DİŞİ KUŞ
Hacer’i Süleymaniye sokaklarında uzun mantosu, başında örtüsü, elinde ekmek poşetiyle görseydiniz alelade biri sanırdınız. Dolgun pembe yanakları, zeytin siyahı gözleri, dışa basan küçük adımları onu Anadolu’nun pek çok mahallesinde yaşayan yüz binlerce kadından ayırt etmeye yetmezdi. Hacer de topluca gövdesini bir sağa bir sola yatırarak ağır ağır bakkala, pazara giderdi. Yolda eşe dosta rastladığında, laflayarak nefeslenmeyi severdi. Yabancı erkeklerle göz göze gelmemek için önüne bakarak yürürdü. Bütün gün cama yaslanıp geleni geçeni gözetleyen komşularla selamlaşmayı ihmal etmez, dedikodu yapmaya bayılırdı. Fiyatlar konusunda araştırmacı, pazarlıkta iddialı olsa da alışveriş esnasında bir serçe gibi ürkek ve tedirgindi. Satın aldığının benzerini daha ucuza görmekten, aynı fiyata daha iyisine rastlamaktan, bir şeylerini bir yerlerde unutmaktan, cüzdanını çaldırmaktan deli gibi korkardı. Giysileri renksizse de, tabağını, bardağını, perdesini, masa örtüsünü allı, morlu, güllü, kuşlu alırdı. Sebzenin, meyvenin, ekmeğin en tazesini seçmekte, az parayla çok iş kotarmakta ustaydı.
Kendisine benzeyen milyonlarca kadın gibi Hacer’in de hayatı ailesine adanmıştı. Üç çocuk, bir koca, bir anne ve bir kayınvalideden oluşan altı kişilik dev kadro Hacer’den yirmi dört saat hizmet beklemekteydi.
Hacer evliliğinin ilk yıllarında iki katlı ahşap evlerinin temizliği, onarımı, odun kesme, taşıma, soba yakma, banyo hazırlama, sofra kurma, bulaşık, ütü, denkleri aç, yatakları topla, masal anlat, meyve soy, çay demle, nane limon kaynat derken sayısı ve talepleri giderek artan hane nüfusunun ihtiyaçlarını karşılayabilmek için koşturup durmaktan bir deri bir kemik kalmıştı.
Sonra bir gün gözünde fer, dizlerinde derman kalmamış bir halde mutfak tezgahına yaslanmış, güç toplamaya çalışırken, kayınvalidesinin yukarı kattan “bir bardak su getiriver kız Hacer” diye seslenişi üzerine güçlükle kaldırdığı sürahideki suyu bardağa boşaltmış, ileri doğru bir adım atmaya yeltenmiş, işte tam o anda ayakları yerine üşümemek için omzuna aldığı hırkanın içi boş kolları hareket etmeye başlamış, sonra o hareket kanat çırpma ritmine ulaşmış ve işte ilk kez o soğuk kış akşamı, Hacer ayakları yerden kesilerek evin içinde yükselmeye başlamıştı.
Önce korkudan küçük dilini yutacak gibi olmuş, sonra panik halinde hırkayı çıkarıp aşağı bırakmış ve bu hareketinin peşi sıra ahşap zemini boylamıştı. Bardağın parçaları hole kadar saçılırken, Hacer secde ettiği yerden bir süre kalkamamış, bildiği tüm duaları arka arkaya okuduktan sonra yüzüne kapattığı parmaklarının arasından ürkekçe etrafı kolaçan etmiş, usul usul doğrulup, besmele çekerek yerleri süpürmeye girişmişti. Sonra birdenbire kendisini de şaşırtan bir kararla tekrar makine örgüsü, pembe hırkasını omuzlarına almaya cesaret etmiş ve hırkanın kolları bir kez daha uçmayı öğrenen bir kuşun acemi kanatları gibi telaşla harekete geçerek bizimkini havalandırmıştı. Bu kez hizasına yükseldiği dolabın üst rafından çiçekli bir bardak almış, azıcık aşağı inerek sürahiye uzanmış, uçarak mutfağın içinde bir tur atmış ve hole çıkarak basamakların üstünden üst kata, oturma odasının kapısına kadar kanat çırpmayı sürdürmüştü. Sonra kapıya yaklaşınca hırkasının kolları Hacer’in düşüncesini okur gibi yavaşlamış ve onu usulca yere kondurmuştu.
Hacer, kapıyı açarak içeri girdiğinde, ne bardağı uzattığı kayınvalidesi, ne de gözünü televizyondan ayırmayan ev ahalisi onda herhangi bir olağandışılık fark etmişti. O da boş bardakla odadan çıkmış, uçarak mutfağa inmiş, holdeki avizenin etrafında birkaç tur attıktan sonra meyve tabağı ile yukarı süzülerek, kapı eşiğine iniş yapmış ve odadakilere katılmıştı.
O geceden sonra Hacer’deki değişim herkesi şaşkına çevirdi. Annesi ara ara ağırlığından, pasaklılığından, somurtkanlığından yakındığı kızında artık eleştirecek kusur bulamıyor, kayınvalidesi üstünde bir parmak toz gördüğüne yemin ettiği avizenin nasıl böyle ışıl ışıl olduğuna akıl sır erdiremiyor, dünürüne sobanın artık hiç odunsuz kalmamasının romatizmalarına nasıl da iyi geldiğini itiraf ediyor, çocukları her defasında kendilerinden önce uyuyakalan annelerinin masalları eşliğinde rüyaya dalmanın keyfini yaşıyordu. Hacer’deki değişimi en son fark eden kocası oldu. Bir gece vardiyaya çıkarken “Pek iş yapmıyor musun sen bu ara?” diye sordu. Ve kapıyı çekmeden ekledi: “İyiden iyiye semirmeye başladın…”
Merdivenleri basamaksız çıkmak, döşekleri bir çırpıda yüklüğe taşımak, kömürlükten odunu kömürü uça uça çıkarmak, hepsi kolaylaştırmıştı Hacer’in hayatını. Neşelendirmişti de kuşkusuz. Evlenince bıçak gibi kesilen çocukluğuna dönüyordu her kanatlanışında. Her gün yeni hareketler keşfediyor, sabah kalkar kalkmaz rüyasında yaptığı pikeleri, ani tırmanışları, alçak uçuşları, havada asılı kalmaları önce yatak odasında prova ediyor, çocukları okula yollayıp anasıyla kaynanasını televizyonlu sıcak odaya kapatıp, kahvelerini de önlerine koyduktan sonra evin çeşitli köşelerinde tekrarlıyordu. Alan ne kadar genişse uçmak da o kadar zevkli oluyordu.
Hacer böyle böyle başladı eve sığmamaya. Kocası bir ay gececi, bir ay gündüzcüydü. Gündüzcü olduğu aylar da yemekten sonra ya kahveye ya birahaneye çıkar, Hacer yattıktan sonra çıkagelir, bazen karısını ayağıyla dürtüp uyandırarak kahve, çorba filan yapmasını emreder, bazen de üstünü başını çıkarmadan yatağın bir köşesinde sızıp, horlamaya başlardı.
Hacer çocukları uyutup yatak odasında tek başına kaldığında pencerenin pervazına yaslanıp hayaller kuruyordu hanidir. Camı açıp karşı binanın çatısına uçmayı, elektrik tellerine takılmadan iyice yükselmeyi, Süleymaniye Camisi’ne doğru süzülmeyi ve caminin kubbesine konup, Haliç’i seyretmeyi düşlüyordu. Biraz nefeslendikten sonra sırayla dört minarenin etrafında dört dönecek, onuncu padişah Kanuni’nin şerefine yapılmış on şerefede de kısa molalar verecek, Cevahir Minaresi’ni yakından inceleyerek Şah Tahmasp’ın gönderdiği mücevherlerin izini sürecek, uykusu kaçmış martı ve güvercinlerle arkadaşlık edecekti. Bu yolculuğu uykusunda defalarca tekrarlamış, her seferinde büyük bir hazla, hayatında daha önce hiç duyumsamadığı baştan çıkarıcı bir özgürlük duygusuyla yataktan kalkmıştı.
Pazara diye evden çıktığı bir gün, belediye otobüsüne atlayıp Beyazıt’a gitti. Düğünden beri sakladığı küçük altınlarından birini bozdurdu. Koşar adım bir tesettür giyim mağazasına girdi. Siyah, uzun kollu bir kazak-hırka takımı, hareket kabiliyetini kısıtlamayan bolca, esnek bir siyah pantolon ve siyah bir eşarp satın aldı. Pazar alışverişini hızlıca yaparak eve döndü. Yeni aldığı giysileri kimseye göstermeden, poşetiyle sandığın en altına sakladı. Sabırsızlıkla akşamı beklemeye koyuldu.
O gece yavrularına Süleymaniye Camisi’nin kubbesinde yaşayan güvercinlerle ilgili, kendi uydurduğu bir masal anlattı. Çocuklar uykuya dalınca sırayla alınlarından öptü. Üstlerini güzelce örttü. Annesiyle kayınvalidesinin yattığı odanın kapısını dinleyip ikisinin de derin uykuda olduklarından emin oldu. Saatin gece yarısını geçmesini bekledi. Komşuların ışıkları birer birer sönüp, sokak lambaları da kapanıp, dışarısı büsbütün karanlığa gömülünce sandığın kapağını yavaşça kaldırıp, poşeti çıkardı. Karanlıkta görünmemek için özellikle satın aldığı siyah kıyafetlerini giyinmeye koyuldu. Eşarbını da sıkı sıkı bağladıktan sonra son parçayı, siyah hırkayı omzuna aldı. Uçarken düşmemesi için hırkanın omuzlarını çengelli iğnelerle kazağına tutturdu. Kimse duymasın diye pencereyi usulcacık açtı. Soğuk, yüzüne çarptı. Gözlerini kapatıp buz gibi isli havayı ciğerlerine çekti.
İki hamlede pervaza çıktı. Şöyle bir yukarı baktı. Hava açıktı. Gözbebeğinde bir yıldız parladı. Aylardır her gece hayalini kurduğu andaydı. Yüzüne huzurlu bir gülümseme yayıldı. Rüyalarından tanıdığı baştan çıkarıcı özgürlük duygusu iç organlarını gıdıkladı. Bütün sorumluluklarını geride bırakmak için, gökyüzüyle kucaklaşabilmek, mahallesine, şehrine, hayata tepeden bakabilmek, hiç olmadığı kadar hür olabilmek için beklemesine gerek yoktu artık. Eşikte, o anın tadını çıkardı.
Uzakta bir ışık belirdi. Yaklaştıkça ışıklar iki oldu. Hacer görülebileceğini düşündü o an. Ürktü. Araba kendisini aydınlatacak kadar yaklaşmadan kendisinin iki kanat çırpışta karşı evin çatısına konabileceğini düşündü. Karar verdi aniden. Ayaklarının altındaki pervazdan güç alarak hafifçe yükseldi. Kollarını çırpmaya çalıştı. Ama yükselemedi bu kez. Bir an için dünya durdu. Hacer havada asılı kaldı. Ve dünya yeniden dönmeye başladığında, vurulmuş bir karabatak gibi düştü aşağı. Öyle siyah düştü ki, arabanın farları bile onu karanlıktan ayıramadı.
Mrh uzun süredir, düşündürücü, sıcak, heycan verici ve zaman zaman hüzünlendiren öyküleri okuyorum. ve bazen okurken kendimi gülerken, gözü yaşlı yada şaşkın buluyorum. TÜM öykülerdeki duygu transferi müthiş. bu satırların döküldüğü yüreğe tşk ederim.