SARI SÖZLÜK

SARI SÖZLÜK

Erzurum’da okuyordum. Anadolu Lisesi’nde. 12 yaşındaydım. Sülalemin İngilizce öğrenen ilk kişisi olmanın gururu ve sorumluluğu vardı omuzlarımda. Ve bir taşra şehrinde yapayalnız olmanın burukluğu.

Çifte Minare’de ezan okunurken, biz İngilizce Öğretmeninin kasetinden Big Ben saat kulesinin çan seslerini dinliyorduk. Okul bahçesindeki hastalıklı ağaçlara saksağanlar konarken, güzel kokulu, kaygan sayfalı kitaplarımızdaki Heathrow Havaalanı resimlerine uçaklar iniyordu. Everest’e ilk tırmananın Sir Edmund Hillary olduğunu bilemeyenler ders bitimine dek tahtada tek ayak üzerinde dikilmek zorundaydı.

Sabahları kendinden şekerli çayın yanında margarin ve gül reçeli, diğer öğünlerde kuru fasulye ve nohut yiyorduk. Tatlı olarak şekerli kuru fasulye ve nohuttan ibaret, aşure.

Geceleri soğuktan, hıçkırıktan, horultudan saatlerce uyuyamıyor, rüyamda kendimi sıcacık yuvamda görüyor, hava aydınlanmadan ranzanın demirini döven nöbetçi öğretmen sopasının öfkesinden, doğduğuma pişman oluyordum.

Cumaları bekliyordum… Eğer hava çok karlı değilse, eğer Beden Öğretmeni geç kalmazsa, eğer yoklamayı aldıktan sonra kasadan taklayı ilk benim atmama izin verirse, eğer son otobüsün yirmi beş dakika sonra kalkacağını bilen Müdür Yardımcısı izin kağıdımı imzalarsa, kirli çamaşır ve defter kitap dolu çantamı sırtlanıp koşmaya başlıyordum.

Eğer trafik lambalarının ikisinde de kırmızıya denk gelmezsem, eğer yerler buzlu, çantam aşırı ağır değilse, eğer Oltu otobüsünde yer varsa ve eğer araç beş dakika rötar yapmışsa, yazıhaneden biletimi alıp kan ter içinde otobüse yetişebiliyordum.

Eğer aynı koltuk iki kişiye satılmamışsa ya da yerimde bir türlü biletini bulamayan ama numarasının orası olduğundan emin olan sert bakışlı, ağır işiten bir Hacı Emmi oturmuyorsa; ensemi koltuğun yağlı başlığına dayayıp derin bir oh çekiyor, Pazar akşamı dönüş arabasına binene dek dünyanın en mutlu insanı oluyordum.

***

Kar tanelerinin yere düşmek yerine Palandöken’den esen rüzgara asılıp havada uçuştuğu soğuk bir Cuma akşamüstüsü, bütün aşamalardan geçmiş, garajdan çıkmak üzere olan otobüsü, el kol işareti ile durdurmayı başarmıştım.

Arabada boş koltuk yoktu. Beni önce koridorun başındaki muavin taburesine oturttular. Son anda şoförü tanıyan bir yolcu binince, tabureyi ona verip beni arkadaki boş yedek şoför yatağına gönderdiler. Muavin, en gerideki yolcu koltukları ile otobüsün arka camı arasına çekilmiş yün perdeyi açtı ve beni arkadan iterek, iki uzun yastığın diklemesine yerleştirilmesi ile oluşturulmuş daracık yükseltiye çıkardı.

İçerden perdeleri çekince hiç fena durumda olmadığımı düşündüm. Cama dağ ve göl manzaralı bir resim sıvanmıştı. İçerisi loştu. Üzerine son uyuyan şoförün siyah saç telleri yapışmış minderi kaldırıp, başımı çantama yaslayarak uzandım. Çantamın cebinden sarı kapaklı cep sözlüğümü çıkardım ve fiil çekimlerini ezberlemeye koyuldum.

Önümdeki koltukta yaşlı bir amca şak şak Oltu taşından tespihini çekiyordu. Perdenin arasından sigara dumanı sızıyordu. Arada yolculardan biri ciğerlerini parçalarcasına öksürüyor, boğuk hoparlörlerden gelen acıklı uzun havayı bastırıyordu.

Sert frenler koltukların arkasına çarpmama neden oluyordu. Araç bozuk yollarda sarsıldıkça gövdem camla koltuklar arasında gidip geliyordu. Sallana sallana uyuyakalmışım. Rüyamda Palandöken’e ilk kimin çıktığını hatırlayamadığım için tahtada tek ayak üstünde dikilme cezası çekiyordum ki, kulağımın dibinde:

“Arkadaşım… Şşşt… Arkadaşım…” diye fısıldandığını duydum.

İrkilerek gözlerimi açtım. Önce kendimi yatakhanede sandım. Sabah etüdünü kaçırdığımı, ceza alacağımı, haftasonu evci çıkamayacağımı zannederek paniğe kapıldım.

“Toparlan da yer açıver, abiye” diye devam etti aynı ses.

Dışarıda hava iyice kararmıştı. Benimle konuşanın muavin olduğunu hemen kavrayamadım. Ama yatakhanede emirlere sorgusuz sualsiz itaat etmeye öylesine alışmıştım ki, derhal bağdaş kurup, şoför yatağının yarısını boşalttım.

Uykudan uyanmanın mahmurluğu ile kabustan kurtulmanın, daha da önemlisi ev yolunda olduğunu hatırlamanın sevinci birbirine karışmıştı. Yanıma yerleşen adam:

“Merhaba yol arkadaşım.” diyerek elini uzattı. “Fehmi benim adım.”

Tokalaşırken, ben de kendimi tanıttım. Takım elbiseli, güzel kokan, düzgün konuşan biriydi.

“Nereden böyle?” diye sordu.

Erzurum Anadolu Lisesi’ni işitince gözleri ışıldadı. Kendisi de aynı okuldan mezun olmuştu. Hala ağzına gül reçeli, kuru fasulye ve nohut sürmüyordu. Ranza demirinde patlayan sopanın sesini, titreyerek buz gibi koridorun ucundaki tuvalete gidişlerini unutamıyordu.

Ama o okul sayesinde üniversite sınavında en yüksek puanlı İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünü kazanmış ve sonrasında aynı fakültede öğretim görevlisi olmuştu. Heathrow’a inmiş, Big Ben’e bakarak saatini ayarlamış, hatta geçtiğimiz yaz, Edmund Hillary’nin izini takip ederek Everest’in eteklerine tırmanmıştı.

Bana okulun şimdiki halini anlattırdı biraz. Arada coşkuyla “bizim zamanımızda da öyleydi” diyerek sözümü kesiyor, evimi çok özlediğimi ima ettiğimde, “bilsen ben de ne çok ağladım başlarda” diyerek başını sallıyordu.

Bir ara elimdeki sarı nesneye takıldı gözü. “İngilizce sözlük.” dedim. “Pazartesi sınav var da fiil çekimi çalışıyordum.”

“Bende de vardı aynısından” diyerek, incelemek için izin istedi. Sayfalarını çevirerek kokladı. Parmaklarını plastik, kaygan, sarı kapağında gezdirdi. Gözleri kısıldı. Dudaklarına belli belirsiz bir tebessüm eklendi.

Ani bir hareketle, otobüsle ilişkimizi kesen perdeyi açtı. Önündeki koltuğun tepesindeki ışığın düğmesine bastı. Sarı sözlüğü ışığa doğru kaldırdı. Parmağını yalayıp, sayfaları çevirerek fiil çekimi kısmını buldu. Düzensiz fiillerin ikinci ve üçüncü hallerini sormaya koyuldu.

Yanıtları anımsamaya çalışırken, Fehmi Ağabeyin ses tonunda, saçını eliyle düzeltişinde, pahalı kol saatinde, kendinden emin gülümseyişinde yirmi yıl sonraki halimi bulmaya çalışıyor; sarı sözlüğü burnuna yanaştırıp içine çekerken yüzünde beliren ifadeden, onun da çocukluğunun peşinde olduğunu hissediyordum.

***

Onun yaşına geldiğimde Erzurum Anadolu Lisesi’ndeki öğrencilik yıllarımı konu alan bir kitap yazdım. İngilizce’ye çevirisini bir süredir fakültesinde dekanlık yapan Fehmi Ağabey yaptı. Uçağım Londra Kitap Fuarı’ndaki ilk imza günüm için Heathrow Havaalanı’na inerken, ceketimin iç cebinde dolma kalem ve sarı kaplı sözlüğüm vardı.

 

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

MEZARCI

Zarif adamdı aslında. Çay kaşığını tutuşuyla, bacak bacak üstüne atışıyla, uzun kirpiklerini kırpışıyla. Çürük ama güzel güler, eski ama temiz giyinirdi. Mezarlıktan çıkacağı zamanlar muhakkak gasilhanede yıkanır, saçlarını gül suyu ile tarar, kazanda kaynattığı ölü giysilerinden mevsimine göre uygun bir şeyler seçer, eliyle kırışıklıklarını ütüledikten sonra sırtına geçirirdi.

BİNDALLI

Etraflarından oluk oluk insan akıyordu. Esma babasının omzunu, çocukluğunu, annesinin elini bırakmak istemiyor, Cevat derin derin nefes alarak kendine gelmeye çalışıyor, beresini aşağa çekerek kulaklarına indiriyordu. “Sen benim…” dedi sonunda… “Biricik kızımsın. Kılına zarar verirlerse bir dakika düşünme dön evine.”

GÖNÜL GALERİSİ

“Çocukken babamın soyduğu meyveleri mi düşürür aklıma bilmem; şu çerçeveli takvim sayfasını mesela, servet dökseler söktürmem o duvardan.” Yumruğunu hafifçe vurdu masaya: “Bazısını da ister dünyanın en meşhur ressamı yapsın, ister en iyi fotoğrafçısı çeksin, sokmam hana. Bizimki sanat değil, gönül galerisi neticede.”

ŞAMAR OĞLANLARI

Fatih sırtlarında, eski bir İstanbul mahallesinde yaşıyorlardı. Sabahları bir parça ekmeğin yanına varsa bir kalıp peynir, yoksa bir avuç zeytin alıp, sülalecek oturdukları asırlık Rum evinden fırlar, Balat’a inen dik medivenlerin başına oturur, yıkıntılarla yeşilliklerin iç içe geçtiği güzel ve hüzünlü manzaraya karşı…

Tgumusay Yazar:

Tek Yorum

  1. Emine
    4 Eylül 2016
    Yanıtla

    Hikayenin yolculuk kismindan okadar sıkıldim ki bu kadar sikinti anca bir gercekligin iyi anlatilisindan kaynaklanir.hic sevmem otobusleri yollari.bende okudum ama bosa cikti soguk garlarda otobus beklemeler.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir