SAKALLI

SAKALLI

Merkez Havana’nın her türlü olasılığa açık ara sokaklarında büyülenmiş gibi dolaşıyordum.

İspanyol sömürge devrinden kalma yıpranmış rengarenk binaların dantel gibi işlenmiş rölyeflerini incelerken, balkonun birinden gülümseyen kahverengi tenli bir kadınla göz göze geliyor; onun sallandırdığı sepete buz gibi Küba birası ve papaya koyan altın dişli zencinin yanından geçerken, sarmaş dolaş bir çift taşıyan tenteli bir bisiklet tarafından ezilme tehlikesi geçiriyor; kendimi yolun kenarına attığımda duvar dibine park edilmiş pamuk helva renkli 50 model bir Chevrolet ile burun buruna geliyordum.

Kahverengi pantolon veya etek üzerine beyaz tişört giymiş öğrenciler şehir güvercinleri gibi seri, düzensiz ve gruplar halinde hareket ediyor; göbekli adamlar sokak kapısı açık evlerdeki sallanan sandalyelerde hiç durmadan sallanıyor; eşikleri doldurmuş her yaştan, ırktan, cinsiyetten komşular müzik dinliyor, domino oynuyor, tırnak boyuyor; bir apartman girişinde kadının biri erkeğin saçını kesiyor; yoldan omuzlarındaki sırığın iki yanında birer metrelik balıklar taşıyan bir adamla ananas dolu bir el arabası ittiren genç bir kadın geçiyor; mola vermiş üstü çıplak, kaslı marangozlar, çıkık kalçasını sallayarak önlerinden geçen mahalle güzeline laf atıyor, kız tek kaşı havada, elini çıplak beline koyup delikanlılara gerekli cevabı verdikten sonra daha da fazla kırıtarak yoluna devam ediyor; köpekler ve bebekler sevildikleri sürece yerlerinden kıpırdamıyorlardı.

Cep telefonum elimde, durmadan fotoğraf çekiyordum. Zihnimin, gördüklerimin tamamını kavrayıp sindirmesi mümkün değildi. Bir ayrıntı üzerinde düşünmeye kalkarsam daha ilginç bir başkasını kaçırıyordum. Bu yüzden etrafımda olup bitenin becerebildiğim kadarını cep telefonuma kaydedip, daha sonra detaylı olarak incelemeyi hesap ediyordum.

Birkaç dakika önce, biri simsiyah, diğeri sütlü kahve tenli, on yaşlarında iki çocuk yanıma yaklaşıp para istemişlerdi. Müzisyenler, garsonlar, mimciler, karnını gösteren hamile kadınlar, otel çalışanları, asansörcüler, sarhoşlar, dansçılar, çocuklar, yani o kadar çok kişi bahşiş istiyordu ki; birkaç tur cüzdanımdaki tek basamaklı paraları boşalttıktan, bir iki kez de mahcubiyet içinde bozuğum olmadığını anlatmaya çalıştıktan sonra, talepleri görmezden ve duymazdan gelmeye başlamıştım.

Ben adımlarımı sıklaştırıp aralarından sıyrıldıktan sonra, çocuklar misketlerini çıkarıp tozlu yolda oynamaya başlamışlardı. Tam köşeyi dönerken ise onları oyunu bırakmış, itişip kakışarak bulunduğum yöne doğru ilerlerken görmüştüm.

Bir yandan gökkuşağı rengi elbisesi ve şemsiyesi ile yanımdan geçen kadına bakıyor, bir yandan da Kübalılar’ın ya giysilerinde, ya saçlarında, ya dişlerinde, ya tırnaklarında, ya bandana, hal hal, kolye, bileklik gibi aksesuarlarında, varsa otomobil veya motosikletlerinde, yoksa dövmelerinde, hiç biri yoksa evlerinin dış cephelerinde mutlaka canlı renklere yer verdiklerini düşünüyordum.

Tam aklımdan bunları geçirirken, renklilik teorime hiç uymayan yaşlı, sıska bir adam gözüme çarptı. Tek eliyle plastik bir boya kovası tutuyor, diğeriyle önünde dikildiği gri demir kapıyı kapatıyordu. Bol işçi pantolonu, tozlu kolsuz tişörtü, kahverengi beyzbol şapkası ve uzun, kır sakalı ile kendisi gibi renksiz bir fonun önünde büyükçe bir leke gibi duruyordu. Fark edilmemek için sokak rengine bürünmüş bir kertenkeleye benziyordu.

Belli etmemeye çalışarak fotoğrafını çektim. Hızla uzaklaşırken bir taraftan da çektiğim resmin kalitesini kontrol ediyordum. Kadraj, ışık ve netlik gayet iyiydi. Fakat sakallı adam kaşlarını çatmış, gözlerini objektife dikmişti. Anlaşılan izinsiz fotoğrafının çekildiğini fark etmiş ve buna sinirlenmişti.

Yüz yirmi yaşında bir binayı tepeden tırnağa inceler gibi yaparak, göz ucuyla arkamda neler olup bittiğini kestim. İki çocuğun peşinden, şimdi Sakallı da bana doğru yürüyordu.

Terden sırılsıklam olmuş tişörtümün altında, bu defa soğuk bir damlanın belime doğru kaydığını hissettim. Sakinliğimi korumaya çalışarak telefonumu cebime koydum ve işlek bir caddeye varıncaya kadar olabildiğince hızlı yürümeye karar verdim.

Heyecandan şortumun cebine düzgün yerleştirememiş olacağım, telefonum birkaç adım sonra yere düştü. Hızlı yürümekte olduğumdan telefonun asfaltta sekme sesini duyup, durup, arkama dönmek biraz zaman aldı. Ve tam eğildiğim sırada, çocuklardan biri atik bir hamle ile benden önce telefonu kapıp, koşmaya başladı.

Ben: ‘Hey! Heeeey! Stop! Stooop!’ diye bağırarak, hırsız çocuğun peşine düşmeye hazırlanırken diğeri şimşek gibi yanımdan geçti ve ikisi birden az ötedeki dökük binanın fare deliğini andıran kemerli kapısından içeri girerek gözden kayboldular.

Binanın girişine kadar bilinçsizce peşlerinden koştum. İçerisi küf, toz ve inceden lağım kokuyordu Saatlerdir güneşle boğuşan gözlerim loş apartman boşluğunda geçici körlük yaşıyordu. Aklımdan, taksidi henüz yarılanmamış son model telefonumun fiyatının, şu tatilin maliyetinden daha yüksek olduğu geçiyordu. Derken herhangi bir tur şirketine bağlı çalışmayan rehberimin telefon numarasının, kaldığım evin -her defasında taksicilere göstererek ulaşabildiğim- adresinin ve burada yaşamımı sürdürebilmek için gerekli diğer tüm numara ve bilgilerin telefonumdan başka hiçbir yerde kayıtlı olmadığı kafama dank etti.

Bir el arkadan omzuma yapıştı. Bir Sakallı eksikti! Buruşuk, damarlı kolunun ucundan uzayan kemikli parmakları sıktığı yeri acıtıyordu. Diğer elinde pastörsüz halk romu kutusu tutuyordu. Nefesi alkol kokuyordu.

Fotoğrafın hesabını sormaya gelmiş olmalıydı. Nefes almadan konuşuyor, boğuk sesine ciğerlerinden yükselen ince bir hırıltı eşlik ediyordu. Dudaklarına yapışık duran sigarası, o konuştukça aşağı yukarı sallanıyordu. İspanyolca bilmediğimi anlatmaya çalıştığım halde hiç oralı olmuyor, kaşlarını daha da çatarak, elini kolunu sallayarak söylenmeye devam ediyordu.

Bana vakit kaybettiriyordu. Telefonum çalındığına göre artık onun fotoğrafını çekmiş olmamın hiçbir önemi yoktu. Sakallı’dan yakayı sıyırıp, bir an önce çocukların peşine düşebilmek için elimi kulağıma götürüp telefon tarifi yaptım. Sonra işaret diliyle onu yere düşürdüğümü ve çocukların telefonu çalıp kaçtığını anlatmaya çalıştım.

Sakallı başını uzun uzun, aşağı yukarı salladı. İşaret ve orta parmaklarının ucuyla gözlerini göstererek, her şeyi gördüğünü belli etti. Şimdi kafasını iki yana sallıyor, avcunu göğsüne vurarak, sanırım çocukların hırsızlığından ötürü öfke ve üzüntü içinde olduğunu ifade ediyordu.

O an Sakallı’nın benim için tehdit değil, destek olabileceğini sezdim. Tekrar binanın kapısına dönüp, çocukların oraya kaçtığını gösterdim. Eğer dairelerden birine girmişlerse, yapılacak pek bir şey kalmıyordu. Ama apartman boşluğuna saklanmışlarsa onları yakalayıp telefonumu geri almama yardımcı olabilirdi.

Ben nasıl yardım isteyeceğimi düşünürken, Sakallı yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle eşiği atlayıp binaya girdi. Bana “takip et” işareti yaparak basamakları çıkmaya başladı.

Girişten uzaklaştıkça, içerideki karanlık ve havasızlık da artıyordu. İlk katın boşluğunda durduk. Toplam dört sokak kapısı vardı. Sakallı karanlığa tekmeler savurarak bütün köşeleri, sonra da sırayla kapı önlerini kontrol etti. Herhangi bir cisme rastlamadık.

Üst katta yüksek sesli müzik çalınıyordu. Şarkı arasında sanki bir tıkırtı duyduk. Sakallı ile birbirimize baktık. Müzik yeniden başladı. Karanlığın izin verdiği ölçüde hızlı hareket etmeye çalışarak ikinci kata çıkan merdivenlere yöneldik. Sakallı çakmağını yakmıştı. Önümü görebilmek için mümkün olduğunca onun yakınında olmaya gayret ediyordum. Basamaklarda rom kutusundan bir fırt aldı. Yeni bir sigara yakıp dudağına yapıştırdı.

İkinci katı da aynı karanlık tekmeleme yöntemiyle kontrol ettik. Sakallı, müzikli dairenin kapısını dinledi. Avcunu yukarı çevirip, parmaklarını oynatarak içerisinin çok kalabalık olduğunu ima etti.

Üçüncü katta tıkırtının kaynağını bulduk. Duvar dibinden kesik soluk alıp verme sesleri geliyordu. Çocukları bulduğumuzu sanarak nefesimi tutmuştum ki, Sakallı çakmağı yakınca yerde yatmakta olan hastalıklı bir köpeğin, yalvaran bakışlarıyla karşılaştık.

Tüyleri yer yer dökülmüş, sıska bir köpekti. Bizi görünce inlemeye, ağlar gibi sesler çıkarmaya başladı. Sakallı sanırım onu bu hale düşüren kadere okkalı bir küfür savurdu. Eğilip köpeği okşadı. Cebinden bir parça ekmek çıkardı. Elinden yedirdi. Sonra da boşalan avcuna biraz rom koyup, içirdi.

Bana dönüp bir şeyler söyledi. Çakmağın zayıf ışığında dahi yüzüme yansıyan umutsuzluğu fark etmiş olacak, köpeği beslediği romlu ve salyalı eliyle omzumu yakalayıp sıktı. Ses tonundan ve hareketlerinden henüz pes etmediği anlaşılıyordu.

Ayağa kalkıp en yakın kapıyı yumruklamaya başladı. Birkaç dakika sonra içeriden tıkırtılar duyuldu. Ayak sesleri yaklaştı. Ve kapı açıldı. Karşımızda elinde mum tutan, tepeden tırnağa beyaz giyinmiş zenci bir kadın duruyordu. Sakallı beni gösterip, hızlıca içinde telefon sözcüğü geçen birkaç cümle kurduktan sonra, kadının bir şey söylemesini beklemeden evin içine daldı. Kısa bir duraksamanın ardından ben de peşinden gittim. Bu sırada kadın çaresizce ellerini havaya kaldırmış, başını iki yana sallayarak söyleniyordu.

Sakallı’nın kadınla filan ilgilendiği yoktu. Bir hışım salona girdi. Camlar siyah perdelerle örtülüydü. İçerisi mumlarla aydınlanıyordu. Salonun baş köşesinde bir konsol, onun üzerinde bir heykel, heykelin etrafında çiçek ve meyveler, duvarda da masklar vardı.

Mutfak ufacıktı. Ocakta sarı renkli, lapa gibi bir şey kaynıyordu. Banyoya da girip çıktıktan sonra geriye açmadığımız tek bir kapı kalmıştı. Sakallı o kapıya yönelince beyazlı kadın çığlık atarak engel olmaya çalıştı. Sakallı ile göz göze geldik. “Sen merak etme” der gibi bir jest yaptı. Konsolun üstündeki mumlardan birini kaptı. Aniden geri döndü. Kapıyı açıp içeri daldı. Yine arkasındaydım. İçerisi zifiri karanlıktı. Önce hiçbir şey göremedik. Sonra Sakallı mumu aşağı indirdi.

Bembeyaz giysiler içinde on beş yaşlarında koyu tenli bir kız, yere serili hasırın üzerinde sırt üstü, kıpırdamadan yatıyordu. Baş ucundaki kaseler, içerideki konsoldaki gibi çiçek ve tropik meyvelerle doluydu.

Beyazlı kadın konsolun önüne diz çökmüş, heykelin karşısında ağlayarak dua ediyordu. Sakallı, iki elini göğsünde buluşturarak yerdeki kızdan ve beyazlı kadından özür diledi. Ben de onu taklit ettim.

Kızın yattığı odanın kapısını kapattım. Koşar adım daireyi terk ettik.

Sakallı, ikinci dairenin sokak kapısında durdu. Kulağını kapıya dayadı. Ben de aynısını yaptım. İçeriden kıkırdama sesleri geliyordu. Sakallı önce kapıyı çalmaya niyetlendi. Sonra vaz geçti. Cebinden bir bıçak çıkardı. Bıçağın ucunu kapı ile kasası arasına sokarak tek hamlede kilidin dilini buldu. Kapıyı sessizce açarken çakmağı söndürdü. İçerisi loştu ama perde kenarlarından önümüzü görebileceğimiz kadar ışık sızıyordu.

Parmak uçlarımızda sesin kaynağına doğru yaklaştık. Kıkırdamalar, cilveli fısıldaşmalara ve karyola gıcırtısına karışan iniltilere dönüştü.

Sakallı çakmağı çaktı. Karanlıkta yukarı aşağı inip kalkan iri bir kadın göğsü gördüm. Sakallı alevi yüzlere yaklaştırdı. Bir an için herkes donakaldı.

Sonra Sakallı yataktaki adamla kadına avaz avaz bağırmaya başladı. Bir taraftan da yüzük parmağını gösteriyor, sanırım hem evli olup hem de böyle bir halt yedikleri için komşularını azarlıyordu.

Daireden çıkarken kapının üstündeki işareti gösterdi. Burası Kübalılar’ın gizli buluşmalar için kiraladıkları günah evlerinden biri olmalıydı.

Üçüncü dairenin kapısı hafif aralıktı. İçeriden televizyon sesi geliyordu. Sakallı çakmağı söndürdü. Duvara omzumuzu vererek ilerledik. Salon aydınlıktı. Koridorun ucundan başımızı uzattık. Belki yüz yaşında iki kadın, sallanan sandalyelerine kurulmuş, aynı ritimde sallanarak beyzbol maçı seyrediyorlardı. Yüzleri, derileri, renkli giysileri kırşık içinde, saçları bembeyazdı. Ağızlarında en irisinden birer puro yanıyordu. Biri kucağındaki kediyi, diğeri köpeği okşuyordu. Evin içinde tavuklar, civcivler dolaşıyordu. Televizyonun üstünde heybetli bir horoz dikiliyordu.

İki kadının arasındaki sehpada içi tahıl dolu bir tas vardı. Arada ikisinden biri tastan bir avuç alıp tavuklara doğru serpiyor, sonra yine kucağındaki hayvanı okşamaya devam ediyordu. Maçta spikerin ses tonu heyecanlanınca, kadınların sallanma hızları da yükseliyor, pozisyon istedikleri gibi sonuçlanmamışsa ekrana bir avuç tahıl fırlatılıyordu. Horoz, işte bu protesto yemleriyle besleniyordu.

Biz üçüncü daireden çıkarken iki kişi kattaki dördüncü daireye giriyordu. Peşlerine takıldık. Bizi yadırgamadılar. Burası bir puro imalathanesiydi. Duvarlar arasına gerilmiş çamaşır iplerinde el büyüklüğünde tütün yaprakları kurutuluyordu. İçerisi puro kutusu gibi kokan bir ilkokul sınıfını andırıyordu. Yan yana dizili okul sıralarında çeşitli yaşlardan on beş yirmi kişi harıl harıl çalışıyordu.

Otomatikleşmiş eller önce tütün yapraklarının ortasındaki kalın damarları ustalıkla ayıklıyor, birkaç yaprağı üst üste koyup, hava geçirebilmesi için kıvırmadan avuçlarıyla sıkıyor, sonra onları büyük ve kaliteli dış yaprakların içine koyup hepsini beraber elleri ile sıranın üstünde yuvarlıyor, artık epey şekle girmiş puroları kalıpta iyice sıkıştırıp uçlarını kestikten sonra imalatı tamamlıyorlardı.

Sakallı, işçilerin tam karşısındaki kürsüye öğretmen gibi kurulmuş sert bakışlı, iri yarı melezin yanına gitti. Melez, bizi işçi adayı sanmış olacak şöyle tepeden tırnağa süzdü. Sakallı bir çırpıda durumu izah etti. Melez bana acıyarak baktı. Başını iki yana sallayarak, hırsız çocukları görmediğini şüphe götürmez bir kesinlikle söyledi. Kürsüden kalktı. Taze sarılmış purolardan bir tane Sakallı’ya, bir tane de bana hediye etti.

Purolarımızı yakıp alt kata indik. İki nefes çektikten sonra cep telefonum aklımdan çıkmıştı. Sakallı’nın peşinde uyur gezer gibi dolaşıyordum.

Sakallı da puroyu çekince biraz gevşemişti. İkinci katın ilk kapısını tempolu çaldı. Kapıyı bir elinde boya paleti diğerinde fırça tutan saçı başı dağılmış genç bir adam açtı. Bu iklimde bu kadar beyaz kalabildiğine göre uzun süredir dışarı çıkmıyor olmalıydı. Gözleri kan çanağı gibiydi. Üzerinde yalnızca slip bir mayo vardı. Yüzüne, ellerine, vücudunun hemen her yerine, değişik renklerde boya izleri bulaşmıştı.

Bizi gözlerini kısarak, uzun bir aradan sonra ilk kez insan türü ile karşılaşıyormuş gibi hayretle inceledi. Sakallı hızlıca durumu anlatınca önce kaşlarını kaldırdı, sonra omuz silkerek istediğimiz yere bakabileceğimizi işaret etti.

Salon, hayatımda gördüğüm en görkemli tabloydu. Zeminde ağzı, duvarda burnu, tavanda gözleri ve saçları olan, derin bakışlı, melankolik gülüşlü, kalkık burunlu bir kadın yüzü resim olmayı aşmış, ressamını esir almıştı.

Sakallı, birkaç kez ıslık çaldı. Purosundan derin bir nefes aldı. Ressama kadınla ilgili bir soru sordu. Aldığı yanıttan hoşlanmadı. Bir süre sessiz kaldı. Sonra purosunu ağzından çıkardı. Ressamın ağzına soktu. Ressam mırıldanarak Sakallı’ya teşekkür etti. Biz çıkmadan işine döndü. Puroyu tüttürerek, kadının dudağını kaldığı yerden boyamaya devam etti.

Bu arada yan daireden gelen müziğin sesi iyice yükselmişti. Sakallı bir sigara yakarak oraya yöneldi.

Kapıyı yumruklamaya başladı. Bu gürültüde içeridekilerin bizi duyması mümkün değildi. Aklıma kolu çevirmek geldi. Kapı kolayca açıldı. Sakallı parmağını şakağına götürüp, yumruğunu yumruğuma vurarak zekamı takdir etti.

İçeride koyu bir parti vardı. Nem, toz, duman, alkol, parfüm ve ter karışımı ağır bir koku daireye adım atar atmaz insanın başını döndürüyordu. Kalabalık bir çalgıcı grubu salonun ortasında gitar, çöp kovasına sopa ve sicim bağlanarak oluşturulmuş bir tür kontrbas, trompet, bongo, clave, marakas ve ismini bilmediğim birkaç tane daha latin ritim sazı çalıyor; uzuvları birbirine karışmış terli bedenler, müziğin etrafında çılgınca dalgalanıyordu.

Sakallı, ev sahibi gibi görünen altın rengi gözlük ve kolye takmış üstü çıplak adamın kulağına bağırarak orada oluş nedenimizi açıklarken; abanoz ağacından yapılma Afrika heykellerine benzeyen ince, uzun, simsiyah ve pürüzsüz bir kız, hiç görmediğim kadar beyaz gülerek bana elindeki rom şişesini uzattı. Şişeyi kafama diktim. İndirdiğimde siyah kızla yeşil gözlü beyaz arkadaşının arasındaydım. Yılan gibi kıvranarak aramızdaki mesafeyi kapatıyor, ritmini iç organlarımda hissettiğim müzik eşliğinde, bir Afrika büyüsü gibi beni ağır ağır ele geçiriyorlardı.

Üçümüz tek parça olmak üzereydik ki, gözüm trompetçinin arkasındaki duvara yaslanmış, ışıklı bir ekrana bakan iki gölgeye takıldı. Kızların arasından fırlayıp gölgelere doğru koştum.

Onlardı! Gülüşerek telefonumda oyun oynuyorlardı. Tek hamlede telefonu ellerinden kaptım. Peşimden Sakallı da yetişti. İki çocuğu kulaklarından yakaladı. Başıyla bana “gidiyoruz” işareti yaptı.

Rom şişesini son kez kafaya diktim. Hoşçakal demek üzere istemeye istemeye kızlardan tarafa döndüm. Aralarına başka birini almışlardı bile. Şişeyi ayaklarının dibine bıraktım. Sakallı’nın peşinden çıktım.

Çocukların gözleri korkudan fal taşı gibi açılmıştı. Bir tanesi merdivenlerde ağlamaya başladı. Sakallı’ya yalvarıyor, ondan yüz bulamayınca benden merhamet diliyorlardı. Söylediklerinden yalnızca ‘polis’ sözcüğünü çıkarabiliyordum. Bir ara Sakallı ile göz göze geldik. Kulağına eğilip: ‘no policia’ diye fısıldadım. ‘Merak etme’ dercesine göz kapaklarını sıkıp açtı. Çocukların kulaklarına daha da sıkı asıldı.

Kapı eşiğine oturmuş çene çalan, köşebaşında domino oynayan, heykelli balkonundan sokağa bakan, seyyar arabasında meyve satan, çocuğunu kreşten alan mahallelinin gözü önünde, Sakallı çocukları kulaklarından çeke çeke gri demir kapının önüne kadar sürükledi.

Yarısına kadar pembe yağlıboya ile dolu kova, kapının önünde duruyordu. Sakallı benim de anlayabilmem için beden dilini kullanarak, çocuklara telefonu hangisinin çaldığını sordu. İkisi de birbirini gösterdi. Kulakları daha sert çekilince, biri suçunu itiraf etti.

Sakallı bu kez itiraf edene, hangi eliyle çaldığını sordu. Çocuk sağ elini gösterdi. Sakallı, bileğinden tuttuğu gibi çocuğun sağ elini kovaya soktu. El, bileğe kadar pembe boyaya bulandı.

Ardından diğer çocuğun sağ elini de boyaya batırdı. İkisini yüzleri birbirine bakacak ve aralarında bir kulaç mesafe olacak biçimde karşılıklı durdurdu. Eğildi, suç ortaklığı yapan çocuğun kulağına bir şeyler fısıldadı. Çocuk, Sakallı’nın konuşması bitince şöyle bir gerildi. Ve boyalı elini bütün gücüyle hırsız çocuğun suratına yapıştırdı. Tokadı yiyenin yanağına pembe renkli beş parmak izi çıktı.

Sakallı, bu kez hırsız çocuğa sıranın onda olduğunu söyledi. Çocuk zaten öfkeliydi. Arkadaşına, daha da sert bir tokatla karşılık verdi.

Sakallı, pembe yanak ve elleri koyu renk tenlerinde cayır cayır parlayan iki çocuğun kulaklarını nihayet bıraktı. Çocuklar, mahallelinin kahkahaları arasında farklı yönlere doğru koşarak gözden kayboldular.

Sakallı bir sigara yaktı.

‘Gracias senor’ dedim.

Elimi bahşiş için cüzdanıma attım. Çevik bir hareketle bileğimden yakaldı. İşaret parmağını iki yana sallayarak ‘nooo’ dedi. Elini kalbine götürüp bir şeyler söyleyerek sanırım bunun insanlık görevi olduğunu açıkladı.

Mahcupça, dostça gülümsedim. Dudağına yapışık sigarasıyla, o da ilk kez güldü. Kemikli elini yumruk yaptı. Benimkine çaktı. Daha önce Kübalı kankalardan gördüğüm gibi ona tek taraflı sarılıp, minnetle teşekkür ettim.

Sakallı, gri demir kapıdan içeri girerek gözden kayboldu. Telefonumu cebime iyice yerleştirdim. Derin bir nefes aldım. Ve her türlü olasılığa açık yoluma devam ettim.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

HASRET OTU

Sağanak yağmurun altında saatlerdir yürüyordu. Asfalt çoktan bitmiş, keçi yolu silikleşip arazide erimiş, düzlük bayıra, toprak çamura yüz tutmuştu. O ise kaşları çatık, ağzı kalın bir çizgi, karşıki dağa doğru hiç istifini bozmadan, yürüyor, yürüyordu. Lastik değil kurşun geçirmişti sanki ayaklarına. Yola çıktığından bu yana, senelerdir aksayan sağ ayağı bile yere sağlam basıyordu.

İNTİKAM

Genç polis memuru, Zaman Han’da sünnet giysileri satan yaşlı adamı yolcu ettikten sonra dosdoğru komiserin odasına gitti. “Gelsene Mehmet.” diye içeri buyur etti komiser. “Hayrola, sıkıntı mı var?” “Çok büyük sıkıntı değil ama enteresan bir durum, komiserim.” dedi Mehmet. “Birileri esnafın sokağa çıkardığı vitrin mankenlerine saldırıyor.” “Allah Allah, hiç duymadım böyle şey.”

GÖÇ

Bir mangal: Tutacağı balıkları pişirmek için. Birkaç eski dolap: Parçalayıp mangalı yakmak için. Bir parça branda: Uyurken üstüne örtmek için. Bir araba lastiği: Salı rahatça yanaştırabilmek için. Bir can simidi: Sal batarsa hayatta kalabilmek için. Ve bir karga: O da artık bu şehirde yaşayamayacağına karar verdiği için.

YARADILIŞ

“Sırtım Kule’ye, yüzüm Haliç’e dönük” demişti, son mektubunda. “Denizle karanın, yeryüzüyle gökyüzünün, yaşamla ölümün kıyısında; bitkin ama onurlu bir binanın çatı katındayım. Bu arafta kendimi buldum ben; ikimizden biri yıkılana kadar buradayım.” Günlerdir onu arıyordu.

Tgumusay Yazar:

Tek Yorum

  1. Eda Askeri
    25 Eylül 2017
    Yanıtla

    Çok beğendim. Çok heyecanlıydı. Küba’ya gitme isteğim daha da arttı. 🙂 Fotoğrafa dikkat etmeden okumuştum, hiçbir ayrıntıya bakmamıştım. Şimdi durup durup fotoğrafa bakıyorum. okurken aklımda canlandırdığım sakallıya çok benziyor.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir