BEYAZ DAVET

BEYAZ DAVET

Tepeden tırnağa beyaz giyinmişlerdi. Orta yaşı aşmış, kadın erkek karışık bir topluluktu. Birdenbire meydanda belirivermiş, beyaz bir güvercin sürüsü gibi seri devinimlerle yakınlarındaki gruplara katılmaya, onlardan ayrılarak diğerleri ile kaynaşmaya, arada bir şeyler düşünür gibi tek başlarına kalmaya, sonra yine arkadaşlarının arasına dönerek, fikir alışverişinde bulunmaya koyulmuşlardı.

Uçucu, çevik ama telaşsız hareket ediyorlardı. Yaşlı bedenleri ile tezat oluşturan çocuksu bir enerji saçıyorlardı. Bazıları arkadaşları ile uzun uzun konuşup, tartıştıktan sonra ellerinde taşıdıkları büyük defterlere notlar alıyor, bazısı arada konuşmayı kesip bakışlarını gökyüzüne dikerek sanki oradan bir destek bekliyor, sonra beklediği işareti almışçasına kararlılıkla grubun arasına dönüp, heyecanla bir şeyler anlatmaya koyuluyordu.

Beyazlı kadınlardan biri çantasından kitap büyüklüğünde parlak bir nesne çıkarttı: Saate benziyordu, yalnız kadranında herhangi bir sayı ya da çizgi yoktu. Tek bir tel yuvarlağın içinde dönüp duruyordu. Kadın aleti kontrol ettikten sonra yüksek sesle bir duyuru yaptı. Ona kulak veren topluluk daha da hızlı hareket etmeye başladı. Elinde büyükçe bir defter tutan bir diğer beyazlı kadın sayıları alt alta topluyor, dudaklarını kıpırdatarak bir takım hesaplamalar yapıyor, bazı sayıların altını çiziyor, bazılarını yuvarlak içine alıyordu. Diğerleri hesap yapan kadının etrafına toplanmış, dikkatle onu izliyorlardı. Kadın son olarak parmakları ile “bir”i işaret edince, kendilerini daha fazlasına hazırlamış görünen grup rahat bir nefes aldı.

Vakit kaybetmeden meydanın farklı köşelerine dağılarak meşguliyetlerine devam ettiler. Beyaz top sakallı, gözlüklü bir beyazlı, iri bir ağacın gövdesine yaslanmış plaj sandalyesinde, eşinin yanında oturmakta olan kendi yaşlarında kır saçlı bir adama yaklaştı:

“Merhaba Mösyö!”

“Merhaba!”

“Epeyce uzun ve güzel yaşamış görünüyorsunuz.”

Adam gülümsedi: “Eh… Daha iyisi olabilirdi. Ama haklısınız, kötü de sayılmaz.”

“Bundan sonrası için heyecan verici planlarınız var mı?”

“Aslında… Pek yok. Eee… Torunlarımın nasıl birer hayat kuracağını merak ediyorum biraz. Başka da ciddi bir hedefim kalmadı.”

“Daha iyisi olabilirdi, demiştiniz. Bundan sonra olamaz mı?”

“Hayır, sanmam. Sanata düşkündüm gençliğimde. Benim sanatım, yazmaktı. Yazarak içimdeki Tanrı’ya dokunabileceğime, onun aracısı olarak insanlığı şaşırtacak, sarsacak, kendimi ve herkesi daha iyi ve derinden anlamamı sağlayacak bir kanal yaratabileceğime inanmıştım bir zamanlar.”

“Sonra?”

“Sonra… Evlendim. Giderek yoğunlaşan iş hayatı… Çocuklar… Büyüyen sorumluluklar… Taksitler, krediler, okul harçları… Gelecek korkusu, statü kaygısı derken… Hayalim bir emeklilik projesine dönüştü. Emekli olduğumda bir sürü sağlık sorunum vardı. En büyüğü ise neydi biliyor musunuz?”

“Neydi?”

“Sonsuza giden damarlarda tıkanıklık… Gençliğimde kalemimin ucundan kendiliğinden dökülüveren sözcükler artık soluk anılarımı ifade etmekten öteye geçemiyordu. Anılarım ise… Tahmin edersiniz ya, insanlığa ilham verecek nitelik taşımıyordu.”

“Böylece yazmaktan vazgeçtiniz.”

“Bingo! Ailesine ve devletine karşı sorumluluklarını yerine getirmiş bir adam olmakla gurur duyabilirim elbette ama içimdeki boşluk her geçen gün biraz daha büyüdü. Yazık ki, bir daha da o kuraklaşmış boşlukta beni teselli edebilecek herhangi bir ürün yeşermedi.”

“Size bir teklifim var: Tanrısal olanla bağınızı yeniden, hem de gençliğinizde olduğundan çok daha sağlam kuracak ve sonsuza dek bırakmayacak bir varoluş evresine ne dersiniz?”

“Haha… Teklifiniz kulağa harika geliyor. Ama dedim ya, ben artık sıkıcı derecede gerçekçi bir ihtiyarım, dostum. Mucizelere inanmayı bırakalı yüz yıl oldu.”

“Size mucizeden bahsetmiyorum ki. Henüz bilmediğiniz bir varoluş evresinden söz ediyorum. Madem ki, Tanrısala ulaşmak sizin için bu denli önemli, gelin sizi Tanrı’nın katına çıkarayım ve onun yanından hiç ayrılmayın diyorum.”

“Yani?”

“Yani… Sizi ölüme davet ediyorum.”

Adam şöyle bir sandalyesinde doğruldu. Karısına döndü. Karısı adamın kendisine baktığını görünce:

“Denizin mavisi ne kadar canlı değil mi?” diye fısıldadı. “Yapraklar nasıl da huzurlu hışırdıyor. Bugün özel bir gün. Bu an özel bir an.”

Adam o zaman, karısının burnunun dibindeki beyazlı insanları hiç görmediğini ve top sakallı adamla diyaloğunu hiç duymadığını fark etti. Yeni arkadaşına dönüp kalabalığı göstererek:

“Siz melek misiniz?” diye sordu.

“Evet. Bize katılırsanız, size de aynı giysilerden verilecek.”

“Beni almaya mı geldiniz?”

“Yeni meleklere ihtiyaç duyulduğunda yeryüzüne inip en uygun adayları seçeriz. Bugün bir kişiye ihtiyacımız var. Sizin için de uygunsa birlikte hemen gidebiliriz.”

“Ya uygun değilsem?”

“Başka birini buluruz. Yaşamaktan sıkılmış birilerini bulmak tahmin edebileceğinizden çok daha kolay. Dediğim gibi bizim görevimiz gönderildiğimiz bölgedeki en uygun kişiler arasından gönüllü olanları seçmek.”

Adam şöyle bir çevresine bakındı. Kendisinden daha yaşlı kimse göremedi.

“Sizce… Yazarak ilahi olanı hissedebilecek miyim ölünce?”

Top sakallı geniş bir gülümseme ile yanıt verdi:

“Yazmadan da hissedebileceksiniz.”

Adam ufka doğru baktı. Giderek güçsüzleşecek, acı verecek, eriyecek bir bedenle feri çoktan sönmüş bir ruhu sürüklemek zorunda olmanın ağır yükü bir an için omuzlarından kalktı. İlk gençliğinden bu yana hiç kendini bu kadar olasılıklara açık, değişime hazır, çocuksu bir iyimserlikle dolu hissetmemişti.

Elini usulca karısınınkinin üstüne koydu. Kırk yıl önce birlikte yola çıkmalarına karşın deniz, yapraklar, basit tekrarlar hayat arkadaşını hala heyecanlandırabiliyordu. Parmaklarını hafifçe sıkarak ona teşekkür etti.

Ölüm korkusundan kurtulmak beraberinde müthiş bir özgürlük duygusu getirmişti. Diğer elini top sakallı arkadaşına uzattı. Dostça tokalaştılar.

Beyaz giysili kalabalık çevrelerini sardı. Hep birlikte alkışlayarak adamı tebrik ettiler. Adam ayağa kalktı. Öyle hafif ve çevik yaptı ki, bu hareketi kendisini de şaşırttı. Dönüp arkasına baktığında karısının mest olmuş bir ifade ile denize bakmaya devam ettiğini, kendi bedeninin ise bir eli karısınınkini tutmuş, başı yana düşmüş, güneş gözlüklerinin ardında uyur gibi kaykılmış oturduğunu gördü.

Bakışlarını şaşkınlıkla yeni gövdesinde gezdirdi. O da diğerleri gibi beyaz pantolon, gömlek ve ayakkabı giymişti. Başında… Şapkası da eksik değildi.

Yeni arkadaşları iki elinden tuttu. Hep birlikte sahile doğru yürüdüler. Hiç kimse onları görmüyordu. Kumsalı geçtiler, deniz kıyısına indiler. Yüzleri denize dönük, el ele uzun bir zincir oluşturdular. Masmavi deniz dalgalanmaya başladı. Dalgalar büyüdü… Büyüdü… İnsan boyunda bembeyaz köpükten bir dalga kıyıya vurdu. Melekleri içine alarak geri çekildi.

Sahildekiler, aniden yükselip köpüren denize şaşkınlıkla bakarken, ağacın gövdesine yaslanmış iki plaj sandalyesinden birinde oturan kadın, yanındaki sandalyede uyukladığını sandığı kocasını dürtüyor, deniz dinginleşmeden, ona muhteşem dev dalgaları göstermek istiyordu.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

DEMİR ATLI

Bağbozumu zamanı, oluklarından üzüm suyu akan daracık sokaklardan birinde, aniden çıkıverir karşınıza. Ne gölgesi, ne de motorunun sesi hızına yetişebilmiştir. Olağanüstü bir devinimle, sessizce çağlayarak dönmüştür köşeyi. Setinden henüz kurtulmuş, coşkun bir nehir gibi. Ve siz daha ne ile karşı karşıya olduğunuzu kavrayamadan mızrak gibi…

KIYI

Karaya sağlam basmak mı istiyorum ben, denizde serüvene atılmak mı? İstanbul’a mı ait olmak isterim, memleketime mi? Güvercinler gibi sürünün parçasıyken mi daha huzurluyum, martılar gibi hür ve yalnızken mi? Erkeklerin benden uzak durmasını mı istiyorum aslında, yoksa etrafımda dört dönmelerini mi?

GÜLLÜ

Seyyar satıcıları saymazsak renksiz bir cumartesiydi. Simit peşinde rıhtımla vapurlar arasında uçuşan martıların beyaz kanatları, uzaktan bakılınca denize düşen kar tanelerini andırıyordu. Haydarpaşa Garı, sargılar içindeki kulesi ve yamalı gövdesiyle göz göz pencerelerini güçlükle açıp kapıyor, artık koynuna tren almak için çok yaşlı olduğundan yakınıyordu.

MAHALLENİN ÇOCUKLARI

Babaannelerin babaaanne, dedelerin ise dede olarak dünyaya geldiğini sananların çoğunluğu oluşturduğu bir mahallede yaşıyorlardı. Annelerin hep anne, babaların da oldum olası baba olduğu. Bakkal Niyazi anasının karnından kelebek gözlükleri ve kıvrık beyaz bıyıklarıyla çıkmış olmalıydı. Postacı Cahit şapkası ve çantasıyla…

Tgumusay Yazar:

Tek Yorum

  1. İmer Özışık
    15 Şubat 2016
    Yanıtla

    Ölüme gitmeyi bile böylesi güzel kılan üstün hayal gücüne, o çok beğendiğim akıcı yazı diline ve kalemine sağlık… Çok etkilendim…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir