GÖÇ

GÖÇ

Çoktandır bekliyordu. Şehirle son bağları da kopsun; gözünü arkada bırakacak tek kişi, hatta nesne kalmasın; yıllar sonra bir gün denizin ortasında ya da kim bilir hangi diyarda burun kökü sızlamasın diye.

Çok derinlerine karışmıştı çünkü şehir. Varlığına sızmıştı.

Çocukken… Henüz çanak antenler yoksul mahalleleri mantar hastalığı gibi sarmamışken… Buzlu kovalarda çocukların sattığı suları herkes aynı cam bardaktan içerken… İnsanlar çınar gölgelerinde uyuklayacak kadar huzura, birbirlerine çocuklarını emanet edecek kadar güvene, evde civciv besleyecek kadar iyimserliğe sahipken…

Köprüler, tarihi hanlar, camiler, kiliseler, cumbalı ahşap evler, kayıkhaneler, manzaralı tepeler tüm güzellikleri ve esrarları ile sereserpe uzanmışken… Ve kimse onları umursamazken…

Şehrin büyüsü ilgisizlikten, yoksulluktan, saygıdan, sezgiden, cahillikten, tembellikten… Her ne sebeptense öylece yüz yılların kokusuyla, dokusuyla insanın başını tatlı tatlı döndürüyorken…

Banliyö treninden inip, istasyonun bitişiğindeki plajdan denize girilebiliyorken… Yalan söyleyenin yalan söylediği gözlerinden anlaşılabiliyorken ve kötülük yapanlar sonunda muhakkak pişman olup, özür diliyorken…

Mutluydu o da.

Sonra bir şeyler olmuştu. Herhalde ondaydı kabahat. Herkes zenginleşirken o fakirleşmeye, herkes sosyalleşirken o yalnızlaşmaya, her şey hızlanırken o yavaşlamaya, şehir kalkınırken, o çökmeye başlamıştı.

İşini… Mahallesini… Evini… Ailesini… Dostlarını birer birer kaybetmişti… Peş peşe… Parmaklarının arasından sıyrılıp giden her parçası, bir başka bağını daha beraberinde götürmüştü. Yün kazak gibi sökülmüştü hayatı. Sökülen kısım topak olmuş, ip gibi incecik bir iz bırakarak yuvarlana yuvarlana gözden kaybolmuştu.

Vicdana, manaya ve kendine olan inancı tükenmeye başlamıştı hızla. Hayal kuramaz olmuştu. Etrafındakileri anlayamaz, derdini anlatamaz… “Kendimizden kopuyoruz” diye mırıldanmaya başlamıştı. “Bunlar bizimle ilgili değil.”

Kimse oralı olmuyordu.

“Bunlar için gelmedik dünyaya.” demişti bir gün telefonda biriyle tartışarak vapura yetişmeye çalışan telaşlı bir kadının önünü keserek. Telefonu aşağı indirip: “Sapık var!” diye bağırmaya başlamıştı kadın. “Beni tanımıyorsun ki.” demişti kadına sakince. “Her gün geçip gidiyoruz birbirimizin içinden…”

Çenesi o gün dağılmıştı işte. Artık istese de gülemiyordu.

Elde avuçta kalan son parasıyla eski bir kayık almış, onda yaşamaya başlamıştı. Denizde olmak, daha doğrusu karada olmamak iyi geliyordu. Balık tutuyordu acıkınca. Terleyince suya atlıyordu. Güneşe, yağmura, rüzgara veriyordu yüzünü. Isınıyordu, kuruyordu, serinliyordu. Derin nefes alınıyordu denizde. Derin düşünülmüyordu. Şehirden uzaklaştıkça kendinde toplanılıyordu.

Çocukluk çağrılabiliyordu küreklere asılınca. Şehir de hatırlıyordu hemen o günleri. Kulesiyle, kubbesiyle, köprüsüyle hatırlıyordu. Haliç hepten duruluyordu o zaman. Kurşuni bir renge bürünüyor, koyulaştıkça koyulaşıyordu. O kadar ki, kürekler çekilemez oluyordu…

Ama o eski şehre bir türlü ulaşılamıyordu.

Öyle bir akşam, Haliç’in giderek koyulaştığı, onunla başa çıkamayan yorgun küreklerin peş peşe ortadan ikiye kırıldığı, mehtabın bulutlara esir olduğu bir akşam; rüyasız, karanlık bir boşlukta aklını yitirmiş gibi sürüklenirken, titreyerek kendine geldi.

Dizlerine kadar su içindeydi. Sersemliği üzerinden atınca kayığı kurtarmanın olanaksız olduğunu anladı. Son mal varlığını da böylece batık Osmanlı kadırga direklerinin, Bizans sikkelerinin, hiçbir zaman bulunamamış suç aletlerinin, öfkeyle fırlatılmış nikah yüzüklerinin, ucuz şarap şişesi kırıklarının arasına terk edip, kıyıya doğru kulaç atmaya başladı.

Hayata tutunmakta ısrar eden iradesine şaşırıyor ama yaşama güdüsü, çocukluk anılarında kaybolma çekiciliğine galip geliyordu.

Karaya çıktı ama şehre sokulmadı. Rıhtımdan ayaklarını sallandırdı. Sabaha kadar gözünü denizden ayırmadı.

İskelede, batan kayığını bağladığı dubanın hemen yanında, yıllardır başıboş duran bir sal vardı. Alacakaranlıkta, kıyıdaki öteberisini sala yüklemeye koyuldu.

Bir mangal: Tutacağı balıkları pişirmek için.

Birkaç eski dolap: Parçalayıp mangalı yakmak için.

Bir parça branda: Uyurken üstüne örtmek için.

Bir araba lastiği: Salı rahatça yanaştırabilmek için.

Bir can simidi: Sal batarsa hayatta kalabilmek için.

Ve bir karga: O da artık bu şehirde yaşayamayacağına karar verdiği için.

 

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

ORGANİK PAZAR

Çocuk karaltının suratına baktı. Sakallı, ağızsız, gözsüz bir adamdı. Tıpkı diğerleri gibi onunla da herhangi bir insani temas kurulamazdı. Adam çocuğu ensesinden yakalayıp kedi yavrusu gibi pazarın çıkışına bıraktı. Bir daha oralarda dolaştığını görürse bütün iç organlarını teker teker sökeceğini söyledi. Ayağının ucuna tükürüp uzaklaştı.

KARANLIK

Uzakta ince bir ışık gördü. Sokakla bir kıvrılınca ışık genişledi, etrafındaki birkaç bitkin binayı aydınlatacak güce ulaştı. Işıkla birlikte, başlangıçta zihninde çaldığını sandığı melodi de kulakla işitilebilir oldu. Adımları hızlandı. Evet… Bir piyano sesiydi. Öyle tanıdık, öyle dokunaklıydı ki… Notalar kelebek sürüsü gibi sokak lambasının etrafında kanat çırpıyor, ışığın rengini altınımsı hale getiriyordu.

EGE RÜYASI

İşte O, bir tek bu saatlerde gerçekten nefes aldığını hissediyor, baba yadigarı “Rüya” adlı sandalının küreklerine asılarak karadan uzaklaşıyordu. Özellikle bir hedef belirlemiyor ama ilginç bir şekilde her gece kendini aynı sularda buluyordu. Duracağı yeri ve zamanı gözlerinin yıldızlar gibi seğirmesinden, sandalının yakamoza karışmasından ya da başının üstünde aniden beliriveren kar beyazı bir martıdan anlıyordu.

AMELE

“Ne zor hayatları var di mi lan Hasan?” dedi Yaşar, dudaklarını büzüp sigarasının dumanını havaya üflerken. “He ya… Ben de onu düşünüyordum, Yaşarcan.” “Ben sana diyim bak. Bunların çimentosu olsa kumu olmaz. Kumu olsa çimentosu. De ki ikisini de buldular; suyunu ayarlayamazlar…” Gülüştüler. Hasan devam etti: “Her gün kırk kişiyle muhatap olurlar. Kırkının da kafasından ayrı ses çıkar. Hepsine de kendilerini beğendirmeye çalışırlar.”

Tgumusay Yazar:

Tek Yorum

  1. 6 Mart 2017
    Yanıtla

    Mis kokulu baharın göbeğinde oturmuş, çayım, yanımda yaşamımızı paylaştığımız köpeklerim Ponti ve Sırım, tavuklar ve iki horozum, kedilerim, rüzgarla birlikte tüttürdüğüm tütünüm, sevgili hûcuğum biricik eşim ve kareli öyküler. Mutlu ve huzurlu yaşantıma sonu mutlulukla biten öyküleriniz eklendi. Çok teşekkür ederim. Öykülerinize eklenmek, cümle içinde geçmek isterim. Bir ağaç gölgesinde dinlenmek, semaverden çay içmek, bahçeden topladıklarınla salatanı yapmak ve düşünmek, yazmak için bekleriz köy atölyevimize inşallah. Nurdan

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir