TEZGAH

TEZGAH

İstanbul’un kenar mahallelerinden birinde tezgah açardı. Kafasına ne zaman eserse. Her defasında başka bir semtte. Tezgahında farklı ürünler olurdu. Şu sıralar ayakkabı ve giyecek.

Üstünde hep aynı lacivert redingot. Kafasında ufak siyah bir takke. Sırtında bohçasıyla, kamburu çıkmış yürürken yürürken aniden dururdu. Bir şey unutmuş gibi… Sonra o unuttuğu şeyi hatırlamışçasına rahat bir nefes alır, bohçasını açar, tezgahını bir çırpıda kurardı: Gazete kağıdının üzerine birkaç parça giysi, yanına da iki üç çift ayakkabı.

Tezgahına tek tük yanaşan olurdu. Hepsi gariban takımından. Giyilmiş, yıpranmış, biçimsizleşmiş giysilerle başka kim ilgilenir? Üstelik tezgahtarı da böylesine suratsızken…

İşçiler yaklaşırdı yine de. En çok da ameleler… Göçmen aileler… Titrek üniversite öğrencileri… Dul teyzeler… Tek bacaklı adamlar… Ürkek hareketlerle, arada etrafı kolaçan ederek, suç işliyormuşçasına incelerlerdi üç beş parça eşyayı.

Bazısı, özellikle de kadınlar, “kime ait bunlar?” diye sorardı. O zaman dik dik bakardı suratlarına Saffet Dayı. Kadın kıyafetlerinin ölmüş hanımına, erkek giysilerinin kendisine ait olduğunu söylerdi yüzünü ekşiterek. Bu yanıtı alan elindeki eteği, kazağı, ayakkabıyı bırakırdı çoğunlukla. Saffet Dayı daha da ters bakardı onlara. Gözleriyle kovardı.

Erkekler öyle sorular sormazdı pek. Başka bir şey de konuşmazlardı. Akıllarına yatar gibi olan bir parça varsa eğer, “kaç para bu” derlerdi. Sorar gibi değil de söyler gibi. Saffet Dayı öyle ufak bir rakam telaffuz ederdi ki, afallardı adamlar. “1 lira” derdi, mesela. “3 lira”. Bazen elini cebine atar, avcuna gelenleri şöyle bir sayar, öyle söylerdi: “2,25”

Adamlar Saffet Dayı ciddi mi, dalga mı geçiyor anlamaz, tedirgin olurlardı önce. Saffet Dayı’nın şaka yapacak biri olmadığını sezdikten sonra daha bir şevkle kazakları, pantolonları açmaya, üstlerine tutmaya, ölçüp biçmeye koyulurlardı. Nihayet birini almaya karar veren, elini cebine atardı. İşte o zaman şşşşştlerdi Saffet Dayı: “Koy o elini cebine”.

Söylediği miktarı kendi cebinden çıkarır, müşterinin eline sayardı.

Müşteri ne yapacağını, ne diyeceğini bilemez halde elindeki paraya bakakalır, biraz akıllıysa teşekkür edip giysi ile tezgahtan uzaklaşırdı.

Bazısı, şaşkınlığını atlatır atlatmaz yeni bir parçaya göz dikerdi. Onlara asla izin vermezdi Saffet Dayı. Açıkgözlerden de açgözlülerden de hiç hoşlanmazdı. Onca fakir fukara, ihtiyaç sahibi varken… Israr eden olursa elindekini de geri alır, kovardı Saffet Dayı.

Bir de “poşet var mı?” diye soranlar olurdu. “Siktir” çekerdi onlara. Bayansa soran: “Taksi de çağrıym mı?” diye çemkirirdi.

“Allah razı olsun” diyerek tezgahtan ayrılan makul müşterilerin peşi sıra, Saffet Dayı cebinden defterini kalemini çıkarır, yeri boşalan eşyanın ismini listesinde bulur, üstünü çizerdi. Hafiflerdi bunu yapınca. Şöyle derin bir nefes alırdı. Hücrelerine kadar giderdi o nefes.

Sahip olduklarından kurtulmak iyi gelirdi Saffet Dayı’ya. Baş ağrısı azalır, romatizmaları sakinler, kalp çarpıntısı seyrelirdi. Uzaklaşan eşya ile birlikte vicdanı da kanatlanır, sırtı dikleşirdi.

Sobayı odunlarıyla birlikte verdikten sonra birkaç hafta titremiş, sonra çelik gibi olmuştu. Tencere, tava gittiğinden bu yana daha az yiyor, daha az mide ağrısı çekiyordu.

Yarım sandık eşyası, bir ufak kavanoz dolusu bozuk parası kalmıştı evde. Onlar da bitsin hele, sonra bohçasına aile albümlerini dolduracak, anılarını satmaya çıkacaktı. Çerçeve hediye edecekti almaya niyetlenen müşterilerine, fotoğrafları atmasınlar diye. Kendisi kurtulmak isterdi sahip olduklarından ama hiçbirinin çöp olmasına razı gelmezdi.

Sonra çatıda beslediği taklacı güvercinlerini koyacaktı tezgaha. Yem ve kafes hediyesiyle… Onları bir çocuğa verecekti. Öksüz bir çocuğa.

Sonra evin tapusunu. Onu bir kadına verecekti. Kocasız bir anneye. Bir eve en iyi onlar bakar.

Sonra sokakta yatıp kalkmaya başlayacaktı. Arada başkalarının tezgahına uğrayarak…

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

MİDYECİ

Bir martı geçti başının üstünden. O midye açtı. Ay çekirdeği kabuklarının arasına iki telaşlı serçe kondu. O midye açtı. Bir karabatak şıp diye suya daldı. O midye açmaya devam etti. Tek gözü kör tekir, sarı lastik çizmelerine sürtündü. Hiç oralı olmadı. Bir midye daha açtı. Hava serinledi biraz. Önündeki midye dağı yarı yarıya eridi. O sabırla açtı… Açtı…

TARLABAŞI

Demir kapılı, cumbalı ev bakımlıydı o zamanlar. İçinde bir Rum ailesi yaşardı. Güngörmüş, iyi insanlar… Kahveleri kavruk olurdu. Tatlıları şerbetli. Esmer, küçük kızları, piyano çalmadığı zamanlar demir kapının üstündeki cumbanın camına alnını yaslar, uzun uzun sokağı seyrederdi.

EVE DÖNMEK

Sokakta çocuk… Tek başına… Yürüyor… Yürüyor… Evleri tam karşıda… Ama ona bir türlü ulaşamıyor. Ablası dış kapıya yaslanmış. Yolu gözetliyor. Bayramlık pembe elbisesi sırtında. Çocuğun bulunduğu tarafa bakıyor. Elini siper etmiş alnına. Ama onu göremiyor. Hızlandırıyor adımlarını çocuk. Koşmak istiyor. Asfalt geriye kayıyor ayağının altından. Her küçük adımı onu ablasına, evine yaklaştıracağına…

DEMİR ATLI

Bağbozumu zamanı, oluklarından üzüm suyu akan daracık sokaklardan birinde, aniden çıkıverir karşınıza. Ne gölgesi, ne de motorunun sesi hızına yetişebilmiştir. Olağanüstü bir devinimle, sessizce çağlayarak dönmüştür köşeyi. Setinden henüz kurtulmuş, coşkun bir nehir gibi. Ve siz daha ne ile karşı karşıya olduğunuzu kavrayamadan mızrak gibi…

Tgumusay Yazar:

Tek Yorum

  1. Nalan
    17 Ekim 2016
    Yanıtla

    Eleştirmen değilim ama iyi bir okur olarak şunu söyleyebilirim; “Roman,öykü ya da bir hikaye okuyanı içine çekebiliyorsa bence onu yazan kişi okurun yüreğine dokunmuştur.” Ve ben o satırları okurken o tezgahın başında oturup,gelip geçeni seyrettim.Keşke Saffet Dayı ile biraz daha zaman geçirebilseydim..Kaleminize sağlık.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir