HAMAL

HAMAL

Küfesiyle yatırların kapısında beklerdi. Kesme şekerini, tuzunu, pirincini, gözyaşını türbede bırakan kadınlar, dileklerini fısıldayıp, dualarını tamamladıktan, avuçlarıyla yüzlerini sıvazladıktan sonra onun yanına gelirlerdi.

Genellikle aralarında konuşma olmazdı. Kadının, umudunu taşıtmak niyetinde olduğunu bilirdi, Hamal. Bunun bazen çocuk oyuncağı, bazen imkansız olduğunu da.

Kadının yüzüne şöyle bir bakardı önce. Bazısının gözünün feri çoktan gitmiş olurdu. Dudakları, şakakları kırış kırış. Alın çizgileri öyle derin olurdu ki kimisinin, uzun süre bakan biri bu yarıklardan birinin içinde kaybolabilirdi. Bir bölük hamal gelse yerinden kıpırdatamazdı öylelerinin yükünü.

Kadınların hemen hepsi kederli, kaygılı olurdu. Öyle ya, hali vakti yerinde, işleri yolunda, diploması garanti, tüm sevdikleri turp gibi sapasağlam olanın yatırda işi ne? Buralara, son çare gelinirdi.

Gözü doymazlar, fırsatçılar da çıkardı arada. Katla yatla yetinmeyip hanlar hamamlar isteyen, çalışkan çocuğu derece yapsın diye hırslanan, şöhretle kafayı bozmuş, çalışmadan kazanmak, hak etmeden elde etmek isteyen, önündekilerin tökezlemesini dileyenler. Onları bir bakışta tanırdı, Hamal. Sigarasından derin bir nefes çeker, uzaklara bakarak görmezden, duymazdan gelirdi.

Buralara ilk kez yolu düşenler hemen anlaşılırdı. İçlerinden Evliya’nın huzurunda hüngür hüngür ağlayanlar, hıçkırıklarını, esnemelerini durduramayanlar, derdi, tasayı, hatta kim olduğunu unutanlar, türbede bir ışık, ses, hareket gördüğünü iddia edenler, boğulacak gibi olup kendini dışarı atanlar olurdu.

Okumuş, hali vakti yerinde olanlar, başörtüleri ile tezat oluşturan makyajlı yüzleriyle kendini ele verirdi hemen. Bir yanları orada olmaktan utanç duyar, diğer yanları hiçbir şeyden kusur kalmama konusunda ısrarcı olurdu. Yüzlerine acınacak ifadeler yapışmış olurdu hemen hepsinin. Biraz sinirli, biraz kuşkucu, biraz mahcup…

Yanlarında çalıştırdıkları temizlikçilere benzeyen kadınlarla aynı sırada bekleşmek sinirlendirirdi onları. Evliya’dan fayda gelse bunlar böyle yoksul, cahil olmazdı diye geçirirlerdi içlerinden. Sonra geldikleri yeri, kendi annelerini, anneannelerini hatırlarlardı. Orada olma nedenlerini hatırlarlardı. O zaman kızarır, başlarını öne eğer, dudaklarını kımıldatarak dua okumaya başlarlardı işte. Bir an önce dileyeceklerini diler, dilencilerin eline üç beş kuruş sıkıştırıp Hamal’a yönelirlerdi.

En iyi bildikleri şey satın almaktı. Bir hamal için en kolay para kazanılacak müşteriler onlardı. Gençlik yıllarında, çoluk çocuk geçim derdinde oldukları sıralar, epeyce ekmeklerini yemişliği vardı Hamal’ın. Ama ufak oğlanı da evlendirdiğinden bu yana tövbe etmişti ihtiraslı umutları taşımaya. Hamal’ın belini sakatlayan da, varislerini şişiren de, baş ağrısı nöbetlerini musallat eden de bu dengesiz yükler olmuştu çünkü.

“Hayatta hiçbir yük yoktur ki, beraberce taşınamasın. Ve hiçbir terazi yoktur ki, o yükün ne kadarını, kimin çektiğini ölçebilsin.”

Yükünü taşıttıktan sonra parası çıkışmayan yaşlı bir teyze söylemişti bunu ona. Hamal’ı tek göz evine davet edip, bir bardak su ikram etmiş, sözünü bitirdikten sonra, borcunun kalanını bir çift yün çorapla ödemiş, sonra da telefon ahizesiyle bir parça kağıt uzatmıştı Hamal’a. Hamal gözleri görmeyen Teyze’nin yerine numarayı çevirip, telefonu kadına uzatmış, o da iki aydır kuvözde yaşam mücadelesi veren torununun az önce annesinin kucağına verildiğini öğrenmişti, buruşuk yanaklarından iki damla yaş akarken.

İşte o öğle sonrası Hamal, elinde tespihi, ağzında sigarası bunları hatırlarken yanına on yaşlarında bir kız yaklaştı. “Annemi istedim Hazretlerinden. Taşıyabilir misin?” diye konuya girdi doğrudan.

Hamal, kadın yaşıyor mu, ölü mü sormadı. Kayıp mı, hasta mı demedi. Ne zamandır kayıp, kızın burada tek başına ne işi var, deşmedi. Kalktı ayağa. Kızın uzattığı elmayı aldı. Cebine koydu. Küfeyi sırtladı. Sigarasını yere atıp, topuğuyla ezdi.

“Sen atla hele annenin yanına. Sarılın birbirinize sıkı sıkı. Ben ikinizi de taşırım” dedi.

Kızın yüzü aydınlandı. Bir sıçrayışta küfeye oturdu, ellerini Hamal’ın boynuna doladı. Bir prenses gibi mutlu, annesinden öğrendiği ninnileri söyleyerek, arada Evliya’ya ettiği dualar kabul olsun diye Hamal’ın ensesine doğru tü tü tükürerek, İstanbul’un diğer ucundaki evlerine doğru yollandı.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

MİYAVLAYAN ÇÖPÇÜ

Sabah erkenden çalışmaya başlar. İtinayla… Ne acele eder, ne de ağırdan alır. İki kaldırım taşı arasına sıkışmış bir plastik kapak ile uğraşabilir dakikalarca. Süpürge ile beceremezse bir dal parçası ya da tel filan bulur, mutlaka söker çıkarır.

DÖRT ARKADAŞ

Tam kırk yıl önce, Üniversite duvarının dibindeki ağacın gölgesinde buluşmak üzere sözleşmişlerdi. İlk imam olan geldi. Sabah namazını kılar kılmaz Fatih’teki camisinden yola çıkmış, otobüs camından dışarı bakarken yıllar önce bir ağacın altında vedalaştığı çocukluğunu hatırlamaya çalışmış, tespihini hızlı hızlı çekip…

ÇATI KATI

Kadın çatı katında yaşıyordu. Şehrin kirliliğinden, gürültüsünden uzak. Bulutlar arasında, tek başına… Bir kaç martı dostu vardı. Bir çift de kumru komşusu. Kedileri, kitapları, kemanı, çiçekleri…

KARAVANA

Masadakiler, yemekhanede nadir çıkan kuru köftenin tadına doyasıya varabilmek için tek kelime konuşmuyor, iştahla lokmalarını çiğniyorlardı. Sarışın çocuk burnunu çekti. Sonra bir kez daha. Ali göz ucuyla onu izliyordu. Çocuğun omuzları şöyle bir kalkıp indi. Sonra bir kez daha… Hıçkırmaya başladı. Ali metal su bardağını doldururken bir damla gözyaşının yanık köftelerden birinin üstüne düştüğünü gördü.

Tgumusay Yazar:

Tek Yorum

  1. M.Kerem Öztürk
    25 Ekim 2016
    Yanıtla

    Öykü çok güzel, şu sözün etkisiyle iki kere daha okudum. Hayatta hiçbir yük yoktur ki, beraberce taşınamasın. Ve hiçbir terazi yoktur ki, o yükün ne kadarını, kimin çektiğini ölçebilsin.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir