TARLABAŞI

TARLABAŞI

Demir kapılı, cumbalı ev bakımlıydı o zamanlar. İçinde bir Rum ailesi yaşardı. Güngörmüş, iyi insanlar… Kahveleri kavruk olurdu. Tatlıları şerbetli. Esmer, küçük kızları, piyano çalmadığı zamanlar demir kapının üstündeki cumbanın camına alnını yaslar, uzun uzun sokağı seyrederdi.

Kızın ismi Agata’ydı. İlk aşkı: Agata. Yazlık sinemada çıplak kolları değmişti birbirine. Çekmemişlerdi kollarını, kaskatı durmuşlardı öylece. Komedi filmiydi galiba ama o gözleri karararak bakmıştı perdeye. Agata tüylerinin diken diken olduğunu fark edecek mi diye yüreği ağzında… Sonradan aklına gelmişti, aynı gün sabahtan akşama kadar maç yaptığı, birkaç kez terden sırılsıklam olup kuruduğu. Kim bilir nasıl da ter kokmuştu Agata’nın hokka gibi zarif burnuna…

O gün bugün her akşam muhakkak yıkanırdı.

O zamanlar Gedikpaşa’da bir ayakkabı atölyesinde çıraklık ediyordu. Cebinde üç kuruş yevmiyesi… Film arasında kağıt helva almıştı ikisine. Helvanın şekerlemesi yeni yetme bıyıklarına yapışınca Agata sakız gibi gülmüştü. O beyazlık pırıl pırıl durur hala yorgun kalbinin bir köşesinde.

***

Agata’ların bir sabah herkes uykudayken -bekçinin söylediğine göre merdivenlerini okşayarak- terk ettikleri demir kapılı eve, Güney Doğu’daki köyleri boşaltılmış bir Kürt ailesi yerleşmişti. Kalabalık bir aile. Erkekler sabah erkenden ameleliğe giderdi. Kadınlar kat kat giysili, yırtıcı bakışlı.

Kürt ailenin bir sürü çocuğu vardı. Bir tanecik Berfu’su. Cumbanın penceresinden bakardı o da. Hep birini beklerdi sanki. Doğuştan sürmeli uzun kirpiklerini siyah kelebek kanatları gibi kırpıştırarak. Başı yarı örtülüydü. Yanakları gamzeli. Esmerdi o da. Gülümsemesi, sokak lambaları hiç yanmayan mahalleyi aydınlatırdı.

Karlı bir kış gecesi Berfu’nun babasıyla, iki ağabeyi yolunu kesmişlerdi. Cumbayı gözetlediğini görürlermiş meğer. Boğazını uzun uzun sıkmış, adem elmasını sustalıyla soymuşlardı. Buz gib soğuk terler dökmüş, eve döndüğünde titreye titreye, uzun uzun yıkanmıştı.

Yıkanmaya boynundan başlama alışkanlığı o günden kalmaydı.

Berfu, kalabalık ailesi ile birlikte Kumkapı’daki hemşehrilerinin yanına taşındığında, ikisi de bunalıma girmişti. Başlık parasını biriktirip, isteyecekti onu babasından. Yeminle yapacaktı bunu. Kumkapı’daki bakkal çırağı aracılığıyla gizli gizli mektuplaşıyorlardı. Yağmurlu bir akşam, bakkal çırağı mektubunu teslim almadı.

Berfusu intihar etmişti.

***

Demir kapılı evin sonraki sakinleri bir Roman aileydi. Pek sakin değildiler esasında. Şarkıları, küfürleri, kavgaları hiç bitmezdi. Erkekler geceleri Beyoğlu meyhanelerinde çalgıcılık yapıyor, kadınlar bütün gün kapı önünde reçellik incir soyuyor, çiçek derliyor, lavanta kurutuyor; kızlar ise kumaşçılardan, dokuma atölyelerinden, tuhafiyelerden artık kumaş, kırpık topluyordu.

Hayatında ilk kez, o Roman kızlarından biriyle iş görmüştü erkekliği. Kulağının arkasından çiçeği, ağzından sakızı eksik olmayan Güllü Kız’la. Dört mevsim yanık tenli, ince, uzun boylu, küçük memeli, beline kadar simsiyah saçlı, güzel olmasa da cilvesiyle yılanı deliğinden çıkarabilecek hünere sahip Çingen Güllü’yle.

Bir gün kulağına, İMÇ’de çiçekli bir fistan beğendiğini fısıldamıştı, Güllü. İki haftalığını bastırıp fistanı alınca da boş bir binanın bodrumunda, yayları fırlamış, is kokan bir yatağın üzerinde açıvermişti bacaklarını ödül olarak. Öyle kolay, çabuk ve sıradan… Çocukken komşu çocuklarıyla beraber kuytulara işeyiverdikleri gibi. Rahatlamayla, mide bulantısı arasında sendeleye sendeleye odasına zor dönmüş, uzun uzun yıkanmış, yatağın pisliğinden ve ilk kez üzerine bulaşan kadın kokusundan arınmaya çalışmıştı.

Güllü’ler sonradan pişman olacakları bir kararla Sulukule’den koparılan Romanların yerleştirildiği toplu konutlara taşındılar birkaç yıl sonra.

***

Bir kez daha boşalan demir kapılı cumbalı evin üst katına iki üniversite öğrencisi, cumbanın bulunduğu alt kata da iki travesti yerleşti. Travestiler geceleri işe çıkıp sabaha karşı döner, mahallenin huzurunu bozmamaya dikkat ederlerdi. İlk travesti arkadaşlarıydı onlar. Arada çay demleyip batak ya da okey oynamaya çağırırlardı. Bazen üst kattaki üniversiteliler de inerdi oyuna. Arabesk müzik çalardı hep evlerinde. Havuçlu keklerinin ve ucuz parfümlerinin kokusu sokağı tutardı.

Bir geceyarısı, travestilerin demir kapıya dayanan pezevenklerini ikna etmeye çalışırken bıçaklanmıştı. Öğrenciler olan biteni cumbanın penceresinden görmüş, koşarak aşağı inivermişlerdi. Onu Taksim İlkyardım’a yetiştirmiş, yarasını diktirmişlerdi. Öğrencilerin örgütlü oldukları söyleniyordu. Hızlıca örgütlenmeseler belki filmi o gece kopmuş olacaktı.

Bıçaklanmanın en kötü yanı, yara iyileşene kadar yıkanamamaktı.

***

Sonra kentsel dönüşüm diye bir kabus başladı. Komşu mahalleler, asırlık evler, baba yadigarı dükkanlar, gayrımüslim hatıralar, gariplere kucak açan binalar boşaltılıyor, doğma büyüme Tarlabaşılılar; başka yerde var olamayıp buraya sığınmış insanlar; diğerlerini hor görecek takati kalmayanlar; bu çevrede iş tutan ve geliri bir tek buranın kirasına yetebilen kiracılar sırayla kapı dışarı ediliyor; mülk sahipleri bir daire fiyatına koskoca binalarını elden çıkarmak zorunda bırakılıyordu.

Oturduğu apartman yıkılınca o da açıkta kalmıştı. Çalıştığı ayakkabı atölyesi iflas ettiğinden beri ekmek parasını çıkarmaya çalıştığı hurdacılık da para etmiyordu artık. Evi, mahallesi, semti, komşuları, anıları ile birlikte hayatının da hurdası çıkmıştı.

Döşeği, leğeni ve bir poşet eşyası ile bir süredir boş duran demir kapılı eve sığınmıştı, son bir gayretle. Demir kapının üstündeki cumbalı odaya.

Sabahtan akşama kadar hurda peşinde koşuyor, akşam alt katta yaşayan Afrikalılar’ın ayarladığı kaçak suyla enikonu yıkanıyor, sonra gün boyunca çöplüklere gire çıka leş gibi olan tek pantalonunu leğende sabunlayıp, duruluyordu.

Pantalonunu, demir kapının dışına çektiği çamaşır ipine asıyor, sonra da donuyla odasına çıkıyordu.

Agata gibi alnını cumbanın camına yaslayarak saatlerce sokağın geçmişine, yazlık sinemada kollarını nasıl öpüştürdüklerine filan dalıp gidiyor; kirpiklerini Berfu gibi kırpıştırarak bazen çarpıntı eşliğinde aşkı, bazen soluğu kesilerek intiharı düşünüyor; aklına Güllü’nün uzun saçları ve küçük memeleri düştüğünde yatağından yükselen is kokusu eşliğinde erkekliğini duyumsuyor; soğuklarda dikiş izleri sızlamaya başlayınca diline travesti dostlarının dinlediği arabesk parçalardan biri takılıveriyordu.

Çalışmadığı pazar günleri, demir kapılı evde yaşamış komşularının, çocukluk aşklarının, dostlarının duvarlara, fayanslara, kapı eşiklerine, pencere pervazlarına, mutfak mermerine, rabıtalara, tavanlara bıraktığı izleri inceliyor, onlara anılar, hikayeler yakıştırıyor; şimdiki zamanın yıkıcılığını o merhametli izlerin, çatlakların arasına süpürüyordu.

Ertesi sabah – eğer yağmur yağmamış ve pantolonu kurumuşsa – giyinip dışarı çıkıyor, kentsel dönüşümün ne zaman demir kapılı evle birlikte hayatla son bağını da koparacağını aklına getirmemeye çalışarak hurda toplamaya koyuluyor, bazı akşamlar iş dönüşü camiye uğrayıp, yardım kutusuna üç beş kuruş attıktan sonra, imama ölünce kendisini mutlaka iyice yıkamasını ve yıkamaya muhakkak adem elmasından başlamasını tembihliyordu.

 

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

CANKURTARAN

Yalnızlıktan nefret eder. İnsanlardan daha çok. Karanlığı sevmez. Güneşi hele hiç. Bulutların, pişmanlıkların, isyanların insanıdır. Yeryüzünden çok gökyüzünün. Suyun üstünden çok altının. Nadiren, şafak vakti dışarı çıkar. Omzunda kamış oltası. Elinde yoğurt kovası. Kovanın içinde ağlı kepçesi. Boynunda yunus düdüğüyle. Tedirgindir. Balıkçı gibi görünmektedir çünkü. Oysa balıkçılardan nefret eder.

GÜZEL BİR ŞEHRİ TERK ETMEK

“Bir gün”dedi, “bu şehri terk edersem, Boğaz’dan, yüzerek yaparım bunu. Tankerlerle yarışarak… Lüferlerle öpüşerek… Balıkçılarla vedalaşarak… Hisarlara el sallayarak…” Sözlerini bitirince acı bir tebessüm yerleşti dudaklarına. Üç arkadaştılar. Boğaz’a karşı bir banka oturmuş, seyyar çaycının kağıt bardaklara doldurduğu çayları yudumluyorlardı. Geceyarısı olmak üzereydi. Meltem ılık ılık yalıyordu yüzlerini. Yıldızlar pırıl pırıldı. Kafalar dumanlı.

UÇAN HELVA

Pırıl pırıl bir yaz sabahıydı. Her bayram yaptığımız gibi büyüklerin ellerinden öpmüş, arkadaşlarla birlik olup konu komşunun kapısını çalmış, ayaküstü ziyaretlerimizi tamamladıktan sonra da, ağızlarımızda sakızlı şekerlerden koca birer yumruk, soluğu parkta almıştık.

KUYTU

Erkek sırt çantasıyla indi vapurdan. Omuzları herkesten daha dik. Martı gibi gövdesini rüzgara bırakarak kalabalığın arasında süzüldü. Kız onu iskele kapısında, uslu bir köpeğin yanında bekliyordu. Onun da çantası sırtında. Günün son saatiydi. Işığın düştüğü yerler altın rengi. Kızın yüzü de öyleydi. Erkek onu görünce gülümsedi. Gülümsemesi tatlı bir dalga gibi kızın yüzüne çarpıp geri döndü.

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir