Kategori: Hikayeler

ÇOK UZAKLARDA

Cenk ile Sarah, Piccadilly Circus metro çıkışında buluşuyorlar. Leicester Square’e kadar yürüyüp Mr Fogg’s Tavern adlı bara giriyorlar. İçerisi tıklım tıklım. Barda bile yaslanacak yer yok. Derken kapının yanında oturan grup ayaklanıyor. Sarah, Cenk’e göz kırpıp tişörtündeki dört yapraklı yoncayı göstererek, artık şansının döndüğünü ima ediyor.

Sarah biraz topluca, kızıl saçlı, açık mavi gözbebeklerinde yıldızlar parlayan bir İrlandalı. Gülünce titreşen kakülleriyle, kırışıp düğme kadar küçülen burnuyla, neşe saçan çilleriyle, kısacası tüm hücreleriyle gülüyor. Cenk’in ölü doğan Londra yaşantısını suni teneffüsle hayata döndüren gülücük bu.

Masadaki boşlar hızla kaldırılıyor. Sarah bardan iki büyük bardak bira kapıyor. O Cenk’in kahverengi gözlerine aşkla, Cenk onun mavi gözlerine minnetle bakıyor. Kulplu bardaklarını enerjik bir hareketle buluşturup, büyük birer yudum içiyorlar.

Yanlarındaki kapı açılıyor. Bıyıklarının uçlarını inceltip yukarı doğru kıvırmış iki adam kendileri gibi nostaljik görünümlü bir piyanoyu iterek içeri giriyorlar. Cenk şaşkın. Sarah kocaman gülüyor yine. İstese de küçük gülemiyor zaten.

“İşte sürprizim buydu.” diyor. “Bu akşam çok eğleneceğiz. Ve Sevgili Cenk, emin ol bu şehirde eğlenmeyi en çok hak eden kişi sensin.”

Cenk mahcupça gülümsüyor. Önemsenmeyi, hele şımartılmayı unutalı çok olmuş. Bir tek annesi bakar ona böyle. Bir de İngiltere’ye gelmeye karar vermezden önce Mine’si… Birasından okkalı bir yudum daha çekiyor. Kendini başka şeyler düşünmeye zorluyor.

Üniversiteyi bitirip kendi halinde bir Anadolu kasabasındaki baba evine döndükten sonra hep geriye giden hayatından kesitler düşüyor aklına… Bir türlü iş bulamayışı… Tam dört kez memurluk sınavlarında yeterli puanı tutturamayışı… Askerlik dönüşü bir yıl boyunca kursa giderek sınavlara hazırlanışı ve bir kez daha başarısız oluşu… Meslek sahibi olup bir hayat kurabilmek için dil öğrenmekten başka çaresi bulunmadığına kanaat getirişi… Yüzünü kızartarak emekli babasından son kez, İngiltere’deki dil kursunun ilk kur taksiti için para isteyişi…

Yaklaşık altı ay boyunca defalarca reddedildikten, İstanbul’a kabaran evrak dosyalarıyla gidip geldikten sonra nihayet İngiltere Konsolosluğu’ndan vizeyi alışı…

Doğu Londra’nın Forest Gate adlı bölgesinde dönercilik yapan uzak akrabaları Mustafa Enişte’nin büfesine ilk adımını atışı… Aynı gün, sabahın üçüne kadar bulaşık yıkayıp, yerleri süpürdükten sonra, büfenin masaları arasına serilen döşekte, ilkokul mezunu hemşehrilerinin horultuları arasında iç çekerek bir sağa bir sola dönüşü…

Kıvrık bıyıklı İngilizler’den yelekli, papyonlu olanı piyanonun başına geçmiş Beatles şarkıları söylüyor. Gözlüklü, sevimli yüzlü yardımcısı ise hakim yaka beyaz gömleğinin kollarını kıvırmış, müşterilere şarkı sözlerini takip etmeleri için fotokopi kitapçıklar dağıtıyor.

Sarah hemen kitapçıklardan birini kapıyor ve “O Bladi O Blada”nın sözlerini bulup parmağıyla Cenk’e şarkının neresinde olduklarını gösteriyor. Şimdi bardaki herkes; işten çıkmış iki takım elbiseli centilmen, sarmaş dolaş genç ve orta yaşlı çiftler, döne döne dans eden zarif, yaşlı kadın, İskandinav bir turist grubu, hep bir ağızdan neşe içinde parçayı söylüyorlar.

Cenk geldiği günden bu yana, Londra’nın mutlu olmak için fırsat kollayan ve bunu kolayca becerebilen insanlarına gıpta ediyor. Sarah da onlardan biri. Dolgun omzunu Cenk’inkine bastırarak, onu düşüncelerden sıyrılmaya, eğlenceye katılmaya davet ediyor.

Cenk, elindeki kitapçıkta yazan sözleri anlayabildiğine, İngilizce’sinin bir şarkıya eşlik edebilecek düzeye erişmiş olmasına seviniyor. Beatles parçaları potpuri şeklinde söylenmeye devam ediyor ve “Hey Jude” kanonu esnasında o da kendini ilk kez bir yabancı gibi hissetmiyor.

İkinci biraları almaya Cenk gidiyor. Sarah onu gevşemiş, elinde iki büyük bardakla gülümseyerek bardan gelirken, hatta ufak ufak dans ederken görmekten son derece hoşnut. Cenk’i ayağa kalkarak, göğüs ve kalçalarının yuvarlaklığıyla uyumlu birkaç dairesel dans figürüyle karşılıyor. Cenk ritme göre başını ve omuzlarını biraz daha sallayıp Sarah’a nazikçe eşlik ettikten sonra yerine oturuyor. Şarkının sözlerini bulmaya çalışıyor. Sarah bir kez daha imdadına yetişiyor. Sayfayı çevirip, parmağıyla hangi mısrada olduklarını işaret ediyor.

Müziğe kısa bir ara veriliyor. Sarah bunu Cenk’e biraz daha yakınlaşabilme fırsatı olarak görüyor. Başını, saçları Cenk’inkine değecek kadar yanaştırarak, inci dişlerinin arasından bu piyanolu şarkıları hep birlikte çalıp söylemenin bir Doğu Londra bar geleneği olduğunu anlatıyor. Cenk bu sırada Sarah’ın mavi gözlerine değil, sevimli çillerine bakıyor. Sarah’ın nefesi Cenk’in yüzünü ılık ılık yalıyor.

Hızlı içilen biralar Cenk’in başını tatlı tatlı döndürmeye başlıyor. Bir gece parti çıkışında Sarah’ın, kız arkadaşları ile Mustafa Enişte’nin dönercisine gelişini anımsıyor. Yerleri paspaslayan Cenk’ten mavi gözlerini alamayışını… Ertesi gece tek başına gelişini… Takip eden haftalar boyunca Cenk’i görme bahanesiyle her gece döner yemekten tam beş kilo alışını…

Sarah bayılıyor Cenk’in böyle gözlerinin içine derin derin bakmasına. İçten içe, o derinliğin kafasını kurcalayan başka şeylere dalmış olmasından kaynaklanıyor olduğunu sezse de…

Bir hafta önce Sarah’ın İrlandalı bir yakının işlettiği barda işe giren Cenk, artık dil kursu taksitini ödeyip bir o kadar da kenara koyabilecek. Kendine ait bir oda tutabilecek. Üstelik haftada iki gece dışarı çıkabilecek.

İki gözünü aynı anda kırparak çocuksu bir gülümseme eşliğinde teşekkür ediyor Cenk. Sarah fazlasıyla karşılık veriyor. Cenk’le iletişimin her türlüsü tüylerini ürpertmeye, göğüs kafesini gıdıklamaya yetiyor.

Kıvrık bıyıklı müzisyenler dönüyorlar piyanonun başına. Papyonlu olan tabureye oturuyor. Diğerinin elinde siyah bira dolu, kulplu bir bardak var bu kez. Hem söylüyor, hem de birasını sallayarak izleyicileri coşturuyor.

Birkaç geleneksel İngiliz şarkısı ve marşı söylüyorlar. Gözlüklü olan, piyanonun yan tarafında açılan bir kapaktan ipe bağlı üçgen Büyük Britanya bayrakları çıkarıyor. Uzayan ip bütün barı dolaşıyor. Hemen hemen herkes coşku içinde şarkıya katılıp bayrakları sallıyor.

Sarah Cenk’in kulağına eğilip, okullarda öğretildiği için bu şarkıları bütün İngilizler’in ezbere bildiğini söylüyor. Bunu söylerken fazla yanaşmış olacak, ıslak dudağı Cenk’in kulağına değiyor.

İngiliz bayraklı eğlence faslına katılmamayı tercih eden Sarah, Cenk’i şaşırtan ani bir hareketle ayağa fırlıyor. Marş söyler gibi kollarını sallayarak, asker adımları ile yerinde sayarak, yeni parçaya eşlik etmeye başlıyor.

Sayfayı çevirerek, Cenk’e “Tipperary Çok Uzaklarda” adlı başlığı gösteriyor. 1912 yılında Jack Judge tarafından yapılan şarkının, Tipperary adlı İrlanda kasabasından Londra’ya çalışmaya gelen bir İrlandalı’nın vatanına, evine ve aşkına olan özlemini dile getirdiğini, 1. Dünya Savaşı sırasında Fransa cephesindeki İrlanda bölüğü tarafından söylendikten sonra yalnız İrlandalı ve İngilizler’in değil, Fransız ve Rus askerlerinin de en sevdiği savaş, daha doğrusu gurbet şarkısı olduğunu bir çırpıda anlatıp, barda zirve yapan coşkuya katılıyor.

***

TIPPERARY ÇOK UZAKLARDA*

Günün birinde muhteşem Londra’ya bir İrlandalı geldi

Kaldırımlar altın kaplıydı, şüphesiz herkes mutlu

Piccadilly, Strand ve Leicester Square şarkıları söyleniyordu

Ta ki, Paddy heyecanlanıp haykırmaya başlayıncaya dek

 

Tipperary çok uzaklarda; hem de fersah fersah

Tipperary çok uzaklarda, tanıdığım en tatlı kız da

Güle güle Piccadilly, elveda Leicester Square

Tipperary çok uzaklarda, ama benim kalbim orada

 

Paddy, İrlandalı Molly’sine bir mektup yazdı

Dedi ki, “Mektubum ulaşınca bana mutlaka haber ver.

Eğer yazım hatası yapmışsam sevgili Molly

Şunu bil ki, yanlışı yapan kalemdir, sakın beni suçlama.”

 

Tipperary çok uzaklarda; hem de fersah fersah

Tipperary çok uzaklarda, tanıdığım en tatlı kız da

Güle güle Piccadilly, elveda Leicester Square

Tipperary çok uzaklarda, ama benim kalbim orada

 

Molly, özenli bir yanıt yazdı İrlandalı Paddy’sine

Dedi ki, “Mike Maloney benimle evlenmek istiyor, yani

Strand ve Piccadilly ile vedalaş artık, ya da suçlu sen olursun.

Çünkü aşk beni yeterince sersemleştirdi, umarım sen de aynı durumdasındır.”

 

Tipperary çok uzaklarda; hem de fersah fersah

Tipperary çok uzaklarda, tanıdığım en tatlı kız da

Güle güle Piccadilly, elveda Leicester Square

Tipperary çok uzaklarda, ama benim kalbim orada

***

Şarkının bitimi ile birlikte barda müthiş bir alkış ve tezahürat kopuyor. Herkes adeta zafer sarhoşu. Bira bardakları tokuşturuluyor. Piyanist çalmaya ara veriyor. Yükselen uğultu asırlık duvarlarda yankılanıyor. Sarah’ın İrlandalı kanı iyice kabarmış, iki eli havada nakaratı bir kez daha, haykırarak söylüyor; kıvrık bıyıklı sempatik müzisyen, siyah birasını onun şerefine kaldırıyor.

Bu sırada Cenk, Sarah’a belli etmemeye çalışarak nemli gözlerini siliyor. Çok uzaklardaki memleketini, ayrılmanın her ikisi için de en mantıklısı olacağına karar vermiş olsalar da, tanıdığı en tatlı kız olan Mine’yi düşünüyor. Evinin fersah fersah uzaklarda, ama kalbinin hep orada olduğunu; Leicester Square’deki insanlar çok daha mutlu olsa da, onun kalbinin hep sevdiklerinin yanında olacağını biliyor.

 

* https://www.youtube.com/watch?v=XVM-tFAdADg

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

SOKAK MANKENİ

İşte bir daha asla bulamayacağı o ara sokaklardan birinde rastladı ona. Depo girişi gibi görünen parmaklıklı bir kapının önünde, kırmızı bir yük arabasına yaslanmış bir vitrin mankeni, çırılçıplak, sırılsıklam dikiliyordu. Başı kel, tek eli kopuk, vücudu kusursuzdu. Sokakla esrarengiz bir uyum içindeydi.

GÖLGELİ YOKUŞ

Zamanın akmadığı kentlerde yollar da akmaz, yokuş olur. İnsanlar birer gölge gibi, ağır ağır hareket ederler o yokuşun üstünde. Nefes nefese, kamburları çıkık, başları önde. Yenildiklerini ve kaderlerini…

ÇATI KATI

Kadın çatı katında yaşıyordu. Şehrin kirliliğinden, gürültüsünden uzak. Bulutlar arasında, tek başına… Bir kaç martı dostu vardı. Bir çift de kumru komşusu. Kedileri, kitapları, kemanı, çiçekleri…

İBRAHİM İN BALIKLARI

Kestanecinin lüks lambası altına dizdiği kestane kebaplar ve karşı tepede yükselen Süleymaniye Camisi altın rengi parlıyor. “İbrahim senin resmini çekeyim mi şurada?” Önce ne kast ettiğimi anlamıyor. Telefonu gösterince: “Olur” diyor. Eğilerek balık dolu şişeyi, kamış oltayı ve naylon torbayı yere bırakmaya yelteniyor. “Yok.” diyorum. “Onları da yanına al ki, ne kadar sıkı bir balıkçı olduğunu belgeleyebileyim.”

TAMİRCİ

Okulun paydos zili çaldı mı pantolonundaki tozu pası silkeler, yüzünü sabunlu suyla yıkar, aynanın sırları dökülmemiş köşesine yaklaşarak saçlarını ıslak eliyle tarardı. Kapıya çıkmadan montunu sırtına geçirmiş olurdu mutlaka. Fermuarını çekerek kirlenmiş tişörtünü; ellerini ceplerine sokarak yağ karasına bulanmış ellerini gizlerdi.

Omzunu oto tamirhanesine bitişik tahta kapıya yaslar, bir ayağını diğerinin üstüne atar, gözleri hep dalgın, hep uzaklara bakardı.

Uzun, ince, yakışıklı bir delikanlıydı. Kızların çoğu yan gözle keserdi onu, tamirhanenin önünden geçerken. Hiç oralı olmazdı.

Derslerle arası pek iyi olmayan haylazlar, hele sınav dönemlerinde imrenerek bakarlardı Tamirci’ye. Arada laf atan da olurdu. O ise ne gülümser, ne sinirlenir, ne de başka bir tepki verirdi. Bakışları deler geçerdi karşısındakini. Onunla göz göze gelen, dönüp arkasına bakardı.

Bazı günler yanına hiç kimse uğramazdı. Çocuklar gözden kaybolunca o da gerisin geri ustasının yanına döner, oto tamirine devam ederdi.

Bazı günler ise okul paydos ettikten sonra, öğrenciler tamirhanenin önünde kuyruk olurdu.

0.5 kalem mekanizmasından çanta kilidine, palto fermuarından kemer iğnesine, ayakkabı tabanından anahtarlık yayına, top patlağından bisiklet frenine, saat kayışına kadar irili ufaklı tamirat işi olan çocukları bayrak törenindeki gibi sıraya dizer, tek tek şikayetlerini dinledikten sonra arızalı eşyalarını sırayla teslim alırdı.

Tamirhanenin bitişiğindeki tahta kapıdan usulca içeri girer, birkaç dakika sonra yine aynı sakin hareketlerle, sorunu halletmiş olarak çıkardı.

Çalışır hale gelmiş eşyalarını hayranlıkla inceleyen çocuklar, bir yandan da kapının gerisinde neler olduğunu, her tür sorunu çözebilen alet edevatı, Tamirci’nin oturarak mı ayakta mı çalıştığını, içeride başka kimsenin bulunup bulunmadığını ve daha bir yığın sorunun yanıtını deli gibi merak eder, ama çizgi kadar karanlık dışında en ufak ipucu vermeyen esrarengiz oda hakkında hiçbir şey öğrenemezlerdi.

***

Tamirci’nin konuştuğu tek kişi vardı. O da “Seyyar” lakaplı, tekerlekli sandalyeli bir delikanlıydı. Sık sık arabası bozulduğundan Tamirci’nin müdavimlerinden olmuştu. İlk zamanlar ondan para almayı reddetmiş, sonra bu eşitsizliğe içerleyen Seyyar’ın ısrarlarına karşı koyamayarak sembolik bir servis ücretini kabul etmeye başlamış, onun verdiği paraları diğer kazançlarından ayrı tutarak bir kavanozda biriktirmişti.

Sonra bir gün, tekerlekli sandalyesine balans ayarı yapılmasını bekleyen Seyyar, içeride her zamankinden uzun kalan Tamirci’yi merak etmeye başlamışken, aralanan tahta kapının arasından gördüğü manzara karşısında hayatının en anlamlı sürprizini yaşamıştı: Tamirci; Seyyar’ın tekerlekli sandalyesine akü takmıştı.

Seyyar nemlenen gözlerini koluyla silip ilk şoku atlattıktan sonra, teşekkür için yemek ısmarlamakta çok ısrar edince, aynı akşam birlikte meyhaneye gitmişlerdi.

Seyyar gece boyunca alkolün de etkisiyle iç dünyasını olduğu gibi ortaya döküp, Tamirci’yi kah duygulandırıp kah güldürdükten sonra nihayet Tamirci de çözülmüş, hayatında ilk kez kendisi hakkında birkaç cümle sarf etmişti:

Doğuştan her türlü bozukluğa, düzensizliğe, aksaklığa karşı aşırı derecede hassastı. Sorunu hızlıca çözemediği takdirde kilitleniyordu. Bu nedenle çocukluğundan itibaren gücünün yetmeyeceği sorunlardan uzak durmaya özen göstermiş, tamir edebileceği her türlü arızaya karşı da hazırlıklı olmanın ve müdahale etmenin yollarını öğrenmişti. Şükürler olsun, uzun süredir ciddi bir kriz yaşamamıştı.

***

Seyyar, o gece eve akülü sandalyesi ile jet gibi girince annesi ile kardeşinin ağızları açık kalmış, annesi Seyyar’ın açıklamasının ardından sevinçten ağlamaya başlamıştı.

Ancak gururuna fazlasıyla düşkün babası uzun süre sessizce önüne baktıktan sonra; böyle bir hediyeyi asla bedelsiz kabul edemeyeceklerini söylemiş, şu an ödeyecek durumları da olmadığına göre, oğluna ertesi gün aküyü iade etmesi gerektiğini bildirmişti.

Seyyar panik halinde Tamirci’nin bu iyiliği tamamen kendi rızası ile yaptığını, malzemeleri bugüne kadar onun tamir için ödediği paraları biriktirerek satın aldığını, yani aslında akünün parasını onun ödemiş sayılacağını sıralamış, bir gecede hayatı boyunca ettiğinden fazla yemin etmişti.

Babası bir türlü ikna olmayınca alkolün de tesiri ile Tamirci’nin kendisine verdiği sırlardan bahsetmiş ve aslında onun kendisini normal hissedebilmek için bu işi yapan, değişik biri olduğunu söyleyivermişti.

Kafası karışan babası uzun süren sessizliğin ardından, bu konuyu iyice düşünüp nihai kararını daha sonra bildireceğini söylerken, Seyyar da asla güvenmediği kardeşi Necla’nın yanında hassas arkadaşının mahremiyetini açık etmiş olmanın vicdan azabını çekmeye başlamıştı.

***

Necla birkaç gün sonra, kimseye haber vermeden bozuk saç kurutma makinesi ile Tamirci’nin yerine gitti. Giyinmiş, süslenmiş, sahte parfüm şişesinin yarısını başından aşağı boca etmişti.

Aslında ondan hoşlanmıyor hatta kirli ellerinden, yağ kokusundan tiksiniyordu. Ama Tamirci okulun son sınıf kızları arasında çok popülerdi. Eğer onu elde ederse, bütün gözler Necla’nın üzerinde toplanacaktı. İlgi odağı olmak onun için herşeyden daha önemliydi.

Tamirci, Seyyar’ın kardeşi olduğu için Necla’yı sıcak karşıladı. Yani yüzüne baktı. Hatta belli belirsiz gülümsedi. Lafı uzatmadan, saç kurutma makinesi ile tahta kapıdan içeri girip gözden kayboldu.

Beş dakika sonra makineyi çalışır durumda geri getirdi. Necla borcunu sorunca, “bir şey istemez” dedi. Necla nazlanarak, sabahtan kremleyip parlattığı omuz başını açıp kırmızı dudaklarını büzerek “olmaz ama öyle” diye ısrar edince, ne diyeceğini bilemedi.

Sonunda Necla kendisi ile konuşmayı bırakıp kapıya yaslanmış, uzaklara bakan Tamirci’nin yanağına ıslak bir öpücük kondurdu. “O zaman ben de böyle öderim” diye kıkırdayıp cilveli adımlarla uzaklaştı.

Tamirci neye uğradığını şaşırmıştı. Soluk alışverişi hızlandı. Eli yanağına gitti. İçi gıdıklanıyor, alnı boncuk boncuk terliyor, kalp atışları düzensizleşiyordu. Tahta kapıyı açtı. Ellerinin titremesi geçene kadar karanlıkta kaldı.

***

Necla iki gün sonra, bu kez bir tencere ve kopmuş tutacağı ile çıkageldi. Tamirci onu görür görmez kıpkırmızı olmuştu. Necla bunu memnuniyetle fark etti. Bu iş tahmin ettiğinden çok daha kolay olacaktı.

Saçlarını savurup, bakışlarını Tamircinin gözlerinin içine sokarak, tencereyi ve tutacağı uzattı. Tamirci gözlerini kaçırarak parçaları aldı, hızla içeri geçti.

Elleri zangır zangır titriyordu. Basit bir tamirattı ama her zamankinden uzun sürdü. Önüne bakarak dışarı çıktı. Başını kaldırmadan, yeniden tek parça haline getirdiği tencereyi uzattı. Yanağına kelebek gibi bir öpücük kondu. Bu kez gülümsemesine engel olamadı.

O gün ustası Tamirci’nin ilk kez şarkı mırıldandığını işitti.

***

Artık paydos saatinden yarım saat önce işi bırakıp kapıya çıkıyor, tek tip üniformaların içinde okulun kapısından oluk oluk akan öğrenci gruplarının içinde Necla’sını arıyordu.

Necla tam karşısından geçerken gerdan kırarak, saçını savurarak, göz kırparak ya da -en fenası- dudaklarını büzüp öpücük gönderek Tamirci’yi selamlıyor, delikanlının yıllar içinde kaya gibi sertleşmiş kas ve duygularını lime lime ediyordu.

Yanındaki kızlar dünya yıkılsa oralı olmayan Tamirci’nin Necla karşısında nasıl değiştiğini şaşkınlıkla ve imrenerek gözlemliyorlardı. Kısa sürede Necla ile arkadaşlık etmek isteyenlerin sayısı artmıştı. Ders aralarında Tamirci ile aralarında ne olduğunu soranlar aldıkları gizemli yanıtlardan etkileniyor, daha fazlasına tanık olabilmek için okul çıkışlarında da Necla’nın yanında olmayı tercih ediyorlardı.

Son günlerde Necla’ya gösterilen ilgi kızlarla sınırlı kalmamış, yakışıklı erkeklerden birkaçı sabahları “günaydın”, öğlenleri “kantinden bir şey ister misin?” demeye başlamıştı.

***

Bir Cumartesi öğleden sonra, Necla bu kez menteşesi kırık, eski bir takı kutusu ile çıkageldi. Sınıfın en popüler ve dedikoducu kızlarından ikisi, tamirhanenin tam karşısındaki çocuk parkında sözde küçük kardeşlerini eğlendiriyor, aslında Necla’nın söylediği saatte orada bulunarak Tamirci ile ilişkisini gözleriyle görmeye hazırlanıyorlardı.

Necla yine en şuh haliyle yaklaştı. Bu kez daha iddialı bir makyaj yapmış, daracık bir kazak giymişti. Takı kutusu bile buram buram parfüm kokuyordu.

Tamirci kutuyu aldı. Gülümsedi. Kalbi yerinden çıkacak gibi oldu. Daha fazla Necla’nın yüzüne bakamayarak arkasını döndü. Karanlık odada kayboldu.

Geri döndüğünde Necla’yı parktaki arkadaşlarına el sallarken yakaladı. Necla hemen kendine çeki düzen verdi. Tamirci, takı kutusunu Necla’nın pamuk ellerine teslim etti. Necla aynı anda parmak uçlarında yükseldi. Tamirci’nin boynuna sarıldı. Ve iki yanağından şapır şupur öptü. Necla’nın göğüslerini göğsünde, saçlarını ve dudaklarını yüzünde, kokusunu en derinlerinde hisseden Tamirci şöyle bir sendeledi. Ayakta durabilmek için Necla’nın belini tuttu.

Her ikisi de arkalarını döndüler. Tamirci yanağını tutarak tahta kapıdan içeri girdi. Necla tanık oldukları sahnenin etkisiyle ağızları birer karış açık kalmış arkadaşlarına göz kırparak, eve doğru işveli adımlarla yürümeye başladı.

***

Aynı günün akşamüstü, sokağın başında Seyyar göründü. Necla gittikten bir saat sonra karanlık odadan dışarı çıkabilen Tamirci, günün kalan kısmını tamirhanenin kapısına yaslanıp Necla’ların evinin bulunduğu tarafa doğru dalgın dalgın bakarak geçirmişti.

Seyyar’ı görünce şöyle bir irkildi. Soğukkanlılığını korumaya çalışarak arkadaşının yaklaşmasını bekledi. Seyyar’ın yüzündeki ifade hiç görmediği kadar sıkkın ve gergindi.

Kısa bir an için göz göze geldikten sonra her ikisi de bakışlarını kaçırdılar. Seyyar, tek kelime etmeden sıktığı sağ yumruğunu Tamirci’ye doğru uzattı. Elini ters çevirip, avcunu açtı.

Tamirci’nin onardığı takı kutusuna gizlice koyduğu anne yadigarı yüzük şimdi Seyyar’ın elindeydi.

Bir süre ikisi de Seyyar’ın avcuna bakakaldılar.

Sonunda sessizliği Tamirci bozdu:

“Kusura bakma kardeşim.” dedi. “Gönül ferman dinlemiyor.”

Seyyar:

“Asıl sen kusura bakma kardeşim.” diye yanıt verdi. “Al yüzüğünü, gönlüne layık birinin parmağına tak.”

Derin bir nefes alıp devam etti:

“Benim kardeşim senin bile tamir edebileceğin bir arıza değil.”

Tamirci, bilincini yitirmiş halde rahmetli annesinin yüzüğünü Seyyar’ın avcundan aldı. Uzun süre konuşmadan öylece durdular.

Hava karardı. Usta, dükkanı kapatmaya yardım etmesi için Tamirci’yi çağırdı. Tamirci dönmeye hazırlanırken birden durdu. Bakışlarını Seyyar’a çevirip sıkmaktan avcunu kanatmış yüzüğü göstererek:

“Sana kendisi mi verdi bunu?” diye sordu.

“Hayır. Odasında arkadaşlarıyla gülüşmelerini duyup kulak kabarttım. İçeri girip kendim zorla aldım.” diye yanıtladı Seyyar.

Tamirci arkasını döndü. Ustasının yanına gitmek yerine tahta kapıyı açtı. İçeriden bütün gücüyle iterek kapattı. Kapının gürültüsünden karşı parktaki kuşlar havalandı.

Seyyar, kumandanın ileri düğmesine bastı. Ustaya dükkanı kapatması için yardım etmek üzere, akülü tekerlekli sandalyesini tamirhanenin içine doğru sürdü.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

MADAM KROPKA

Kocası öldüğünden beri tepeden tırnağa siyah giyinir. Siyah bisiklete biner. Siyah kahve satar. Genellikle siyah konuşur. Siyah tenteli bir kafesi vardır. Onun önünde dikilir. Eteğinin altına kocasının siyah çoraplarını giyer. Elleri hep ceplerindedir. Cebindekiler her gün değişir. Telaşlı, somurtkan, düşünceli birilerini görmesin, dişi örümcek gibi ağını atar. Kaldırımdan çekip, kafesine sokar.

KARAVANA

Masadakiler, yemekhanede nadir çıkan kuru köftenin tadına doyasıya varabilmek için tek kelime konuşmuyor, iştahla lokmalarını çiğniyorlardı. Sarışın çocuk burnunu çekti. Sonra bir kez daha. Ali göz ucuyla onu izliyordu. Çocuğun omuzları şöyle bir kalkıp indi. Sonra bir kez daha… Hıçkırmaya başladı. Ali metal su bardağını doldururken bir damla gözyaşının yanık köftelerden birinin üstüne düştüğünü gördü.

MASALCI TEYZE

Aslında hayallerimin birer birer gerçekleştiği günlerdi. Yani en mutlu olmam gereken zamanlar… Üniversiteden mezun olduğum hafta işe girmiştim. Mütevazi maaşım şehrin merkezindeki asırlık bir apartmanda, iki göz odalı, ufak bir daire kiralamama yetmişti. Öğrencilik yıllarımda fırsat buldukça daldığım ara sokaklardan birindeydi yeni evim. Beyoğlu’nun afallatan, düş kurdurtan, küf ve tütsü kokan esrarengiz sokaklarından birinde… Dar, kısa bir yokuşun sonunda.

ZAMANE PİNOKYOSU

Konuşurdu tahtayla. “Ağacın canı vardır” derdi, babası. “Damarları, kıvrımları, rengi, nemi, kokusu, sertliği ile o da konuşur seninle. Dinlemeyi bilirsen yol gösterir. Yardımcı olur. Ancak o zaman gerçek bir Pinokyo yapabilirsin. Diğer türlüsünü fabrikalar yapıyor zaten, senden çok daha hızlı ve ucuza.”

MAVİ TRAKTÖR

Beyazdır evi. Sakız gibi kireçten. Ve çakır gözleri gibi açık mavidir penceresinin çerçeveleri.

Herkesten önce uyanır. Al ibikli beyaz horozdan bile. Usulca sıyırır yorganı üstünden. Bakar ki, ayakları elleri tutuyor. Gözleri de görüyor her şeyciği birer birer… Avuçlarını açıp şükreder.

Çocukların odası uyku kokuyordur. Ana karnı gibi nemli ve huzurlu. Tahta zemini gıcırdatmamaya çalışır ama asla beceremez bunu. Loş holü geçerken kendine çeki düzen verir, rahmetli babasının çerçeveli resmiyle günaydınlaşır. Her sabah yapar bunu. Allah kollayan bakışlarını başlarından eksik etmesin. Hep aynı yerde, babacığının bir bayram sabahı ilk ve son kez başını okşadığı salon girişinde ayağı eşiğe takılır. Tökezler, biraz da gürültü çıkarır. Afacan oğlunun bahar boyunca düdük gibi öten burnundan yükselen hırıltı kesilir bir an için.

Sonra yine hol loşlaşır, babası istirahate çekilir, gözleri fotoğraf olur. Oğlan ağustos böceği gibi kaldığı yerden ötmeye devam eder.

Bahçeye sis inmiştir. Zakkumlara boncuk boncuk çiğ… Tulumbaya bir tas su döker. Dökme demir kolu indirip kaldırmaya başlar gıcır gıcır. Kuyunun karanlığından gün yüzüne çıkan su coşar, köpük köpük kabarır, sakız gibi bembeyaz olur.

Avucu dolar taşar suyla. Yeni doğmuş bir kuzuyu sever gibi oynaşır, öper koklar onu. Yüzünde, boynunda, elinde kalan damlacıklar kendini zakkum gibi diri hissetmesine neden olur.

Ama hafta içidir, bahçede kalamaz daha fazla. Asmanın direklerine gerili telde beşik gibi sallanan havluyla elini yüzünü kurulayıp mutfağa geçer. Karıcığı tıkır tıkır işlenmektedir. Ne ara kalktın gene Münevver? Yalvarır gibi bakar karısının melek yüzüne. Ahh tezcanlı yarim; dinlen demedi mi doktor sana?

Bir çorba kaşığı kestane balı götürür ağzına. Balın geçtiği yerler akşam güneşi vurmuş gibi tatlı tatlı ısınır. Münevver ılık sütün içine çiğ yumurta kırıp çırpar. Bir dikişte bitirir onu da. Bir türkü takılır dilinin ucuna. Münevver de sever o türküyü. Ay gibi gülümser.

Traktör sadık bir at gibi bekliyordur kapının önünde. Münevver ailelerinin medarı iftiharına doğru ondan önce atılır. İçine öğlen yemeği ve birkaç öteberi koyduğu heybeyi koltuğun yanındaki göze yerleştirir.

Elinde bir tas su, geri çekilir. Evlendiklerinden bu yana hafta içi her sabah yaptığı gibi.

Horoz ötmeye başlar. Şimdi kız da camın gerisinde gözlerini ovuşturmaktadır. Tulumbanın suyu gibi gün yüzüne taze çıkmış.

Gömleğinin son düğmesini ilikler. Ceketini sırtına geçirir. Traktöre gururla biner. Ege gibi mavidir traktörünün rengi. Her seferinde denize dalar sanki ona oturduğunda…

Bismillahla marşa basar. Lastikler sabırsızca döner olduğu yerde. Sonunda toprağa tutunur, traktörü ileri fırlatır.

İçine kekik, zeytin, defne, kantoron, zakkum, hodan, zahter ve daha binbir türlü şifalı ot, ağaç yaprağı, çiçek poleni, meyve özü katarak arı gibi gezinen mis gibi dağ havası çarpar yüzüne. İçinden o dağlarda kaybolmak gelir bir an. Sonra kendini toplar.

Münevver’in arkasından döktüğü suyun sesini duyar. Kızının kumru yavrusu gibi sallanan eline karşılık verir. Burnu ötüşlü, şeftali yanaklı oğlunu düşününce genişler gülümsemesi. Onlara ekmek getirmenin sorumluluğu; dağ havasının baştan çıkarıcılığını da yuvadan uzaklaşmanın burukluğunu da alt eder. Basar gaza, tozu dumana katarak uzaklaşır.

O geçerken kuşlar havalanır, kazlar, tavuklar kaçışır sağa sola. Yola doğru sere serpe uzanmış dallar, çalılar şöyle bir çeki düzen verirler kendilerine. Çukurları doldurmuş su birikintileri havalanır, ihtiyaç sahibi otlarla çiçeklerle buluşur. Keçiler çayıra kaçar peş peşe. Köpeklerin çoğu sürünün, en kabadayıları traktörün peşine…

Tarlalarda çalışanlara özenç, sıkılan çobanlara hareket, okul yolundaki çocuklara hayal, yoldan geçen sürüngenlere kabus olur. Ege gibi maviye boyar toprağın üstünü. Geçtiği yeri değiştirir, tozu dumana katar.

Asfaltı bulur derken. Yol büyür, traktör küçülür o zaman. Kamyonlar çağlamaya başlar yanı başında. Kıyıdaki ağaçların yerini direkler, dalların yerini teller, kuşlarınkini izolatörler alır. Pembe zakkumlar yerini demir uyarı levhalarına bırakır. Gökyüzü uzaklaşır. Toprak asfaltın altında ezilir. Dağ kokusu zifte yenilir.

Mavi traktör tozlanarak, aksırarak ilerler. Haddini bilerek, sağdan sağdan gider. Kasabaya yaklaştığını önce grileşen ufuktan, sonra is kokusundan ve nihayet çamurlu, sıska köpeklerden anlar. Traktörle ne oynaşacak, ne de kafa tutacak kadar canı kalmış, sanayi köpeklerinden.

Yağmur çiselemeye başladığında hızlanmak ister. Ama mal indirmek, park etmek, börek almak gibi gerekçelerle yolu tıkayan üstü kapalı araçlar yüzünden ıslanır biraz. Eczane açılmıştır ama oğlanın burun spreyi ile hanımın ilaçlarını dönüşte almaya karar verir.

Dairenin otoparkına yanaştırır mavi traktörü. Koltuğun yanındaki gözden Münevverinin koyduğu heybeyi çıkarır. Karıştırıp kravatını bulur içinde. Bağlayıp boynuna takar. Bu gönüllü teslimiyet, her defasında boğazıyla bir yüreğini de sıkar.

Kafayı dağıtmak için heybeyi karıştırır. Tam sevdiği gibi iyi haşlanmış yumurta, dereotu ve keçi peyniri sarılı yufkayı; Münevverinin, oğlanın yanaklarını hatırlatsın diye son zamanlar kumanyasından eksik etmediği olgun şeftaliyi; kayınvalidesinin sarı kızın sütüne mayaladığı tazecik yoğurt dolu tası okşayarak seyreder.

Son olarak vazo niyetine masasından eksik etmediği su dolu çay bardağının içine koyması için, karıcığının solgun ve güzel eliyle bahçelerindeki zakkumdan kopardığı pembe çiçekli dalı burnuna götürür. En derinlerine çeker.

Yağmur yeniden atıştırmaya başlayınca mavi traktöründen atlar. Sıkı sıkı sarıldığı heybesini göğsüne bastırır. Mesaisine başlamak üzere dairenin merdivenlerini tırmanmaya koyulur.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

COŞKUN’UN ASANSÖRÜ

“Şurda olaydın da bi’ Cüneyt Arkın gibi bakaydın ya kerata!” diye hayıflandı, Mustafa Hoca. Coşkun’un tek kaşıyla çenesini hafif yukarı kaldırışını, ağzını kapatıp dudaklarını büzdükten sonra gözlerini kısıp, uzaklara sert ve derin bakışını hatırladılar. Hepsinin yüzünde irili ufaklı tebessümler belirdi.

KARANLIK ODA

Haftalarca odasından çıkmadığı olurdu. Yarısı boş, hatıralarıyla birlikte duvarları da delik deşik olmuş, kocadıkça kararmış, nemlendikçe yosunlanmış, ceset gibi kokmaya başlamış bir hanın, en az kullanılan koridorunun ucundaki sığınağından.

YALNIZLIK

Siyah pardösüsü ile gece yarısı ışıksız sokaklarda yok oluvermekten hoşlanır. Metruk binaların buz gibi tırabzanlarını tutup, kırık basamaklarını tırmanmayı… Sahibiyle birlikte aklını da yitirmiş is kokulu odalarda dolaşmayı… Sanayi mahallelerinde ansızın köpek çetelerinin ortasında kalmayı… Sırtından beline doğru misket gibi soğuk ter damlalarının inmesini…

GÜLLÜ

Seyyar satıcıları saymazsak renksiz bir cumartesiydi. Simit peşinde rıhtımla vapurlar arasında uçuşan martıların beyaz kanatları, uzaktan bakılınca denize düşen kar tanelerini andırıyordu. Haydarpaşa Garı, sargılar içindeki kulesi ve yamalı gövdesiyle göz göz pencerelerini güçlükle açıp kapıyor, artık koynuna tren almak için çok yaşlı olduğundan yakınıyordu.

TEKLİF

Boğaz hattında karşılaşıyorlar ilk.

O sıralar kız zayıflamak, erkek bir derneğe yardım toplamak üzere katılacağı yarışa hazırlanmak için koşuyor.

Boğaz koşucuları birbirlerini tanımasalar da selamlaşırlar. Bir tür dayanışma ve yüreklendirmedir bu. Kız’la Erkek de selamlaşıyorlar ilk karşılaşmalarında. Kız bunun Kuruçeşme Parkı’nın girişinde gerçekleştiğinden emin. Erkek ise Bebek Parkı’nda olduğunu iddia eder hala.

Sonra Çırağan’da, Ortaköy’de, Aşiyan’da, Rumelihisarı’nda devam ediyor bu rastlaşmalar. Zıt yönlerde koşuyor, bir noktada karşılaşıyorlar. Selamlaşmalarına gülümsemeler eklenmeye başlıyor. Her defasında biraz daha genişleyen gülümsemeler…

Daha sık karşılaşmak için daha sık koşmaya başlıyorlar. Her sabah karşılaşmak için her sabah koşmaya… Yağmur yağarken, kışın karanlıkta, karın altında, buzun üstünde ara vermeden koşuyorlar.

Bedenleri kemik gibi oluyor zamanla. Nabızları düşmüyor bir tek. Birbirlerini görmeden önce ayrı kalp çarpıntısı. Gördükten sonra ayrı.

Ve poyrazın iliklere işlediği karanlık bir kış sabahı, yollar, parklar ve Boğaz bomboşken; martılar, köpekler, servisler ve balıkçılar henüz yeryüzü sahnesine çıkmamışken, Akıntıburnu’nda deniz fenerinin dibinde karşılaşıyorlar.

Zamanının geldiğini anlıyor ikisi de. İlk kez o sabah uzaktan ellerini kaldırıp selamlaşmıyorlar. Gülümsemiyorlar da. Hız kesmeksizin, büyülenmiş gibi birbirlerine doğru koşmaya devam ediyorlar. Finish çizgisini göğüsler gibi… Kendi rekorlarını kırar gibi… Ruhları gövdelerinden birkaç adım önde, kucaklaşıyorlar.

Erkek sımsıkı tutuyor kızın belini. Dönüyor, dönüyorlar. Deniz feneri gibi çakıyor gözleri. Boğaz’dan bir dalga yükseliyor. Kordonu aşıp coşkularına ortak oluyor. Terleri köpüklere karışıyor.

Bu ilk kavuşmalarında konuşmuyorlar hiç. Deniz fenerinin dibindeki banka oturup, el ele günün ağarmasını seyrediyorlar.

Ertesi gün yine aynı banktalar… El ele değiller bu kez. Sözcükler girmiş aralarına.

Kız: “Koşarken kendime ait herşeyi geride bırakmayı seviyorum.” diyor. “Ve bana ait olmayanı kucaklamayı.”

Erkek: “Seninle sonsuza dek kucaklaşalım.” diye karşılık veriyor. “Ama hiçbir zaman birbirimize ait olmayalım.”

Sözlerini tamamlarken kızın serçe parmağını yakalıyor.

Kız: “Ne kadar güçlü olduğumu koşmaya başladıktan sonra fark ettim.” diyor. “Ve aslında bunun ne kadar önemsiz olduğunu…”

Erkek: “Güçlü olmaya çalışmayalım.” diyor. “Devam edelim yeter. Ve hiçbir zaman önemsemeyelim kendimizi.”

Şimdi kızın ikici parmağı da erkeğin elinde.

Kız: “Koşarken, koştuğumu unutmayı seviyorum.” diyor.

Erkek: “Öperken sevdiğini unutmak gibi…” derken Kız’ın saçlarına bir buse konduruyor.

Çığlık çığlığa bir martı geçiyor başlarının üstünden. Ürperiyor Kız.

“Koşmasaydım sana rastlayamazdım.” diyor.

Erkek: “Sana rastlamasaydım, aşk peşinde koşmazdım.” diye tamamlıyor.

Eğilip gözlerinden öpüyor Kız’ı.

Kız’ın gözleri doluyor. “Seni gördükten sonra koşmak için yaşamaya başladım ben.” diye fısıldıyor Erkek’in kulağına.

Erkek: “Seni koşarken gördükten sonra yaşamaya başladım ben de.” diye yanıt veriyor.

Kız dudaklarını Erkek’inkine bastırıyor.

Gözleri kapanıyor ikisinin de. Yüzlerine yağmur taneleri düşüyor. Bir balıkçı teknesi geçiyor pata pata. Boğaz’ı kaplayan sis tabakasının içinde esrarengiz biçimde kayboluyor. Kül rengi bir dinginlik esir almış kenti. Uzaktan geçen bir yük gemisinin burnu hayal meyal görünüyor. Bir karabatak şamandıranın üstünde kanatlarını açmış, geriniyor.

Erkek Boğaz havasını derinlerine çekiyor. Kız’ın elini avcuna alıyor. Kelebek tutar gibi, ürkütmekten çekinerek tutuyor.

“Bugüne dek…” diyor, “Hep ayrı yönlerde koştuk seninle.”

Kız kirpiklerini kırpıştırıp onaylıyor.

“Seni her gün, kısacık bir an için de olsa karşımda görmek eşsizdi…” diye devam ediyor. “Ama ben…”

Derin bir nefes alarak sesini toklaştırıyor.

“Artık seni karşımda değil yanımda hissetmek istiyorum.”

Kız’ın gözleri kocaman açılıyor.

“Yani…” diye soruyor. “Bana bundan böyle birlikte koşmayı mı teklif ediyorsun?”

Erkek, köpük köpük gülümsüyor.

Kız daha fazla yerinde duramıyor. Banka doğru eğilip, koşu öncesi esneme hareketlerine başlıyor.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

BÜYÜK YILMAZ

Her akşam iş dönüşü, evden önce arsaya uğrar. Minare, kilise ve ağaçların omuz omuza verdiği açık tribündeki yerini alır; içinde ekmek, meyve, bazen de 250 gram kıyma taşıdığı poşetini…

SICAK SÜT

Anası onun için, o anası için yaşıyordu. İkisi de istedikleri hayatı yaşayamıyorlardı bu yüzden. İkisinin de istediği başka hayat yoktu öte yandan. Birbirlerini mutlu etmeye, hatta çoğunlukla mutsuz etmemeye uğraşıyorlardı. Konuya komşuya karşı alınları açık olsun istiyorlardı. Anası oğlunun, oğlu da anasının.

BOĞAZİÇİ NİN BÜLBÜLÜ

Boğaziçi, bir zamanlar özü su, ışık, bülbül sesi ve sazdan oluşan kendine has, tılsımlı bir alemdi. Bu alemin halkı yalı adı verilen dantel gibi işlenmiş ahşaptan, çok odalı konutlarda yaşardı. Boğaziçi’nin kıyısında yan yana boy vermiş yalılar; ön cephelerini usul usul okşayan tuzlu suyun gündüz güneş, gece ay vasıtasıyla gönderdiği aşk elçisi ışık yansımalarının camlarından içeri süzülerek…

HAYALİ

Yolumun üstünde sarı bir ev vardı. Dış cephesinin yumurta sarısına boyanmış olması değildi onda dikkatimi çeken. Ne de olsa mahalle, alçakgönüllü yaşam tarzı ile tezat oluşturacak kırmızı, yeşil mavi, hatta mor, pembe renkli binalarla doluydu. Sarı evin farkı, çocuklar için esrarengiz bir çekim noktası olmasıydı. Ev sahipleri, çocukların bakışları pencere hizasına ulaşabilsin diye binanın dış cephesine demirden bir çıkıntı bile yaptırmışlardı.

TARHANA ÇORBASI

Poyraz deniz tarafından bıçak gibi soğuk ve keskin esiyor. Ortaköy’ün daracık, loş sokaklarında üç gölge titreşerek ilerliyor.

Esma, babası ile babaannesinin arasında isteksizce, tabanlarını arnavut kaldırımına sürte sürte yürüyor. Paltosunun rengi gibi al al olmuş yanaklarını şişirerek kendi uydurduğu tekerlemeyi söylüyor:

“Çok yoruldum… Çok acıktım… Çok üşüdüm… Çok yoruldum… Çok acıktım…”

Aynı sözcükleri hiç durmadan, hüzünlü ve tekdüze bir melodi eşliğinde tekrarlıyor. Tiz sesi, birbirlerine yaslanarak ayakta durmaya çalışan kocamış evlerin dış cephelerinde yankılanıp, Esma’nın minik adımlarının ritmine ayak uyduruyor.

Yaşlı kadın, yan gözle siyah bereli oğluna bakıyor. Sokak lambasının altından geçerken bakışlarının donuklaştığını, omuzlarının hepten çöktüğünü fark ediyor. Yürüdükçe uzayıp kısalan karaltısını, rüzgara karşı titreşen, zayıf alevli bir mumun gölgesine benzetiyor.

Sinir bozan tekerlemesine son vermesi için Esma’nın kulağına doğru eğiliyor.

“Biliyorum güzel yüzlüm. Yoruldun, acıktın, üşüdün…” diye fısıldıyor. “Bir nöbetçi eczane bulalım. İlacımı alalım. Dosdoğru evimize gideceğiz.”

Kız yüzünü buruşturuyor.

“Yarın alsan olmaz mı ilacını?” diye sorarak şansını zorluyor.

Adamın omuzları belli belirsiz geriliyor.

“Olmaz bir tanem. Saati var bunun.” diye yanıtlıyor yaşlı kadın. Ses tonundaki mecburiyet vurgusu, sonraki cümlede tehdide dönüşüyor: “Yoksa Allah muhafaza…”

“Tövbe tövbe… Anne demesene öyle şeyler ya…” diye sözünü kesiyor adam.

Kız, durumun ciddiyetine ikna oluyor.

“Neden caddede değil de ara sokaklarda arıyoruz ki nöbetçi eczaneyi?” diye soruyor bu kez. “Buralar hep ev. Bakkal bile yok!”

Yaşlı kadın ne diyeceğini bilemiyor. Şimdiki çocuklar neden bu kadar akıllı diye geçiriyor içinden. Yan gözle oğluna bakıp yardım istiyor.

“Az önce bir tanesinin önünden geçtik.” diyor adam, elini kızın omzuna atarak. “Kepenkleri kapalıydı, o yüzden fark etmedin sen herhalde. Bu gece o nöbetçi diye biliyordum da o yüzden…”

Babasının güçlü eli omzunu sarınca kızın üşümesi kesiliyor. Elini çekmesin diye beş on dakika hiç sesini çıkarmadan, omzunu kıpırdatmadan yürüyor.

Derken yine karnı guruldamaya başlıyor. Sesine nazlı, bebeksi bir ton vererek, “Ne yiyeceğiz akşama babaanne?” diye soruyor.

Parmaklarını büzüp ağzına götürüyor, yaşlı kadın. “Şöyle sıcacık bir tarhana çorbası içeriz” derken iştahla ağzını şapırdatıyor.

“Haaayır!” diye çığlık atarak aniden duruyor, Esma. Kollarını göğsünün üstünde sıkı sıkı bağlıyor. Kaşlarını çatıp tabanlarını kaldırıma vurarak:

“Artık tarhana çorbası içmek istemiyorum.” diyor. “Her gün aynı yemeği yemekten bıktım. Ayrıca yemek bile değil o. Çorba!”

Tarhana çorbasından ne kadar iğrendiğini göstermek için dilini çıkarıp öğürürken, babasının eli omzundan kayıp gidiyor. Şimdi Esma’nın öfkesine yalnızlık ve suçluluk duygusu da ekleniyor.

“Ama kızım öyle denir mi? Allah’ın gücüne gider.” diyor babaannesi. Esma’nın tek elini avcuna alırken oğluyla bir kez daha göz göze geliyor. Adam parmağını havada çevirerek “sen onu oyala” gibilerden bir hareket yapıyor.

Yaşlı kadın torununa doğru eğiliyor. Oğlu birkaç adım geride kalan çöp konteynırlarına yöneliyor.

“Babaannesinin bir tanesi. Tarhana deyip geçme. İçinde yoğurt var, un var, kurutulmuş biber var, nane vaaar…”

Kız dayanamıyor: “Biliyoruz, biliyoruz… Günışığı vaaar. Köy havası var… Hepsinden önemlisi babaannenin el emeği, göz nuru var.” diyerek kadının konuşmasını taklit ediyor.

Kızın sözcükleri adamın ensesine iğneler batırıyor. Acıyan yerlerini tutarak çöpe yaklaşıyor. Konteynırlar yan yana dizilmiş. Kapakları açık.

Birinci konteynır ağzına kadar çürük meyve, sebze dolu.

Vakit kaybetmeden ikincisine geçiyor. Ağzı bağlı market poşetleri yığını… Kapıcı apartmanın çöpünü yeni boşaltmış olmalı.

Umutsuzca üçüncüsüne yaklaşıyor. En üstteki parçaları inceliyor: Mikrop bulaşmamış, taze yiyecekler yalnızca orada bulunur.

Babaanne göz ucuyla oğlunu keserken, küçük kıza iyice sokuluyor. Esma arkasına bakmaya yeltenirse engel olabilmek için elini omzuna atıyor.

Esma bu dokunuştan, az önce babasının avucundan aldığı sıcaklığı alamıyor. Her akşam tarhana çorbası içmekten sıkılıp evi terk eden annesinin özlemi minik kalbini sızlatıyor.

Üçüncü konteynırdan tekir bir kedi fırlıyor.

Dördüncü konteynıra terzi uğramış olmalı. İçinde rengarenk kumaş kırpıklarından başka bir şey görünmüyor.

Adam beşinci konteynırın başında duraksıyor. Süngerleri fırlamış bir çocuk yatağı ve suntası kabarmış, kapaksız bir ayakkabılık neredeyse tamamını doldurmuş. Dikkatli bakınca ayakkabılığın arkasında, ucu konteynırın dışına çıkmış kare şeklinde bir kutu fark ediyor. Kutunun üstüne basılı pizzacı logosunu hemen tanıyor.

Soluk alıp vermesi hızlanıyor. Kutu tertemiz. Yeni atılmış, hatta elle konulmuş olmalı. Kapağını yavaşça açarken, tek gözü kapanıyor. İçinden dua ediyor.

Esma ile babaannesi dar sokakla ana caddenin kesiştiği köşedeler. Esma aniden durup, karşı kaldırımdaki eczaneyi işaret ediyor. Eczanenin kapısı açık, ışıkları yanıyor.

Babaannesi panik halinde şimdi ne halt edeceğini düşünürken, Esma arkasına dönüveriyor.

Yaşlı kadın gözlerini kapayıp çaresizce Esma’nın elini sıkıyor.

“Baba! İşte nöbetçi eczane!” diye sevinçle bağırıyor Esma. Babasını oldukça geride, konteynırların başında görünce şaşırıyor.

Adam soğukkanlılığını yitirmiyor. Dengesini yitirmiş de konteynırdan destek almış gibi yaparak doğruluyor, kızına doğru yürümeye başlıyor.

“Bravo kızıma.” diyor gülümsemeye çalışarak. “Sen olmasan bu soğukta kim bilir kaç tur daha atacaktık.”

Esma’nın yüzü gururla aydınlanıyor. Yine de daha fazla sabredecek hali yok. Dudaklarını büzüp sesini incelterek:

“Ama çok yoruldum. Çok acıktım. Çok üşüdüm artık ben baba…” diyor.

Adam kızına hak verdiğini belli eden yüz ifadesiyle başını sallıyor. Bakışlarını annesine doğru çevirerek:

“Siz doğruca eve gidin.” diyor. “Anne sen tarhanayı ateşe koy. Ben önce eczaneye uğrarım…”

Elini bir kez daha kızın omzuna koyup, şefkatle okşuyor.

“Sonra da Esma’ya iki dilim pizza alır, yetişirim.”

Poyraz deniz tarafından bıçak gibi soğuk ve keskin esiyor. Esma babaannesinin elini tutmuş, evlerine doğru uslu uslu yürüyor.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

PRENSES

Mecburdu buna. Ayakkabısı, çorabı, elbisesi, tokası, çiçeği, elması hepsi tertemiz, ütülü, fırfırlı, tazecik, cıvıl cıvıl olmadı mı sokak kapısının eşiğine adımını atamazdı. Yıllarca annesi, teyzeleri, ablaları, nineleri, komşuların kızları, daha kimler itmiş, çekmiş, çimdiklemiş, saçından sürüklemiş,

YOL ARKADAŞI

Delikanlının başı tatlı tatlı dönmeye devam ediyor. Çay ocağından buharlar yükseliyor. Tesise park eden otobüslerin farları tipiyi belirginleştiriyor. Çaylar tazeleniyor. Aralıksız anonslar yapılıyor. Sözcükler arasında boşluk bırakmadan, tuhaf bir şiveyle, mikrofon ağıza sokularak yapılan bu konuşmalardan delikanlı hiçbir şey anlamıyor. Mustafa cama bakarak konuşuyor. Delikanlı uyuşmuş gibi… Mustafa’nın söyledikleri dahil her şeyi…

ŞIKIRDIM

Esad ve Esma yalının açık penceresindeki beyaz tülle esmer perde gibi kah ayakları yerden kesilip havalanarak, kah birbirlerine sımsıkı tutunarak; kah döşeğin derinliklerine savrularak, kah Dersaadet’i cibinlik gibi etraflarına dolayarak, yalının sultan odasında öyle bir gece geçirdiler ki, şafak sökerken her ikisi de ömürlerinin sonuna kadar birbirlerinin müptelası olacaklarını kavradılar.

AYNALI CADDE

Bu toprakların insanları korkar aynalardan. Hele böyle köşe bucağı kaplayıp kaçacak delik bırakmayanından iyice korkar, uzak dururlar. Caddenin olağanüstü bir hali yoktur oysa. Gördüğünü yansıtabilir ancak. Herkesten, herşeyden; en yakın dosttan, sevgiliden, ana, babadan bile daha dürüsttür yani. Kollamaz ama dürüsttür.

ŞIKIRDIM

Uzun zamandır tadilat görmediğinden dışarıdan harap görünen bir ev, daha doğrusu altında üç göz kayıkhanesi bulunan bir yalıydı. Gündüzleri pencereleri açılıp havalandırılırken Boğaz’dan esen yelle tülleri gelin duvağı gibi uçuşan bu mütevazı görünümlü yalının; geceleri ağır perdeleri indirilir, dışarı toplu iğne başı kadar ışık sızması engellenirdi.

Yalının içi ise neredeyse bir vezir ikametgahı kadar iyi döşenmişti. Her gece meşhur çingene mahallesi Lonca’dan en hünerli saz takımları, en cilveli çengi kızları ve civelek köçek oğlanları çağırtılır, içki sofraları hazır edilir, Boğaz’ın karanlık sularında süzülerek teşrif eden konuklar kayıkhanede karşılanarak üst kata buyur edilirdi.

Bir dönem İstanbul’un en lüks yeniçeri koltuğu olarak nam salmış bu umumhanenin işletmecisi çingene asıllı Çakır Esma’ydı. Geçkin bir fahişe olmasına karşın uzun boyu, edalı halleri, diriliğini korumuş esmer yüzü ve iğde kokulu kadife teni sayesinde ilk kez görenin yirmilerinin başında sandığı, gösterişli bir dilberdi.

Karşısındakinin gözlerine çelik oklar gibi sapladığı sürmeli çakır bakışlarına kayıtsız kalabilen erkek henüz yalının kapısından adımını atmamıştı.

Yirmi beşine kadar yağız yeniçerilerin, çelik pazılı kalyoncuların kolları arasında gezinmiş Çakır Esma, son demlerinde gençlik iksirlerim dediği bıyıkları yeni terlemiş körpe oğlanlara meyilli olmuştu. Beslediği uşakları hamamlara, iskelelere, bedestene, meyhanelere gönderiyor; tellak çıraklarından, yeni yetme kayıkçı ve salapuryacılardan, tazecik hamallardan, köçeklerden ayartılmaya müsait olanları kendine alıkoyuyor; paralı, orta yaşlı daimi konuklarını ise genç cariyeleriyle eşleştiriyordu.

Celalin Esad, Çakır Esma’nın adamları ile hamamda sabahlamaya hazırlandığı bir gece tanıştı. Ona “Celalin” denmesinin nedeni, tazelik çağında Üsküdar tulumbacılarından ve Balaban İskelesi hamallarından Kürt Celal’in şıkırdımı olmasıydı.

Ergenliğe gireceği yaşta çımacılık yapan babası ölüverince yetim kalan Esad’ın yalnızca yüzünü değil, aynı zamanda sesini ve köçek gibi ahenkli dansını da pek güzel bulan Celal; kendisi de kıt kanaat geçinmesine rağmen, elinde avcunda ne varsa cömertçe Esad için harcamaktan çekinmemiş, onu mahallenin en şık delikanlısı olarak insan içine çıkarmıştı.

Celal’in himayesinde palazlanan Esad, kış gecelerinde nara ata ata keten helva satar, kandillerde sebilcilik, ramazanda davulculuk yapar, gündüzleri kahvehanede iskambil oynar, kaybedince rakiplerini hilekarlıkla suçlayıp çıngar çıkarırdı.

Hamisinin bekar odasında kalır, eğer Celal’in Galata’dan veya Tophane’den gece yatısına misafiri gelmişse, ya bir sabahcı kahvesinde, ya tekkede ya da Çakır Esma’nın adamlarına rastladığı gece olduğu gibi hamamda sabahlardı.

Hamama gittiği akşamlar, beline sardığı uzunca şalın ucunu yere değdirerek külhabeylerine özgü -levendane de denilen- it adımı ile yürürdü. Hamamda geceleyen işsiz takımının, varlıklı müşterilerin eşyalarını çaldığını bilir; yine de mağdurların hırsızlığı fark ettiği durumlarda, diğer külhanbeyleri ile bir olup kavgaya karışırdı. Bu kavgalarda erkekliğini ispatlamak için son derece gözü pek dövüşür, akranları çoluğa çocuğa karışırken kendisinin hala Kürt Celal’in kanatları altında yaşıyor olmasının ezikliğini, günahsız müşterilerden çıkarırdı.

İşte hamamdaki o akşam, Esad’ın şahin gibi atılarak; gümüş sigara tabakasını çaldıkları iri yarı müşteri tarafından hırpalanmakta olan iki çelimsiz külhanbeyini nasıl kurtardığına ve sonrasında da burnundan soluyan müşteriyi iki okkalı tokatla ılıklığın beyaz mermerine nasıl serdiğine tanıklık eden Çakır Esma’nın adamları hiç vakit kaybetmeden bu civa gibi delikanlıya yanaştılar.

Son zamanlarda sık sık Celal’in misafirleri yüzünden açıkta kalan Esad, biraz canı sıkkın olduğundan biraz da meraktan uşakların ısrarına “olur” dedi ve hep birlikte, daha önce methini pek çok kez işittiği Çakır Esma’nın yalısına doğru yola çıktılar.

Esad ve Esma yalının açık penceresindeki beyaz tülle esmer perde gibi kah ayakları yerden kesilip havalanarak, kah birbirlerine sımsıkı tutunarak; kah döşeğin derinliklerine savrularak, kah Dersaadet’i cibinlik gibi etraflarına dolayarak, yalının sultan odasında öyle bir gece geçirdiler ki, şafak sökerken ömürlerinin sonuna kadar birbirlerinin müptelası olacaklarını kavradılar.

Sevdalarından haberdar olunması durumunda Esma koca yarısı kabadayı müşterilerinin, Esad ise senelerdir hamiliğini yapan Kürt Celal’in, başlarına bela olacağını biliyorlardı. Bu nedenle Esma, yalının tavan arasını temizletip, duvardan duvara yer yatağı döşetip, pencerelerini tahta ile çivileterek, Esad ile ikisi için kuytu bir aşk odası haline getirdi.

Artık Esma ile Esad vakitlerinin büyük bölümünü bu aşk odasında birlikte geçiriyor; Esma’nın müşterileri gelince Esad gizlice kayıkhaneye inip, kayıkla Boğaziçi’ne gezintiye çıkıyordu.

Yıldızsız bir akşam, koltukta çalışmakta olan uşaklardan birinin jurnali sonrası her türlü ahlaksızlığa karşı amansız bir mücadele vermekte olan Sadrazam, bostancılarını Çakır Esma’nın yalısına göndererek önce eşyasını yağmalattı, sonra da yalıyı çıra gibi yaktı.

Neyse ki, bostancılardan biri Esma’nın kadim müşterisiydi de önden ulak gönderip baskından birkaç dakika önce Esma ile Esad’ın kayıkla yalıdan kaçıp, kurtulmalarını sağladı. Mehtaplı gecede, hayatı boyunca biriktirdiği her şeyin görkemli bir Boğaz meşalesi gibi alev alev yanışını izleyen Çakır Esma, bebekliğinden beri ilk kez hıçkıra hıçkıra ağladı.

Esma’nın göğsündeki kesede sakladığı kara gün parasıyla Yenibahçe’de bir bostan kulübesi yaptırıp, orada yaşamaya başladılar. Esad, başlarına gelen felaketin Esma’nın yosmalığı bırakmasına vesile olmasından hoşnuttu. Çevredeki tek tük komşu onları Rumeli göçmeni diye biliyor; Esma, falcı çingene karısı rolünü pek güzel oynuyordu. Esad ise yalıdan kaçmak için kullandıkları kayığı ekmek teknesi yapmış, Haliç’in iki yakası arasında yolcu taşımaya başlamıştı.

Esma’nın falcılıkta da namı yürüyünce İstanbul’un çeşitli semtlerinden müşteriler, kulübenin önünde uzun kuyruklar oluşturmaya başladı. Esma yine esrarengiz çakır gözleri, işveli halleriyle müşterilerinin aklını başından alıyor, laf arasında ağızlardan aldığı bilgileri allayıp pullayarak geri satıyor ve her yaştan kadını kendine hayran bırakarak yolcu ediyordu.

Bunaltıcı bir yaz günü, Esma’nın karşısına iri kıyım, çatlak elli biri oturdu. Simsiyah bir ferace giymiş, yüzündeki peçeyi çıkarmamıştı. Kart sesiyle, zamanında bir civanı olduğunu, bütün hayatını ona adayıp, saçını süpürge ettiğini ama sonra bir gün büyücü yosmanın tekinin onu elinden alıp kapatması yaptığını ve o gün bugündür, o yosmanın peşinde olduğunu söyledi.

Esma karşısındakinin Kürt Celal olduğunu fark ettiğinde, herşey için çok geçti. Tulumbacı arkadaşlarından birinin zevcesinin yardımıyla izini bulduğu Esma’nın günahkar bedenini oracıkta delik deşik eden Celal, yine geldiği gibi feracesini giyip, peçesini takarak gözden kayboldu.

Esad yorucu bir günün akşamında kulübelerine döndüğünde karşılaştığı feci manzaranın etkisinden uzun süre kurtulamadı. Kendini içkiye, afyona vurdu. Zaten Esma’nın koltuğuna girdiğinden beri geceleri kabuslar görüyor, tam Celal sevdiğinin boğazını keserken kan ter içinde uykusundan uyanıyordu. Ama ıssız bir bostanın ortasındaki bu küçük kulübeye taşınıp geçmişlerine sünger çektikten sonra, Esma’sıyla hayatının en saadet dolu günlerini yaşarken böyle bir felakete uğramak onun kolunu kanadını kırmıştı.

Vaktiyle Esma ile bülbül yuvası adını taktıkları kulübede bir başına yas tuttuğu ayların ardından, bir sabah şafak sökerken döşeğinden fırladı. Koca bir çuval alıp Üsküdar’a geçti. Arkadaşı olan Rum kayıkçıya Balaban İskelesi’ne yanaşmasını söyledi. Hamallar arasında sıra bekleyen Celal’i çok uzaktan fark etti.

Kayıkçıya Celal’i işaret edip, eline bir miktar para sıkıştırdıktan sonra çuvalın içine girdi.

Kayıkçı, Esad’ın tembihlediği gibi Celal’e taşıma parasını peşin ödedi. Çuvalı götürmesi gereken yeri söyledi. Celal, adres olarak kendi bekar odasının bulunduğu “Acemin Evi”ni işitince önce şaşırdı. Sonra çuvalın büyüklüğüne bakarak, halıcı ev sahibinin mal sipariş etmiş olacağına kanaat getirdi.

Kayıkçının yardımıyla çuvalı küfesine yerleştirdiği gibi yola koyuldu. Farkında olmadan Esad’ı, bir zamanlar birlikte paylaştıkları bekar odasına kadar sırtında taşıdı. Cansız bedeni tıpkı Esma’nınki gibi delik deşik edilmiş halde, yatağında bulundu.

Esad, bu intikam cinayetinin ardından her gece kabus görmeye devam etse de ergenliğinde ruhuna vurulmuş prangadan kurtuldu. Celal’in himayesinde ve sonrasında Esma’nın koynunda geçirdiği sığıntı yılların ardından kendini ilk kez hür hissetti. Ama Esma’sını hiçbir zaman unutmadı.

Eski mahallesinde bir bekar odası tuttu. Güzel havalarda kayıkçılık yapmaya devam etti. Kış gecelerinde nara ata ata keten helva satıyor, kandillerde sebilcilik, ramazanda davulculuk yapıyordu. Bu arada kendine bir de şıkırdım bulmuştu. Ergenliğe henüz ayak basmış bu tazecik yetimin adı Celal’di. Mahalleli ona Esadın Celal diyordu.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

MASALCI TEYZE

Aslında hayallerimin birer birer gerçekleştiği günlerdi. Yani en mutlu olmam gereken zamanlar… Üniversiteden mezun olduğum hafta işe girmiştim. Mütevazi maaşım şehrin merkezindeki asırlık bir apartmanda, iki göz odalı, ufak bir daire kiralamama yetmişti. Öğrencilik yıllarımda fırsat buldukça daldığım ara sokaklardan birindeydi yeni evim. Beyoğlu’nun afallatan, düş kurdurtan, küf ve tütsü kokan esrarengiz sokaklarından birinde… Dar, kısa bir yokuşun sonunda.

EGE MASALI

Atı bunun ölüm kalım koşusu olduğunu, dünyaya bu koşu için geldiğini idrak etmişti. Sahibi daha karnına vurmadan, kırbacı kıçında şaklatmadan çukurların, tümseklerin üzerinden havalanıyor, çılgın bir güdünün etkisinde çalı ve dallarla birlikte kendi sınırlarını da parçalayıp atıyordu. Dışarıdan izleyen biri için…

YOL ARKADAŞI

Delikanlının başı tatlı tatlı dönmeye devam ediyor. Çay ocağından buharlar yükseliyor. Tesise park eden otobüslerin farları tipiyi belirginleştiriyor. Çaylar tazeleniyor. Aralıksız anonslar yapılıyor. Sözcükler arasında boşluk bırakmadan, tuhaf bir şiveyle, mikrofon ağıza sokularak yapılan bu konuşmalardan delikanlı hiçbir şey anlamıyor. Mustafa cama bakarak konuşuyor. Delikanlı uyuşmuş gibi… Mustafa’nın söyledikleri dahil her şeyi…

ORGANİK PAZAR

Çocuk karaltının suratına baktı. Sakallı, ağızsız, gözsüz bir adamdı. Tıpkı diğerleri gibi onunla da herhangi bir insani temas kurulamazdı. Adam çocuğu ensesinden yakalayıp kedi yavrusu gibi pazarın çıkışına bıraktı. Bir daha oralarda dolaştığını görürse bütün iç organlarını teker teker sökeceğini söyledi. Ayağının ucuna tükürüp uzaklaştı.

İŞARET

Önünde iki feribot babası. Birinin boynuna deniz rengi halat sarılmış. Diğeri çıplak ve hür. Ona yakın duruyor kız. İki yeşil halat çımacıdan habersiz yılan gibi sarkmışlar geminin korkuluğundan aşağı. Uçları denizde, feribot ilerledikçe denizi çiziyorlar. Dokundukları yeri tatlı tatlı gıdıklıyorlar.

Kızın üstünde krem rengi bir trençkot. Önünü kapayınca altındaki şort görülmez olmuş. Çıplak yani bacakları. Yakın durduğu iskele babası gibi: Yalnız ve hür.

Arkasındaki leş kokulu erkekler tuvaletinin kapısında bekleşenler var. Biri savrulan sarı saçları fark ediyor. Onun çapaklı bakışlarının bir noktaya sabitlendiğini fark eden diğerleri de sırayla başlarını oraya çeviriyor. Hemen çıplak bacaklara iniyor gözler. Sigaralardan derin fırtlar çekiliyor. Gözler kısılarak, yılan gibi tıslanarak bakılıyor. Kızın arkası dönük; ne bakıştan, ne de bıyıktan haberi oluyor.

Feribotun demir gövdesine açılmış camsız panaromik çerçeveye paralel kızın yüzü. Gidiş yönünün tersine durmuş. Feribot ilerledikçe manzara akıp gidiyor. Kızın zihni de o akışla bir hareket ediyor. Kendi karasına uzaktan bakıyor, yeni kıyıları, bilmediği olasılıkları düşlüyor.

Kitap okuma niyetiyle otobüsünden inmemiş bir delikanlının bakışları da bir başka açıdan kilitlenmiş kıza. Parmağı kitabın kaldığı sayfasında, kızın Yunan heykellerini andıran şiirsel duruşunu okuyor artık delikanlı… Rüzgar estikçe masum yüzünü yalayan sarı saçlarını… Her an yaşla dolabilir ya da güller açtırabilir gibi bakan buğulu gözlerini… Ellerini kalp yapar, dua eder gibi göğsünde birleştirişini…

Aşık olmayı beklediği kızın o olabileceğini hissediyor. Ama utangaç biri, delikanlı; aşağı inip konuşamaz. İlahi bir işaret bekliyor.

Feribot yola çıktığından beri bir martı uçuyor açığında. Üst kattaki yolcuların fırlattığı simitler bitince arkadaşları dağılmış. Ama o vaz geçmiyor. Keskin bakışları denizi tararken, köpük beyazı gövdesi feribotla aynı hızda ilerliyor. Rüzgar süzülmesine izin vermediğinde kanat çırpıyor. Suyun yüzeyine çıkacak bir balık için pusuda bekliyor.

Tuvalette işini bitiren bıyıklı bir gölge, kemerini ilikleyerek kıza adım adım yaklaşıyor. Bir kaç metre kala şöyle bir duraklıyor. İki avcuyla rüzgarı kesip sigarasını yakıyor. Kızın burnuna kibrit kokusu geliyor. Adam yürümeye devam ediyor. Kızın yanından geçerken yavaşlıyor. İkinci feribot babasının başında duruyor. Ayağını demirin üstüne koyup uzaklara bakar gibi yapıyor. Rüzgar perçemini ve gömleğinin eteğini havalandırıyor. Kız adamın kıllı, yağlı göbeğini görüyor.

Otobüsteki delikanlı soluğunu tutmuş onları izliyor. Kitabın kaldığı sayfasını işaretleyen parmağı kayıyor. Gözlerini kızla adamdan ayırmadan kitabı önündeki koltuğun filesine sıkıştırıyor.

Suyun yüzeyinde irice bir balığın pulları parlıyor. Martı kanatlarının açısını değiştirerek alçalmaya başlıyor.

Bıyıklı adam gövdesini ani bir hareketle kıza doğru çeviriyor. Sigaranın dumanını dudağının kenarından denize doğru üflerken, cebinden çıkardığı paketi kıza doğru uzatıyor. Kız, yüzünü buruşturarak başını iki yana sallıyor. Ellerini göğsünde kavuşturuyor. Bir adım geri atarak mesafe koymaya çalışıyor.

Adam kıza doğru iki adım atıyor. Rüzgar, sarı dişlerinin arasından yükselen alkol ve nikotin kokusunu kızın yüzüne doğru savuruyor. Adam bir şeyler diyerek kıza doğru bir adım daha yaklaşıyor. Elinin tersiyle kızın yanağını okşamaya yeltenirken terliği yeşil halatların arasına sıkışıyor. Kız ürküp geri kaçıyor. Adam uzanıp kızın kolunu yakalıyor. Sigarasını öfkeli bir fiskeyle denize fırlatıyor.

Kız dehşetten irileşmiş gözlerle etrafına bakınarak yardım istemeye hazırlanıyor. Adam bunu fark edip, diğer eliyle kızın ağzını kapatıyor. Olan biteni soluksuz izlemekte olan delikanlı koltuğundan fırlayıp üç adımda otobüsten atlıyor. Koşarak bıyıklıyla kızın arasına giriyor. Adamı itmeye yelteniyor. Ama yerinden kıpırdatamıyor. Bu kadarı bile kızı adamın elinden kurtarmaya yetiyor. Adamın yüz hatları öfkeyle geriliyor. Delikanlının yüzüne balyoz gibi bir yumruk indiriyor. Delikanlı uçup kızın üstüne düşüyor. Birlikte yere yuvarlanıyor.

Martı pike yapıyor. Parlayan pullara doğru kurşun gibi dalıyor. Balık oldukça iri. Martı onu gagasıyla sıkıştırıp sudan bir kaç santim yukarı çıkarıyor. Balık can havliyle çırpınınca, martının gagasından kurtulup denize düşüyor. Ve feribota doğru kaçmaya başlıyor. Martı inatçı. Hemen toparlanıp balığın peşine düşüyor. Balık zıpkın gibi ilerlemeye devam ediyor. Martı yukarıdan onu takip ediyor.

Balık suyun yüzeyinde köpükler çıkaran yeşil halata yaklaşıyor. Ani bir manevrayla halatla feribotun çelik gövdesi arasına saklanıyor. Martı iyice alçalıp balığın peşinden suya dalıyor. O sırada halatın naylon lifleri martının tırnaklarına takılıyor. Balık, peşinde martı ve onun da peşinde halat dibe doğru birbirlerini kovalıyor.

Martının gagası tam balığa uzanacakken halat ayağından çekerek ona engel oluyor. Balık kaçıp kurtuluyor. Martı epeyce çırpındıktan sonra iki tırnağını halatın ucunda bırakarak suyun üstüne çıkıyor ve ıslak kanatlarını çırparak havalanıyor.

Martının çırpınışı esnasında feribotun demir korkuluğundan kurtulan halat aşağı doğru kaymaya başlıyor. Ucu denizin derinliklerine iniyor ve pervanenin çekimine kapılıyor.

Bir kaç saniye içinde halatın iskele babasını saran kısmı, makaradan kurtulan iplik gibi denize doğru çözülüyor. Ayağı halata takılı bıyıklı adamın iri gövdesi pervanenin gücüyle baş edemeyerek halatın peşisıra korkuluğun üstünden havalanıp denizi boyluyor.

Tam o denize düştüğü sırada halat korkunç bir ses çıkararak, kanatları arasına sıkıştığı pervaneyi kırıyor ve feribotun motorunu durduruyor.

Olan bitene tanık olan bir gemici hiç zaman kaybetmeden, bir elinde can simidi, diğerinde tırtıklı büyük bir bıçakla denize atlıyor.

Kız delikanlıya sıkı sıkı sarılmış, şoku atlatmaya çalışıyor. Delikanlının dudağından kan sızıyor. Ama o ara sıra yarasını omzuna silmek dışında hiç hareket etmiyor. Kız ürkmesin, hep kollarının arasında kalsın, o an hiç bitmesin istiyor.

Bir kaç dakika sonra gemici tarafından önce halattan sonra boğulmaktan kurtarılan bıyıklı adam nefes nefese feribota geri dönüyor.

Kız usulca başını kaldırıp delikanlıya bakıyor. Delikanlının gözbebekleri pul pul ışıldıyor. Gülümseyişi kızın varlığını yeşil halat gibi sımsıkı sarıyor. Kız artık yalnız ve hür olmadığını, iki kişilik bir adaya ayak bastığını anlıyor.

Şimdi iskele babalarının çevresi tıklım tıklım. Aracından inen, kaza yerini gözüyle görmek üzere kızla delikanlının bulunduğu tarafa geliyor.

Kız uzanıp delikanlının dudağındaki yarayı öpüyor. Delikanlının gözünden bir damla yaş kayıp, tam yarayla kızın dudağı arasına iniyor.

Tuvalete doğru aksayarak ilerleyen bıyıklı adamın peşisıra bir martı topallıyor. Kız delikanlıya onları işaret ediyor. Gülüşüyorlar. Rüzgar kızın altın rengi saçlarını delikanlının yüzüne savuruyor. Saçların dokunduğu yerler tatlı tatlı gıdıklanıyor.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

ŞIMARTMAK

Kapıyı ille de yumuk elleriyle kendi açıp, öyle bir sarılırdı ki babasının boynuna… Terini duymaz, kirini, pasını görmez, parası var mı yok mu bilmez; doğarken cennetten toplayıp getirdiği demet demet öpücüğe boğardı, çalı gibi dikenli yanakları. İşte o kavuşma anlarında eklemleri kasılır kalır, gözleri sıkı sıkı kapanırdı. Kendini bu kadar saf ve sınırsız sevgiye layık görmediğinden mi, böylesinin var olabileceğine bir türlü inanamadığından mı…

LİMAN

Erkek, denizde olmayı seviyordu. Bembeyaz bir gömlek sırtında, göğsü yelkenli gibi rüzgarla dolu… Güneşin altında büyümüş bir ter damlası gibi mavinin sırtında kayarak uzaklaşmaktaydı aklı fikri. Kendini bildi bileli… Kadın karada köklenmek üzere yaratılmıştı. Saçlarını, eteklerini uçuşturarak limanda dolaşmak… Yüzünü ufka çevirerek, evrenin tüm güzelliğini; dalganın ritmini, rüzgarın okşayışını, gökyüzünün kavrayışını, dağların yükselişini özümsemek…

SİYAH BEYAZ

Kafasında beresi, ağzında külü büyümüş sigarasıyla balık tutan bir adamla göz göze geliverirsin ya köprünün üstünde. O adamla bir de mezarlıkta karşılaşabilirsin. Balık yerine kürek tutuyordur.

GÖÇ

Bir mangal: Tutacağı balıkları pişirmek için. Birkaç eski dolap: Parçalayıp mangalı yakmak için. Bir parça branda: Uyurken üstüne örtmek için. Bir araba lastiği: Salı rahatça yanaştırabilmek için. Bir can simidi: Sal batarsa hayatta kalabilmek için. Ve bir karga: O da artık bu şehirde yaşayamayacağına karar verdiği için.

YAZGI

Gece çözülürken çıkar sokağa. Gündüz henüz olmamışken. Yağmur dinmiş ama yerler sırılsıklam; gölgeler cisimlerle eşit belirginlikte, yansımalar sokak lambaları kadar parlakken.

Islak bir sokak köpeği kadar serseri, çöplükte eşelenen bir martı gibi aşağılık, sevgi arsızı bir kedi kadar yüzsüz olmayı sever o ıssızlığın ortasında.

Akıntıya kapılmış ölü bir istavrit gibi sürüklenmeyi… Sahipsiz bir kayık gibi çalkalanmayı… Poyrazın eteğine tutunmuş bir yağmur damlası gibi şehrin üstünde iradesizce savrulmayı…

Gece gizlenmeye gereksinim duyanlarındır. Gündüz kendini beğendirmeye çalışanların…

Sarhoşlar kusmuş, aşıklar susmuş, yazarlar yalanlarını uydurmuş, hepsi sızmıştır bu saatlerde. Sevişenler yalnızlaşmış, yalnızlar sevişememiştir yine. Bu dünyaya niçin geldiklerini asla öğrenemeyecekleri okullara gitmek üzere herkesten önce servisleri doldurmaları gereken uyku kokulu çocuklar mışıldamaktadır henüz.

Onlara kahvaltı hazırlarken hüzünlü gözleri dalıp giden, bütün bu fedakarlıkların bir hiç uğruna yapılıyor olabileceğini yalnızca sabahın ilk saatlerinde, henüz düşler dünyası ile bağları tam olarak kopmamışken sezen annelerin bile alarmlı saatleri çalmamıştır daha.

Ruhlarını, ödünç aldıkları kimliklere uydurmaya çalışanların en azimli olanlarıyla iş yerine en uzakta oturanları uyanmıştır yalnızca. Tek tük aydınlanmış buğulu banyo, mutfak camlarının gerisinde birilerinin işine yaramaya hazırlanmaktadırlar.

Şehir uğultusuz, Boğaz pervanesiz, yollar tekerleksizdir. Martılar sessiz, banklar sahipsiz, trafik lambaları işsiz…

İnsanı kendine götürebilecek bir vakittir, bu. Tek vakit.

Yeryüzüyle gökyüzünün, denizle kordonun mavinin aynı derin tonunda buluştuğu gibi; sarhoşla dindarın, katille çocuğun, kadınla erkeğin uyku aleminde kucaklaştığı gibi, insan da yazgısına kavuşabilir bu saatte.

El yordamıyla kendi yolunda ilerleyebilir. Hiç kimse farkında değilken yürüyor olmaktan, yolun nereye çıkacağını bilmiyor olmaktan ve bunların onu özgürleştiriyor olduğunu hissetmekten ağırbaşlı bir memnuniyet duyabilir.

İlerledikçe bu yürüyüşün tek şansı olduğunu daha güçlü kavrar. Bir tek bu saatlerde, nesnelerle doğanın iç içe geçip birbirinde eridiği, hiçbir şeyin kesinliğinin kalmadığı bu anlarda aslında dışarıdakinin ne kadar geçici, önemsiz ve etkisiz olduğu apaçık ortaya çıkar çünkü.

Dışarıdaki yalnızca içeridekinin yansımasıdır. Ve insanın yazgısı dışarıda değil içeridedir.

Geride bıraktıkları ve varacağı nokta önemini yitirir yavaş yavaş. O nereye basıyorsa var oluş oradadır. Nereye bakıyorsa, yansıma orada.

İçinden yükselen nefes, dışarı çıkar çıkmaz görünür olur. Güler geçer kendi dumanının içinden. Dışarıdan anlaşılmaz güldüğü. İçinden güler.

Kendi yolunda ilerlediğinden emin olur ansızın. Bundan nasıl emin olduğunu asla açıklayamayacağını ama bir sezgi olarak hep içinde taşıyacağını anlar. Çünkü kişi bir kez kendi yolunu buldu mu onu asla unutmaz. Başkasının yolunda kaybolmaz.

İçi içine sığmaz olur. Koşmaya hazırlanır. Tam o sırada uzunlarını yakmış bir araç, tekerlekleri ile yağmur sularını keskin bir makas gibi keserek tam karşıdan yaklaşır. Sert bir frenle yanı başında durur.

Minibüsün içi esneyen, soluk yüzlü çocuklarla doludur. Uyku kokusu şoförün camından sızarak yüzünü yalar.

Şoför camı indirir. Alnı ter içindedir. “Kusura bakma abi.” der. “Servis şoförü hasta bugün. Onun yerine ben kullanıyorum. Okulun yolunu bulamadım bir türlü. Tarif edebilir misin sana zahmet?”

Çocukların melek yüzlerine bakar önce. Sonra servis şoförünün yolunu yıllar önce kaybetmiş, panik haline.

“Okul onların içinde.” der. “Rahat bırakın çocukları. Kendi yollarını bulsunlar.”

Şoför başını iki yana sallayıp söylenerek camı kapatır. Gazı kökler. Lastikler ıslak asfalta tutunamadan havada birkaç tur döner.

Şoförün hemen arkasında, cam kenarında oturan çocuk konuşulanları duymuştur. Araç ileri doğru ok gibi fırlarken kaldırımdaki adama doğru usulcacık el sallar. O da elini kaldırıp, karşılık verir.

Yola çıkmak üzere olduğunu anlar çocuğun.

Ters yönlerde, kendi yazgılarına doğru ilerlerler.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

SÜTLÜ KAHVE

Loş bir Latin kafesi. Kara sineğin biri boşalmış kola bardağının içinde aheste geziniyor. Sıcaktan ara sıra sandalyelerin bambuları çıtırdıyor. Yüksek tavanda geniş kanatlı bir pervane hafiften yalpalayarak dönüyor, dönüyor… Sanki her dönüşte biraz daha yalpalıyor. Duvara gömülü raflarda tenekeden kahve kavanozları, yaprakları sararmış kitaplar, sırları dökülmüş aynalar ve pastoral kapaklı dikiş kutuları dizili.

BATMAN

Stockholm’deyiz. Aylardan Aralık. Geceleri ısı -20 dereceye düşüyor. Çatlak bir sanatçı emeklisinin evinde kalıyoruz. Daireyi adamakıllı ısıtmak yerine, kaban, bere ve dizlerine kadar çektiği yün çoraplarla dolaşıyor. Dışarıda sürekli kar yağıyor. Geceleri fırtına pencereleri zorluyor. Deniz buz tutmuş, üstünde ördekler geziniyor.

FERRARİ

Sıcak bir Ağustos günü, kuğulu çay bahçesinde, havuzbaşına oturmuş, çay eşliğinde peynir ekmeklerini yiyorlardı. Turist, evden çıkarken bir poşete dokuz tane zeytin koymuştu. Poşeti çıkarıp ağzını açtı, masanın ortasına bıraktı. Pilot, Turist’in sırtını sıvazladı. İkisi iştahla zeytinlerini yerken, Kopi’nin gözü ekmeğini sardığı gazete kağıdındaki bir habere takılmıştı.

EGE MASALI

Atı bunun ölüm kalım koşusu olduğunu, dünyaya bu koşu için geldiğini idrak etmişti. Sahibi daha karnına vurmadan, kırbacı kıçında şaklatmadan çukurların, tümseklerin üzerinden havalanıyor, çılgın bir güdünün etkisinde çalı ve dallarla birlikte kendi sınırlarını da parçalayıp atıyordu. Dışarıdan izleyen biri için…

MADAM KROPKA

Kocası öldüğünden beri tepeden tırnağa siyah giyinir. Siyah bisiklete biner. Siyah kahve satar. Genellikle siyah konuşur.

Siyah tenteli bir kafesi vardır. Onun önünde dikilir. Eteğinin altına kocasının siyah çoraplarını giyer. Elleri hep ceplerindedir. Cebindekiler her gün değişir.

Telaşlı, somurtkan, düşünceli birilerini görmesin, dişi örümcek gibi ağını atar. Kaldırımdan çekip, kafesine sokar.

“Beyefendi bakar mısınız?” diye laf atar mesela perçemini, kravatını ve paçalarını uçuşturarak koşar adım ilerleyen, genç iş adamına. Kurbanı, elinde bilgisayar çantası, önemli bir randevuya yetişme telaşındadır. Sesin geldiği yöne başını çevirdiği an:

“Benim kocam da sizin gibi genç ve yakışıklıydı.” der Madam Kropka. “Durun şöyle bir bakayım.” Adam yavaşlar. “Aynı asil burun. Aynı derin bakışlar.” Adam durur. “Sizin gibi iki dirhem bir çekirdek giyinir, parfümüyle kadınların başını döndürürdü. Başarılı bir iş adamı, harika bir eş, iyi bir baba, başkasının mutsuzluğunu dert edinen ince ruhlu bir dosttu.”

Adam bakışlarını önüne düşürerek üzüntüsünü belli ederken Madam Kropka devam eder:

“İşyerinde canını en çok sıkan kişi, yardımcısıydı. Onun yerine terfi etti, kocamı toprağa verdiğimiz gün. Bizim çocuklar hala yan gelip yatıyor. Onun damarlarını tıkama pahasına dişiyle tırnağıyla kazandığı parayı yiyor. Dostları her gece içki sofralarında kadeh tokuşturuyor. Sorsan mutsuzdurlar hala; sülük gibi kanını emecek birilerini ararlar. Boğaz yine pırıl pırıl. Kumrular cilveleşiyor. Bulutlar her zamankinden hayalperest. Bir ben siyah giyiniyorum. Bir de o toprağın altında.”

“Üzgünüm bayan…” der, iş adamı. “Kropka.” diye tamamlar kadın. “İsmim Kropka, tabelada yazıldığı gibi.” Başıyla arkasındaki tenteyi işaret eder.

“Dükkanımda ömrünü uzatmak isteyenler için kahve, koltuk ve caz var.” Başını adamın kulağına yaklaştırır. Sır verir gibi fısıldayarak konuşur: “Ama ben aslında zaman satıyorum. Herkesin, en çok da en yakınlarınızdakilerin sürekli sizden tırtıklamaya çalıştığı şeyi…”

Cebinden bir çiçek çıkarır. Adamın ceket cebine iliştirir. “Bunu takın. Bugünün keyfini çıkarın. Ve ona her bakışınızda onun gibi kırılgan ve ölümlü olduğunuzu hatırlayın.”

İş adamı kafeye girerken, Madam Kropka telefonda kavga ederek yaklaşmakta olan genç kadını gözüne kestirmiştir bile.

Genç kadın karşısındakinin yüzüne kapattığı telefonu bir hışım çantasına atarken, “Biliyorum şu an nasihat dinleyecek durumda değilsiniz.” der, sakince Madam Kropka.

Genç kadın başını kaldırıp sesin geldiği yöne bakar. “Ama yine de sizin iyiliğiniz için söylemek zorundayım.” Genç kadın, Madam Kropka’nın kendisi ile sohbete hazırlandığını fark edince, yüzünü buruşturarak adımlarını hızlandırır.

Tam hizasından geçerken, Madam Kropka konuşmayı sürdürür:

“Biriyle kavga ettiğimizde… Aslında kendimizle kavga ederiz. Unuttuğumuz ya da yüzleşmek istemediğimiz bir yönümüzle. İçimizde olmayan hiçbir şey, bizi kızdıramaz.”

“Şu an sizinle tartışacak durumda değilim, hanımefendi.” der, genç kadın omuz silkerek. “Ayrıca bu sözlerinizi hakaret olarak alıyorum.”

“İçimizdekinden başka bir gerçek yoktur.” diye devam eder Madam Kropka, kadının arkasından sesini yükselterek. “Dışımızdakilere dair hissettiklerimiz içimizdekilerin yansımasıdır. Ama biz içimize kulaklarımızı tıkayıp, dışımızda duymak istemediklerimizi söyleyenlere ateş püskürürüz.”

Genç kadın aniden durup, ince topuklarının üstünde döner:

“Keser misiniz sesinizi?”

“Tıpkı şu an yaptığınız gibi.” diye karşılık verir Madam Kropka, hınzırca gülümseyerek.

Sözlerini bitirdiği an genç kadının telefonu çalmaya başlar. Genç kadın öfkeyle çantasını karıştırıp telefonu bulur. Arayan numarayı görünce burnundan solur.

“Hemen açmayın.” der Madam Kropka. “Yoksa yine kavga edersiniz. Dükkanıma buyurun. Bir fincan kahve eşliğinde söylediklerimi düşünün. Sizi sinirlendirenin, içinizdeki karşılığını arayın. Nefret ettiğiniz kişi belki de şu an size en büyük iyiliği yapıyor, içinizdeki bir düğümü çözmeniz için fırsat sunuyordur.”

Genç kadın telefonunun meşgul düğmesine basar. Tereddüdü gözlerinden okunmaktadır.

Madam Kropka cebinden ufak bir ayna çıkarır. Kadına uzatır:

“Bu size yardımcı olacaktır.” der. “İçeride kahvenizi yudumlarken buna bakın.”

Kadın aynayı alır. Gülümsemeye çalışır. Kendisini de şaşırtan bir kararla “Kropka” yazılı tentenin altındaki kapıya doğru yürür.

Madam Kropka tutmakta olduğu nefesini bırakıp şöyle bir rahatlar. Sırayla ayakkabılarını park demirinin tepesine koyarak, siyah çoraplarını yukarı çeker.

Usulca arkasını döner. Genç kadın sırtı camekana dönük oturmuştur. Genç iş adamı cam kenarı masada, caddeyi seyrederek kahvesini yudumlamaktadır.

Madam Kropka el sallayarak iş adamının dikkatini çekmeyi başarır. Parmağıyla yakasını işaret eder. Adam ceketinin yakasındaki çiçeği göstererek, işaret diliyle onu mu kastettiğini sorar. Madam Kropka “evet” anlamında başını sallar. Çiçeği cebinden çıkarmasını ve sırtı dönük genç kadına hediye etmesini işaret eder.

Adam camın arkasından, çekingen ve çekici gülümser.

Madam Kropka’nın ısrarı karşısında dayanamaz, ayağa kalkıp kravatını düzeltir. Ufak el aynasında yüzünü incelemekte olan kadının yanına gider.

Cebinden çıkardığı çiçeği uzatır. Kadın bakışlarını aynadan çiçeğe çevirir. Sonra da çiçeği tutan eli takip ederek genç iş adamının yüzüne.

Karşılıklı gülümserler. Genç kadın, adama masadaki boş sandalyeyi gösterir.

Madam Kropka garsona, genç iş adamının kahvesini yeni masasına götürmesini işaret eder. Ve tekrar yüzünü caddeye çevirerek, her geçen gün sayıları çoğalan somurtkan, düşünceli insanlardan bir yenisini gözüne kestirmeye hazırlanır.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

ALTIN SABAH

O sabah, hiç sabaha benzemiyordu. İstanbul aydınlanamamış, silueti sulu boya gibi dağılmıştı. Gökyüzünün ağzından burnundan buhar çıkıyordu; maviyi unutmuş, buluta üşenmiş, geceyi kaçırmıştı. Boğaziçi zeytinyağlaşmıştı.

İBRAHİM İN BALIKLARI

Kestanecinin lüks lambası altına dizdiği kestane kebaplar ve karşı tepede yükselen Süleymaniye Camisi altın rengi parlıyor. “İbrahim senin resmini çekeyim mi şurada?” Önce ne kast ettiğimi anlamıyor. Telefonu gösterince: “Olur” diyor. Eğilerek balık dolu şişeyi, kamış oltayı ve naylon torbayı yere bırakmaya yelteniyor. “Yok.” diyorum. “Onları da yanına al ki, ne kadar sıkı bir balıkçı olduğunu belgeleyebileyim.”

TULUMBACI

Numan Ağa’nın kahvehanesinde alelade bir akşamüstü yaşanıyordu. Gedikpaşa Hamamı’ndan pelte gibi çıkmış bir grup kunduracı peykelere uzanmış huzur içinde kahvelerini höpürdetiyor, beyaz sakalları tütünden yer yer sararmış bir ihtiyar kapı ağzında çubuğunu tüttürüyor, uzun boyunlu bir yiğit gözlerini yummuş yanık sesiyle Erzurumlu Emrah’tan bir semai okuyordu.

AHİN GIDA

Her pazar sabahı Yenikapı durağında iner, Kumkapı’ya kadar yürür, yol üstündeki marketten iki torba dolusu gıda alışverişi yapardı. İstasyon tarafındaki daracık sokaklardan birinin köşesinde bulunan “AHİN GIDA”nın önünden geçer, sokağın ucundaki cumbalı, bakımsız binanın giriş katında tek başına yaşayan Miran Usta’nın kapısını çalardı.

FEYLESOF YUSUF

“İnsan en çok ağlarken insan olur.” der Feylesof Yusuf. “Gözyaşı insanın özüdür.”

Elini kalbinden yüzüne götürür. İşaret parmağını göz pınarına bastırır. “Burukluğunu, pişmanlığını, özlemini, acısını birkaç damlaya dönüştürdüğünde kişi -ki en büyük mucizelerinden, en akıl almaz üretimlerinden biridir bu- yüreği eskisi gibi bir kaya parçası değildir artık. Su veren bereketli bir topraktır. Suyla toprak varsa şefkat vardır. Umut vardır. Hayat vardır, hayat!”

Bakışlarını mızrak gibi karşısındakinin gözlerine saplar. İşaret parmağını sallayarak devam eder. “İnsanoğlu ağlarken sezer görevinin hayatı sürdürmek olduğunu. Ve her zamankinden derin nefes almaya başlar. Ağlarken iç çekmenin nedeni budur.”

Sesi alçalır birden, sır verir gibi fısıldar: “Ağlayarak dışarı kendi özünü taşırırken, yer açılır ya içinde… İşte temiz havayı oraya çeker. Böylece usul usul, yeniden yaşam yeşermeye başlar içinde. O farkında bile değildir henüz bunun.”

Bir tebessüm yerleşir dudağının kıyısına. Gözbebeklerinde kıvılcım gibi çakan iki zeka pırıltısı: “Ağladım da rahatladım biraz, der utana sıkıla. Ağlamış da, yazgısıyla barışmıştır oysa. Ağlamış da özünü, var oluşunu hatırlamıştır.”

Meseleyi açığa kavuşturmanın aydınlığı yansır yüzüne. Otomobil lastiklerine, serçelere ya da önünden gelip geçen ayakkabılara dalar gözü. Sonra birden konuşmaya başlar yine. Bakışları hala başka noktaya takılı, sayıklar gibi: “İşte ben bu yüzden hep mendil sattım. Gençliğimde kumaşını, sonra kağıdını.”

Aklına bir şey gelmiş gibi dudağını büzüp, gülümser kendi kendine. “Burnunu silmek için alan da olur. Alnını kurulamak, elini temizlemek için de.”

Aniden ciddileşir, çatar kaşlarını. “Ama ben asıl müşterimi, ağlaması gerekenleri hemen tanırım. Yüz hatları silik olur onların. Bedenlerinin yarısı gölge…”

Tezgahından bir paket kağıt mendil kaldırıp devam eder. “Mendili uzatıp cesaretlendiririm onları. Paraları yoksa hediye ederim. Ağlasınlar da hayata dönsünler diye elimden geleni yaparım.”

Aniden sıkılır konuşmaktan. Sapsız gözlüğünü gözüne götürüp elindeki gazete parçalarına doğru eğilir. Feylesof Yusuf’un karşısında her kim varsa, o günlük sohbetin bittiğini anlar.

Başka bir gün sorulabilir ancak yarım gazeteden ibaret tezgahında mendilin yanı sıra neden sözlük ve kalem bulundurduğu. Eğer keyfi yerindeyse -ki büyük ölçüde üşümüyor olmasına bağlıdır bu- gazete okumayı kesip, sapsız gözlüğünün üzerinden karşısındakini ilk kez görüyormuşçasına süzer. Gözlüğünü mendillerin üstüne bırakır. Hikayesine doğru sözcüklerle başlamayı önemseyen usta anlatıcılara özgü bir sakinlikle, bir süre içine kapanarak sessizce dudaklarını kıpırdatır. Sonra tok bir ses tonuyla anlatmaya başlar.

“Galata Köprüsü’nde mendil satardım bir zamanlar. Memleketinden kopup Sirkeci Garı’na inenler; tarak izli ıslak saçlarıyla pazar piyasasına çıkan bekarlar; buğulu bakışları Galata Limanı’na her kayışta Rum, Ermeni, Yahudi komşularının mendil sallayışını hatırlayan Galatalılar; vapurla, martıyla, ezanla duyguları kabarmış aşıklar; köy kokan kolileriyle postaneden dönen gurbetçiler; Avusturya Hastanesi’nde bağlandıkları yatalak hastalarını kaybeden rahibeler; rutin muayene sonrası kürkçü dükkanına dönen fahişeler… Gözü nemli müşterisi boldu yani Köprü’nün. Ama telaşı, kargaşası da çoktu. O insan selinin ortasında durup mendil almak nadiren akıllarına gelirdi.”

Kitap gibi konuştuğunun, kısa sürede karşısındakinin tüm dikkatini ele geçirdiğinin farkındadır. Alaycı bir gülüş eşliğinde devam eder.

“Balıkçılar, muzcular, saatçiler, simitçiler, parfümcüler, şemsiyeciler, oltacılar, korsan kitapçılar, tarakçılar, kalemciler filan geçinir giderdik yine de. Köprü bizim memleketimiz, üstünde yaşayan herkes hemşehrimizdi. İş yapamayanın karnını doyurur, hasta olana ilaç parası toplardık.”

Karşısındakinin sabırsızlandığını fark etmekten hoşlanır. Elleri ile beyaz, seyrek saçlarını sıvazlayıp konuşmasını sürdürür:

“Bir gün benim tezgahın yanına yeni bir balıkçı geldi. Temiz yüzlü, beyaz tenli bir köse. Kafasında bir kasket, sırtında kalınca bir mont. Bahar sonu, yaz başı gibiydi. Öyle kalın mont giyilecek bir hava yoktu yani. Yine de onu köprüde montsuz görmedim hiç. Montu onsuz gördüm, o ayrı…”

Burada sessizleşir. Başı öne düşer. Uyuklar gibi. Sonra irkilerek kendine gelir.

“Konuşmazdı. Hiç konuşmazdı… Bir olta takımı satın aldı. Diğer balıkçıları izleye izleye balık tutmayı öğrendi. İlk günler pek bir şey yakalayamadı ama sonradan açıldı.”

Dolu çapari çeken balıkçılarınkine benzer, alçakgönüllü bir sevinç ifadesi belirir yüzünde.

“Peynir tenekesinde pişirmek üzere üç beş tane balık ayırır, gerisini akşamüstü balık pazarına götürüp satardı. Balıkçılar arasında bir tek o kağıt mendil satın alırdı. Her akşamüstü bir paket. Mendilini köprü boşaldıktan, lambaların hepsi söndükten sonra açardı.”

Derin bir iç çeker hikayenin burasında, dinleyeni de büsbütün içine alır.

“Köprü’de uyurdu benim gibi. Yağmur yağarsa aşağı, merdivenlerin altına kaçardı. Çok balığını yedim bedavadan. Ama o mendil parasını mutlaka verirdi. Bir gün çok ısrar ettim, parasını almamak için. İtiştik, hatta biraz. Sonunda mendili sallayarak: ‘Ben balığa para vermiyorum, ama sen buna veriyorsun.’ dedi. İlk kez konuştuğuna tanık oluyordum. Sesi öyle ince, öyle naif, öyle yumuşaktı ki, ne diyeceğimi şaşırdım. Aksanından yabancı olduğunu anladım tabi hemen. Tipinden bunu nasıl daha önce fark etmediğime şaşırdım.”

Gülümser belli belirsiz. Dudağı hepten incelir:

“Sesinin kırılganlığını ve o ana kadar hiç konuşmamış olmasını ecnebiliğine bağladım. Hak da vermedim değil hani. Her tür adam barınır Köprü’de. Sahipsiz, kibar bir yabancıya nasıl davranırlar, kestiremezsin.”

Serçeler eşelenir, bir araba korna öttürür, biri mendil ister. Dikkati dağılır Feylesof Yusuf’un. Tekrar hikayeye dönmesi, nerede kaldığını hatırlaması zaman alır.

“Bir tek benimle, o da hiç kimsenin bizimle ilgilenmediğinden emin olduğunda konuşurdu.” Öksürür burada. Bir sonraki cümleye geçmeden önce kısa bir ara verir.

“Ülkesinde garsonmuş. Bir gün çalıştığı lokantaya müşteri olarak esmer biri gelmiş. Tek başına bir masaya oturmuş. Bizimki onu daha önce defalarca rüyasında görmüşmüş meğer. O an vurulmuş. Şok geçirip elindeki tepsiyi düşürmüş. Onlarca bardak, tabak paramparça olmuş. Birkaç dakika içinde işten kovulmuş. Ama umurunda değilmiş. Birlikte lokantadan çıkmışlar. Aynı dili konuşmuyorlarmış. Ama bu da umurunda değilmiş. Bütün gece el ele, göz göze şehrin sokaklarını, parklarını dolaşmışlar. Gece yarısı onun ifadesiyle, nehre ışıklarını döken romantik bir köprüde öpüşmeye başlamışlar. Sabaha kadar… Gün ağarırken, esmer sevgilisi ona üzerinde bulundukları köprüye çok benzeyen Galata Köprüsü’nün kartpostalını hediye etmiş.”

Nefeslenip devam eder:

“Sonra rüya başladığı gibi aniden sona ermiş. Sevgilisi saatin kaç olduğunu fark edince paniğe kapılmış. Cebinden alelacele çıkardığı İstanbul uçak biletini kontrol edip, hemen havaalanına gitmesi gerektiğini söylemiş. Tam o sırada karşıdan gelmekte olan taksiyi durdurup, gözden kaybolmuş.”

Dinleyen, sözlüğü filan unutmuştur çoktan.

“Başka bir lokantada işe girip uçak biletine yetecek kadar para biriktirdikten sonra bizimki de atlayıp İstanbul’a gelmiş. Elinde adres filan yok tabi. Resmi millete göstere göstere Galata Köprüsü’nü bulmuş. O günden sonra da Köprü’de, bizimle yaşamaya başlamış.”

Avcunu açıp şöyle bir elini sallar Feylesof Yusuf. ‘Karasevda nelere kadir’ gibilerden.

“O, tuttuğu balıkları benimle paylaşmaya, üstüne her gün birer paket mendil satın almaya devam etti. Ben de karşılığında bizim köprünün korsan kitapçısından satın aldığım kitapları, ona okumaya başladım. Edebiyata pek düşkündü. Özellikle şiire. Orhan Veli’nin Galata Köprüsü şiirini ezberlemişti. Her gün mutlaka, tiyatrocu gibi elini, kolunu sallayarak okurdu.”

Burada şiirden bir bölüm okur. Bazı sözcükleri, Frenk arkadaşı gibi aksanlı söyler.

“Tekrar karşılaştıklarında onunla aynı dili kusursuz konuşabilmek için gece gündüz Türkçe çalışıyordu. Sarı bir sözlük almıştım ona. Balık tutarken kelime ezberliyordu. Arada bir sözlüğü gösterip, ‘Bundan da satmalısın sen Yusuf.’ derdi. ‘Mendille birlikte sözlük de satmalısın. İnsanının kullanmış olduğu ve kullanabileceği bütün sözcükler burada. Daha önemli neye ihtiyaç duyulabilir ki hayatta?”

Feylesof Yusuf, bu kısmı anlatırken tezgahındaki sözlüklerden birini tutup sallar, zamanında onun yaptığı gibi.

“Sisli, yağmurlu bir kış akşamı, şemsiye almaya merdiven altına inmiştim. Geri döndüğümde onu kanlar içinde oltasının dibine yığılmış buldum. Sırtıma alıp doğru Avusturya Hastanesi’ne yetiştirdim. Hemen müdahale ettiler. Neyse ki yarası pek derin değilmiş. İki tinerci cebini karıştırıp parasıyla birlikte kartpostalını da almaya kalkışınca kavgaya tutuşmuş. Kartpostalı geri almış ama bıçağı da yemiş.”

Başını ibretle sallar. Tek kaşı kalkar, bir konuda açıklama yapma ihtiyacında olduğunu belli eder:

“Onu montsuz görmedim hiç, demiştim ya… Köprüde montsuz görmedim. Hastanede gördüm mecburen. Montsuz ve şapkasız: Meğer bizim Frenk, kadınmış!”

Kendi kendine güler burada. Başını sallar uzun uzun. Burnunu çeker. Bir kez daha güler. Kimseyi görmez gözü. Eski arkadaşının karşısındaymışçasına, alaycı, şefkat dolu güler.

“Hastanede bütün gece konuştuk. Bana ikinci tavsiyesini orada verdi. Kanlı kartpostalın arkasını göstererek, ‘Kalem de satmalısın sen tezgahında.’ dedi. ‘O gece yanımda kalem olsaydı, şuraya adresini yazabilirdim. O zaman her şey çok daha kolay olurdu. İnsanlar için mendil ve sözlük ne kadar önemliyse kalem de en az o kadar gerekli.”

Feylesof Yusuf bu noktada tezgahını gösterir gururla. Mendil ve sözlüklerin yanındaki tükenmez kalemleri… “O gün bugündür, Frenk arkadaşımın sözünden dışarı çıkmadım.” diye fısıldayarak meslek sırrını açıklar.

Dinleyici dayanamaz, hikayenin sonunu merak eder. Feylesof Yusuf’un canı sıkılır ısrar karşısında.

“Aylar geçti böyle.” der, kaşlarını çatarak. “Sonra bir akşam…” derin bir ah çeker. Karşısındakini kötü sona hazırlamaya çalışan bir iki mimik yapar. “Bir akşam hiç olmadığı kadar bitkin gördüm onu. Omuzları çökmüş, beti benzi solmuş, narin gövdesi günbatımı gibi Haliç sularına düştü düşecek. Anladım hemen. ‘Onu mu gördün?’ diye sordum. Bıçak yarasını tutarak başını bir aşağı bir yukarı salladı. ‘Yanında güzel bir kadın, elinde de bebek arabası vardı.’ diye fısıldadı. Zor konuşuyordu.”

Of çeker bu kez. Dinleyici de katılır ona.

“Galata Köprüsü şiirini okuyarak hayata tutunmaya çalıştı. İlk kez bitiremedi şiiri. Yutkunarak yarıda kesti. Kanlı kartpostalı çıkardı cebinden. Yırttı, paramparça etti. Kamış takımını olduğu gibi fırlattı denize. Peşinden, içinde bir kaç balığın yüzdüğü kovasını. Yere oturdu. Sırtını köprünün demir korkuluklarına yasladı. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Bir mendil açtım. Gözlerini kuruladım. Bütün gece karşısında oturdum. Aynen böyle… Gözüm üstünde. Dizim dizinde. Yanlış bir şey yapmasın diye elim kolunda.”

Pişmanlıkla sallar başını iki yana.

“Sabaha karşı uyuyakalmışım. Gözümü açtığımda elim, montunun kolundaydı. Ama o içinde yoktu. Benim tezgahtaki bütün kağıt mendilleri almış, parasını cebime bırakıp gitmiş.”

Dili damağı kurumuştur. Dinleyicisinin avcuna bozuk para sıkıştırıp, büfeden soda almasını rica eder. O arkasını döner dönmez sapsız gözlüğünü gözüne yanaştırır. Battaniyesini sırtına örter. Frenk arkadaşı hakkında bir habere rastlayabilmek umuduyla, gazeteyi satır satır taramaya koyulur.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

HACI

Soğanla bir yandı göz pınarları. Gözyaşları büyüdü, taş gibi kaskatı oldu. Buruşuk gözlerine sığmadı… Derken yağ gibi kaygan, akmaya başladı. Önce kır sakalını, sonra yeni önlüğünün göğsünü ıslattı.
İncecik parçalara ayırdığı soğanı kıymanın üstüne boca etti. Ayçiçek yağını dökerken boğazını düğümleyen yumru da küçüldü sanki biraz. Kimyon ve karabiberden birer tutam aldı. İçinden sure okumaya koyuldu.

ÇATI KATI

Kadın çatı katında yaşıyordu. Şehrin kirliliğinden, gürültüsünden uzak. Bulutlar arasında, tek başına… Bir kaç martı dostu vardı. Bir çift de kumru komşusu. Kedileri, kitapları, kemanı, çiçekleri…

PAZAR OLA

1922 yılının yazdan kalma bir Ekim günüydü. İnci Mecmuası muhabiri Kemal Bey yazısını teslim etmiş, kahkülünü uçuşturan esintiye karşı Babıali yokuşundan Sirkeci’ye doğru iniyordu. Sigarasından derin bir nefes çekerken, artık bekarlıktan yorulduğunu düşündü. Zaten vazifesi gereği oldukça düzensiz, koşuşturmalı, muamma ve tehditlerle dolu bir hayatı vardı.

GÜNDÜZ GÖLGELERİ

“Koca şehir saklanıyor da, bana mı çok görüyorsun Ekrem? Yeryüzü her gün geceye gömülüyor da sen ne diye akşam akşam beni deşiyorsun?” “Karanlık karanlığı çeker de ondan Hilmi Kardeş. Neden köyünde değil de en büyük şehirdesin? En medeni şehir, gecesi en aydınlık şehir değil mi? Şehirli insan derdine razı olmayıp, derman peşinde koşan değil mi?”