YALNIZLIK

YALNIZLIK

Siyah pardösüsü ile gece yarısı ışıksız sokaklarda yok oluvermekten hoşlanır. Metruk binaların buz gibi tırabzanlarını tutup, kırık basamaklarını tırmanmayı… Sahibiyle birlikte aklını da yitirmiş is kokulu odalarda dolaşmayı… Sanayi mahallelerinde ansızın köpek çetelerinin ortasında kalmayı… Sırtından beline doğru misket gibi soğuk ter damlalarının inmesini…

Yıldızları sevmez mesela. Kalabalıktırlar çünkü. Gereksiz bir parlaklık saçarak, çok uzaklardan fark edilmeye çalışırlar. O ise bulutların belirsizliğini sever. Sisin esrarengizliğini; içinden geçerken bile insana dokunmayan kendi derdindeliğini.

Çamurdan, yağmurdan sakınmaz hiç. Caddeyle bütünleştirirler onu. Rüzgardan ise çekinir. Bir cismi olduğunu hatırlatır rüzgar, durup dururken. İtip kakar elinden gelirse, müdahalecidir. Bir yerden alıp bir yere koymak ister. Bazen üşütmek, her zaman değiştirmek…

O haz etmez bunlardan. Değiştirmek, değiştirilmek istemez. Değişmemek için direnç göstermek istemez. Yalnızlığı sever bir tek. Yalnızlığın, onun olduğu gibiliğini kayıtsız, şartsız kabul etmesini.

Yalnızlıkla yürümeyi sever en çok. Birlikte dalıp çıktıkları dolambaçlı sokakların onu kendisine ulaştıracağını sezer çünkü.

Yürümek geride bırakmaktır. Düşünceleri, uğultuları, gözleri, ağızları, manzaraları. Hafiflemektir, yürümek. Kurtulmaktır. İnsan yürürken zihni bir yere takılıp kalmaz. Takılsa da koşup kurtulabilir ondan. Onun defalarca koşmuşluğu vardır gece yarısı ıssız sokaklarda. Kovalayanların önünde. Yalnızlığın peşinde.

Yalnızlık, insanı yalnızca bir başka yalnızla tanıştırabilir. İki taraf da yalnızlığıyla barışıksa gerçekleşir bu tür yakınlaşmalar. Ortak bir dostun hatırına bir araya gelinen sade törenlerdir.

İşte öyle sade bir tören ile tanıştılar Ressam’la.

Soğuk bir kış gecesiydi. Yakaları kalkık, elleri ceplerinde, daha önce hiç dolaşmadığı bir muhitte ilerliyordu. Uzun süredir ne sokak lambaları yanıyor ne de binalardan ışık sızıyordu. Zifiri karanlık içindeki boşluğu dolduruyor, belirsizlik az sonra kendisine dair bir şeylerle karşılaşma olasılığını içinde taşıyordu.

Acele etmemeye çalışarak, kısa boylu birkaç sokağı geride bıraktı. Elektrik direğine zincirlenmiş bir kestane arabasının yanından geçti. Başını kaldırınca epey uzakta turuncu bir ışık fark etti. Adımları hızlandı. Bir yandan yalnızlığı içini mutlulukla dolduruyor, bir yandan onu kesintiye uğratacak turuncu ışığa doğru mıknatıs gibi çekiliyordu.

Yaklaştıkça turuncu ışığın usul usul hareket ettiğini fark etti. Ve üç beş adım kala onun bir sigara ateşi olduğundan emin oldu. Sahibi, yolun bitimindeki apartmanın zemin kat balkonunda, tekerlekli sandalyesinde oturan bir kadındı.

Durması gerektiğini hissetti. Kadının yüzünde ona rastlamış olmaktan memnun bir ifade vardı. Sessizce selamlaştılar. Kadının eli kül tablasına doğru inerken, sigaranın ateşi kül tablasının yanındaki defteri belli belirsiz aydınlattı. Her ikisi de ne bu, ne de başka herhangi bir şey hakkında konuşmaya istekliydi.

Kadın, bakışlarıyla karşıyı işaret edince, o da başını o yöne çevirdi. Ana caddeye bağlanan sokağın sağ tarafında iki tabelanın ve bir dükkanın ışıkları yanıyordu. Fakat asıl aydınlık daha ileride, caddeye yakın bir noktadaki sokak lambasından geliyordu. Güçlü bir lambaydı ve yokuş aşağı inen kömür karası, ıslak yolun ucunu adeta ele geçiriyor, onu aydınlık caddenin sınırlarına katıyordu.

Uzun süredir karanlıkta yürüdüğünden, bu aydınlık onu sersemletmiş, adeta büyülemişti. Kadınla birlikte bir süre sessizce ışıklanan manzarayı izlediler. Kadın yeni bir sigara yakarken çaktığı çakmağın ateşi bir an için defteri aydınlattı. O kısacık anda, defterin açık sayfasına karşılarındaki manzaranın ustalıkla çizilmiş olduğunu gördü.

Bakışlarını tekrar yola çevirdi. Yeterince gizemli, yeterince kendi halinde, yeterince karanlık, yeterince aydınlıktı. Neredeyse tamamlanmıştı. Neredeyse…

Kadının az önce neden kendisine orayı işaret ettiğini o zaman anladı. Manzara yalnızlık hakkındaydı. Ama resimde yalnızlık yoktu.

Kararlı adımlarla yokuş aşağı yürümeye başladı. Topuk sesleri dar sokağın bina cephelerinde yankılanıyordu. Sağ taraftaki ışıklı tabelaları geçti. Dükkanın önünü aydınlatan projektörü geride bıraktı. Ve sokak lambasının altında, Ressam’ın manzarasının en aydınlık noktasında durdu.

Ressam resmi tamamlayıp sigarasını söndürünceye kadar, orada, elleri ceplerinde, yakaları kalkık, kıpırdamadan durdu.

 

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

AMELE

“Ne zor hayatları var di mi lan Hasan?” dedi Yaşar, dudaklarını büzüp sigarasının dumanını havaya üflerken. “He ya… Ben de onu düşünüyordum, Yaşarcan.” “Ben sana diyim bak. Bunların çimentosu olsa kumu olmaz. Kumu olsa çimentosu. De ki ikisini de buldular; suyunu ayarlayamazlar…” Gülüştüler. Hasan devam etti: “Her gün kırk kişiyle muhatap olurlar. Kırkının da kafasından ayrı ses çıkar. Hepsine de kendilerini beğendirmeye çalışırlar.”

YOKUŞ

İhsan’la Musa… Biri muslukçu, öteki kaynakçı. Biri yapılı, öteki ufak tefek. Birinin başı üşür, ötekinin bağrı hep açık. Biri öteberisini bollaşmış ceplerine tıkıştırır, ötekinin elinden poşet eksik olmaz. Birinin dört çocuğu var, ötekinin üç. Sabahları işe beraber giderler. Yolda Kürt böreği alır, Çaycı Halit’in taburelere çöküp yerler.

YARADILIŞ

“Sırtım Kule’ye, yüzüm Haliç’e dönük” demişti, son mektubunda. “Denizle karanın, yeryüzüyle gökyüzünün, yaşamla ölümün kıyısında; bitkin ama onurlu bir binanın çatı katındayım. Bu arafta kendimi buldum ben; ikimizden biri yıkılana kadar buradayım.” Günlerdir onu arıyordu.

ŞAMAR OĞLANLARI

Fatih sırtlarında, eski bir İstanbul mahallesinde yaşıyorlardı. Sabahları bir parça ekmeğin yanına varsa bir kalıp peynir, yoksa bir avuç zeytin alıp, sülalecek oturdukları asırlık Rum evinden fırlar, Balat’a inen dik medivenlerin başına oturur, yıkıntılarla yeşilliklerin iç içe geçtiği güzel ve hüzünlü manzaraya karşı…

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir