KASIRGA

KASIRGA

Flamboyan ağacının küçük yaprakları yeşil bir kelebek sürüsü gibi dallara konup konup havalanıyordu. İncecik dallar havada irili ufaklı daireler çiziyor, turuncu çiçekleri ve dev taze fasulyelere benzeyen tuhaf meyveleri gövdesinde oluşan minik hortumlara kapılarak dört yana savruluyordu.

Görünmez parmaklar, palmiyelerin ince uzun yapraklarında piyano çalarcasına geziniyor, dallar birbirine dolanarak göğe uzanırken yapraklardan alkış sesine benzer hışırtılar yükseliyordu.

Büyük vitrinli mağazaların camlarına karton parçaları bantlanıyor; bahçelerdeki saksılar, motosikletler, masa ve sandalyeler evlere taşınıyor; yarım yüzyılı çoktan devirmiş otomobiller, ağaç ve çatılardan uzak köşelere park ediliyor; üç beş çeşit ürün bulundurabilen mütevazı büfelerin, sırayla girilebilen süpermarketlerin, poşetlenmiş unlu mamuller satan tezgahların, sabit sebze meyve pazarının önü giderek kalabalıklaşıyordu.

En az iki gün etkili olması beklenen kasırga süresince elektrik, su ve havagazı tedbiren kesilecekti. Geçmişteki bazı örneklerde, hasar durumuna göre bu kesintinin çok daha uzun sürebildiği tecrübe edildiğinden; insanların büyük çoğunluğu konserve, kraker, peksimet, muz, avokado, mango, guava, papaya gibi tüketime hazır ve uzun ömürlü ürünler stokluyordu. Yedek otomobil aküleriyle elektrikli ocaklarını çalıştırmanın yolunu bilen ehlikeyifler ise sosis, domuz pirzola, hamburger köftesinin yanı sıra patates, yuka ve malanga gibi kök bitkileri satın almayı tercih ediyordu.

Rüzgar şiddetini artırdıkça fırının önündeki kuyruk uzuyor, ürün çeşitliliği zaten oldukça kısıtlı olan süpermarketlerin atıştırmalık rafları çocuklu aileler tarafından hızla boşaltılıyordu. Yalnız başına alışveriş yapan erkeklerin ise poşetlerini yiyecekten ziyade birayla doldurdukları göze çarpıyordu.

Bütün bu koşuşturmaca esnasında sokağa bir bisiklet girdi. Bisikleti esmer, yakışıklı bir erkek kullanıyordu. Gidonla sele arasındaki üst boruya yedi yıllık bir rom şişesi bağlanmıştı.

Rüzgar fırtınaya dönmeye başlayıca, son dükkanlar da kilitlenmiş, mahalleli evlere kapanmıştı. Kuru ağaç dalları asfaltta sürükleniyor, boş market poşetleri havada taklalar atıyor, tek tük geçen araçlar gazı köklüyor, kapılarının önünde top oynamakta ısrar eden iki çocuk, fırın kuyruğundan dönen babaları tarafından yaka paça içeri alınıyordu.

Erkek bisikletinden inmiş, dalları gri bulutlar tarafından mıknatıs gibi gökyüzüne doğru çekilen flamboyan ağacının altında dikiliyordu. Rom şişesi şimdi elindeydi. Diğer elinde, az önce dalından kopmuş turuncu bir çiçek tutuyordu. Romdan ufak bir yudum aldı. Omzunu ağacın gövdesine yasladı. Gözlerini kısarak, giderek havaalanı pistine benzeyen geniş ve esintili caddenin ucundaki karaltıyı seçmeye çalıştı.

Uçuşan toz, yaprak ve ambalaj kağıtlarının arasında ritimli adımlarla ilerleyen karaltı; ince belli, dolgun kalçalı bir kadın silüetine dönüştü. Sürekli yön değiştiren fırtına, yaklaştıkça güzelleşen kadının saçlarını her yöne uçuşturuyor, ona özgür ve ulaşılmaz bir hava katıyordu.

Kadının üstünde mor renkli, erkeğin elinde tuttuğu turuncu çiçeğe benzer desenleri olan bir elbise; omzunda keten bir çanta vardı. Gözlerini kırptıkça uzun siyah kirpikleri palmiye yapraklarını taklit edercesine yay gibi havalanıp iniyordu. Nereye gideceğini, nerede duracağını kendisi de bilmiyormuş ve bunu hiç umursamıyormuş gibi her yere uzak, herşeye yabancı bakıyordu.

Erkek, kadının fırtınadan kaçmak yerine olan biteni anlamaya çalışan meraklı gözlerini, hayatın tüm olasılıklarına gülümsemeye hazır biçimli dudaklarını, askı değdirmeye katlanamadığı için çıplak bıraktığı omuzlarını incelerken, onun da tıpkı kendisi gibi kasırga boyunca tek başına dört duvar arasına kapanamayacak biri olduğunu sezdi.

Bir polis aracı hızla aralarında geçti. Fırtına, aracın motor sesini bastıran uğultusuyla caddeyi tekrar ele geçirdi. Bu sırada kadınla erkek arasındaki mesafe iyice azalmıştı. Erkek, her şeyin kadına bağlı olduğunu biliyor, soluğunu tutmuş bekliyordu.

Flamboyan ağacının bir dalı çatırdayarak koptu. Erkeğin bir adım ötesine düştü. Kadının bakışları düşen dala doğru kayarken erkeğin gözleriyle çarpıştı. Kirpiklerini kırpıştırdı. Yavaşladı… Erkeğin elindeki turuncu flamboyan çiçeğini işaret ederek:

“Zavallı güzel çiçek” dedi.

“Haklısınız…” diye karşılık verdi erkek, çiçeği öne doğru uzatırken. “Onun için talihsiz bir gün. Ama izin verirseniz, güzel saçlarınızda teselli bulabilir.”

Belli belirsiz, başına buyruk gülümsedi kadın. Bakışlarını erkeğin diğer eline çevirerek:

“İyi rom” diye konuyu değiştirdi.

“Kasırga için” dedi, erkek. “Her iyi rom gibi o da aşkla yudumlanmayı umut ediyor.”

“En az iki gün sürer diyorlar kasırga için” derken bembeyaz dişleri göründü kadının.

“Belki çok daha fazla…” diye karşılık verdi, erkek. “Evde romun devamı var.”

Kadın durdu. Fırtına da ona uydu bir an için. Erkek usulca yaklaştı. Elindeki flamboyan çiçeğini kadının kulağının arkasına, okşar gibi yerleştirdi.

Kadının parlak omuzları ürperdi.

“Kasırga başlamak üzere…” diye fısıldadı, bu kez tereddütlü.

Gözü az önce kırılıp yere düşen dala takıldı. Bazen hayat ne kadar da vakitsiz ve kırıcı sona erebiliyordu.

“Ev uzak mı?”

Gülümseyince, erkeğin gamzesi meydana çıktı. Başlarının üstündeki yapraklar, dünyanın en kalabalık yeşil kelebek sürüsü gibi havalandılar.

Erkek bisikletini göstererek: “On dakika” diye yanıtladı. “İki kişi binince daha da hızlı gidebiliyor.”

Bisiklet tek kişilikti. Romu kadının çantasına koyup gidona astılar. Kadın üst boruya yanlamasına oturup ayaklarını ön tekerleğin solundan aşağı sallandırdı. Erkek pedala bastı. Gidonu tutarken mecburen kadını da kucaklamış oldu. Kadın, düşmemek için gövdesini erkeğin göğsüne yasladı.

Tenlerinin kokusu, esintiyle beraber iç içe geçen dallar gibi birbirine karıştı. Daha fazla konuşmadılar. Kasırganın ne kadar şiddetli olabileceğini hayal etmeye çalıştılar. En az iki, belki çok daha fazla gün boyunca birlikte mahsur kalacakları dört duvara doğru ilerlemeye koyuldular.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

GÜLLÜ

Seyyar satıcıları saymazsak renksiz bir cumartesiydi. Simit peşinde rıhtımla vapurlar arasında uçuşan martıların beyaz kanatları, uzaktan bakılınca denize düşen kar tanelerini andırıyordu. Haydarpaşa Garı, sargılar içindeki kulesi ve yamalı gövdesiyle göz göz pencerelerini güçlükle açıp kapıyor, artık koynuna tren almak için çok yaşlı olduğundan yakınıyordu.

UÇAN HELVA

Pırıl pırıl bir yaz sabahıydı. Her bayram yaptığımız gibi büyüklerin ellerinden öpmüş, arkadaşlarla birlik olup konu komşunun kapısını çalmış, ayaküstü ziyaretlerimizi tamamladıktan sonra da, ağızlarımızda sakızlı şekerlerden koca birer yumruk, soluğu parkta almıştık.

KEDİ MEMO

Küçükken tıka basa antika eşyalarla dolu dükkanlarında, babası misafirleriyle çay içip laflarken o kendine kuytu bir köşe bulur, büyük bir tablonun arkasına on sekizinci yüzyıldan kalma bir çalışma masasının altına ya da şanslıysa eski bir Osmanlı

HEYKELTIRAŞ

Sofraya otururken annesine: “Ölümü yenemeyeceğimi kabullendim. Ama ona öyle kolayca teslim olmamaya karar verdim.” dedi. Yumurtalı ekmekli, sucuklu, bal kaymaklı mükellef kahvaltıyı ilk gençliğindeki gibi iştahla silip süpürdü. Annesi sevinç göz yaşlarını gizlemeye çalıştı. Çay doldurmak için ocağın başına her gidişte ellerini havaya açıp, Allah’ına şükretti.

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir