masadaki limon suyu şişesinin ağzını açıp salatanın üstüne bol bol döküyorum. İbrahim beni taklit ediyor.

“Annen çalışıyor mu?”

“Hı hı” diyor. “Fıstık ayıklıyor.”

“Nasıl ayıklıyor?”

“Kabuğundan.”

“Para veriyorlar mı ki o işe?”

“Az ama verirler. Dilenmiyor ya.”

Yemek yerken konuşmayı pek sevmiyor. Isıracağı yere önce dikkatle bakıyor. Sonra kocaman ısırıyor.

“Sen ne zaman eve gideceksin?”

“On iki.”

“Merak etmiyor mu annen?”

“Ediyor. Ama… Para kazanmam lazım.”

“Ne iş yapıyorsun gece?”

“Cam silme.”

“Kırmızı ışıkta duran arabaların camlarını mı?

“Hı hı.”

“İzinsiz siliyor bazıları gıcık oluyorum.”

“Ben izinsiz silmem.”

“Dilenenler hakkında ne düşünüyorsun?”

“Allah insanı dilensin diye değil; çalışsın, ekmeğini kazansın diye yaratmış.”

Başımı sallayıp ona hak verdiğimi belli ediyorum. Utanıyor biraz. Kara kirpiklerini kırpıştırarak bakışlarını kaçırıyor.

“Senin balıklar nerede?”

Şişeyi kaldırıp masanın üstüne koyuyor. Cebimden cüzdanımı çıkarırken:

“Bak, tek başına bu kadar balık yakalayarak yirmi lirayı fazlasıyla hak ettin sen.” diyorum. “Bugün bu parayı sana ben vereceğim. Yarından itibaren de balık pazarında gördüğün cins balıklardan tutar, getirip burada satarsın.”

“Ben dilenci değilim.” diye çıkışıyor İbrahim. “Balıkları satın al o zaman!”

“Alamam.” diyorum. “Dedim ya eve gitmiyorum. Ne yapacağım ben onları?”

“Bir garibana hediye et.”

Gülümsememe hakim olamıyorum.

“Peki.” diyorum. “Senin dediğin gibi olsun. Var mı buralarda bildiğin bir gariban?

“Alt geçitte adam ney üflüyor.”

“Evet. Biliyorum o neyzeni.”

Başını iki yana sallayarak: “Ben dilencilere hiç para vermem.” diyor. “Ama mendil satsın, çalgı çalsın kendim veririm, onlar istemeden.” Ağzını peçeteyle silerken: “Param varsa…” diye ekliyor.

Ben hesabı öderken:

“Balık satanlar o adamın kafasının üstündekini de alırlar mı?” diye soruyor.

Önce ne demek istediğini anlamıyorum. Arkama dönünce, duvar dibindeki masaya oturmuş müşterilerden birinin başının üstündeki balık ve karides resimlerini görüyorum.

“Hangisini?”

Parmaklarını eklembacak gibi oynatıyor.

“Karidesi mi diyorsun?”

Başını sallıyor. Birkaç kere “karides” demeyi deniyor ama beceremiyor.

Lokantadan çıkıp motor iskelesinin kıyısından ilerliyoruz.

“Karides iyi para eder. Onu nasıl tutuyorsun?” diye soruyorum.

“Balık kafası koyarım poşete. İple denize salarım.” Duraksıyor.

“Neydi adı?” Sorarken parmaklarını eklembacak gibi oynatıyor.

“Karides”

“Ben yaşarken ondan korkuyorum, biliyor musun?” Gözlerini kocaman açıyor. “İnsanın üstünde yürür o. Suratında bile yürür.”

Yüzünü buruşturuyor.

“Bir de onun böylesi var…” derken baş parmağı ile işaret parmağını kıskaç gibi kapatıp açıyor.

“Yengeç mi?” diyorum.

“Hah” diyor. “Isırır çok.”

Yürüdükçe gövdesi balık şişesini tuttuğu tarafa doğru ağır ağır eğiliyor.

Alt geçidin girişinde, beyaz saçlı, ak sakallı, feleğin çemberinden geçmiş bir adam oturuyor. Taşa gazete kağıdı sermiş. Üstüne de sekiz on paket kağıt mendil, üç tane de tespih dizmiş.

“Bu amcaya versek mi senin balıkları?”

“Olur.” diyor. “Gariban işte.”

Adama yaklaşıyoruz.

“Sizden bir ricam olacak.” diyorum. Adam kibar ve davudi bir sesle: “Buyrun” diye karşılık veriyor.

Bir çırpıda durumu anlatıyorum. Sözlerimi bitirmeden: “… kısacası ben İbrahim’in balıklarını satın alıp, size hediye etmek istiyorum.” diyorum. “Eğer kabul ederseniz ikimiz de çok mutlu etmiş olacaksınız.”

Adam, cebinden bir sigara çıkarıp yakıyor. Düzgün bir Türkçe ile:

“Sağ olun beyefendi.” diyor. “Yeriz tabi. Kefaller biraz ufakmış ama bize ziyafet olur.”

İbrahim: “Büyüğü de var.” diye atılıyor. Torbanın ağzını açıp içindekini adama gösteriyor.

Su şişesi ile birlikte torbayı da adama teslim ediyor. Adam torbanın içindeki mavi süngeri fark edince cebinden kocaman bir falçata çıkararak şişenin boynunu yarıyor. İbrahim’e:

“Senin balık büyükmüş sahiden. Şişenin ağzından geçmez. Balığı buradan at şişeye, torbayı kendine al.” diyor.

İbrahim eli kokar diye balığı tutmuyor. Koşup karşı büfeden bir poşet alıyor. Büyük balığı onunla yakalayıp, beyaz sakallı adamın yardığı yerden diğerlerinin üstüne bırakıyor.

“İbrahim madem ki, ellerinin temizliğine bu kadar düşkünsün bir tane de mendil al da amcadan, cebinde bulunsun.” diyorum.

İbrahim mendili alıyor. Ben cüzdanımdan beş lira çıkarıp gazete kağıdının üstüne bırakıyorum.

Adamla vedalaşıp alt geçide giriyoruz.

“Eh artık senin balıkları hediye ettiğime göre parasını da ödeyebilirim.” deyip cüzdanımdan yirmi lira çıkarıyorum. İbrahim’in eline tutuşturuyorum. İbrahim parayı katlayıp cebine koyuyor.

Neyzene yaklaşıyoruz. Neyin sesi boş alt geçidi, uçsuz bucaksız bir sazlığa çeviriyor. Başlarımız huşu içinde hafif hafif sallanıyor.

Oldukça ağır adımlarla ilerliyor olmama rağmen İbrahim geride kalıyor. Göz ucuyla arkama bakıyorum. Tam o sırada İbrahim’in, cebinden çıkardığı bozuk paraları neyzenin önündeki teneke bardağa bıraktığını görüyorum.

Görmemiş gibi yapıyorum. Alt geçidin bitiminde yüzüme iyot kokulu sert Boğaz rüzgarı çarpıyor. Gözlerimin nemlenmesini ona bağlıyorum.

Merdivenlerin başında İbrahim’le vedalaşıp Galata’ya doğru yürümeye başlıyorum. Neyse ki, artık ne yazacağımı biliyorum.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

YOL ARKADAŞI

Delikanlının başı tatlı tatlı dönmeye devam ediyor. Çay ocağından buharlar yükseliyor. Tesise park eden otobüslerin farları tipiyi belirginleştiriyor. Çaylar tazeleniyor. Aralıksız anonslar yapılıyor. Sözcükler arasında boşluk bırakmadan, tuhaf bir şiveyle, mikrofon ağıza sokularak yapılan bu konuşmalardan delikanlı hiçbir şey anlamıyor. Mustafa cama bakarak konuşuyor. Delikanlı uyuşmuş gibi… Mustafa’nın söyledikleri dahil her şeyi…

HAMAL

Küfesiyle yatırların kapısında beklerdi. Kesme şekerini, tuzunu, pirincini, gözyaşını türbede bırakan kadınlar, dileklerini fısıldayıp, dualarını tamamladıktan, avuçlarıyla yüzlerini sıvazladıktan sonra…

KIYI

Karaya sağlam basmak mı istiyorum ben, denizde serüvene atılmak mı? İstanbul’a mı ait olmak isterim, memleketime mi? Güvercinler gibi sürünün parçasıyken mi daha huzurluyum, martılar gibi hür ve yalnızken mi? Erkeklerin benden uzak durmasını mı istiyorum aslında, yoksa etrafımda dört dönmelerini mi?

YARADILIŞ

“Sırtım Kule’ye, yüzüm Haliç’e dönük” demişti, son mektubunda. “Denizle karanın, yeryüzüyle gökyüzünün, yaşamla ölümün kıyısında; bitkin ama onurlu bir binanın çatı katındayım. Bu arafta kendimi buldum ben; ikimizden biri yıkılana kadar buradayım.” Günlerdir onu arıyordu.

Tgumusay Yazar:

Tek Yorum

  1. Ahmet Can Karakadılar
    20 Kasım 2017
    Yanıtla

    Şu ana kadarki en içten yazilarinizdan biriydi. Emekleriniz için teşekkürler. Kaleminize sağlık.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir