ÇOCUKLUK

ÇOCUKLUK

Hayatında ilk kez içinden geçtiği bir parkın duvar dibini süsleyen çiçeklerin rengi ve kokusu, onu alıp çocukluğunun geçtiği lojman gazinosunun bahçesindeki mutlu günlere götürebilirdi. İşte öyle aniden yoğunlaşıveren zamanlarda, hemen yolun ucundaki ışık perdesinin ortasında, altı yaşındaki görüntüsü beliriverirdi. Kısacık, dört cepli şortunu, mickey desenli beyaz tişörtünü ve mavi pabuçlarını o sayede hatırlardı mesela.

Çocukluğu, izlendiğinden habersiz, kırk yıl önceki bir anın masumiyeti içinde olurdu o sırada. Onu, annesinden sokağa çıkma izni isterken, pipisini tutmuş çişinin geldiğini söylerken, yalan söyleyip sinirlendirdiği babasından kaçarak bir köşeye gizlenirken görmek öylesine tuhaf oyunlar oynardı ki zihninde, altı mı yoksa kırk altı yaşında mı, bu davranışların öznesi mi, izleyicisi mi karıştırır ve bu rüyamsı karışıklıktan hoşlanırdı.

Onu var eden bu gibi sahneleri, ilk hissedişlerini, direnişlerini, gizlenişlerini ne ara unuttuğuna; çocukluğuyla beraber gülmeye, hayret etmeye, hayal kurmaya nasıl da yabancılaştığına; bütün bu bilinçli mi bilinçsiz mi gerçekleştiğini ayırt edemediği bellek kaybına karşın, bir imgenin kısacık bir an için yanıp sönmesiyle, nasıl da altı yaşından devam etmeye hazır hale geliverdiğine, peş peşe hayret ederdi.

Adını unuttuğu arkadaşlarıyla sineklerin kanatlarını koparıp kibrit kutusuna hapsettikleri, bakkalın deposuna tünel kazdıkları, annesi arkasını döndüğünde komşunun küçük kızını ağlattıkları, ıslak toprak ve ağaç kokan bir parkta çalılar arasına gizlendikleri günleri özlerdi mesela. Kendisinden bir karış uzun komşu kızıyla, aralarında bir metre boşluk bırakarak kaskatı dans etmek zorunda kaldığı doğum günlerini bile özlerdi.

Her sabah evrenin bir başka sırrını keşfetme heyecanıyla yataktan fırladığı sabahları; insanların, evlerin, sokakların, arabaların, yaşlıların hiç değişmeyeceğini zannettiği ılık yaz akşamüstülerini, ilk kez tek başına bakkala gidip ekmekle döndüğü öğlen vakti balkonlarından yükselen alkış ve tezahüratları anımsayıverirdi arka arkaya.

Ağır ağır yürümeye devam ediyor olurdu bu arada. Yolun bitiminde dikilmekte olan altı yaşına doğru. O yaklaştıkça çocukluk bedeni silikleşir, uzanabilecek mesafeye geldiğinde yok olmuş olurdu. Rüyada olduğunu fark ettiğin andan itibaren, onu hızla kaybetmen gibi… Pamuk helvanın, ısırır ısırmaz damağında doyumsuz bir tat bırakarak esrarengiz biçimde yok olması gibi.

Bu kez farklıydı ama. Çocukluğu, belleğine kayıtlı eski bir sahneyi tekrarlamıyor, gözünü dikmiş onun geldiği yöne bakıyordu. Sevildiğinin farkında, biraz utangaç, biraz oyuncu bir gülümseme eşliğinde. Perdenin içinde değil, önündeydi bu defa. Tam sınırda. Ne geçmişteki bir anı, ne de parktaki çiçekler kadar canlı…

Bir adım daha attı. Çocukluğu kollarını açmış, onu bekliyordu. Üstelik gözlerinin ışıltısını görebilecek kadar yakınlaşmıştı artık. O da kollarını kocaman açtı. Yüzünde altı yaş gülümsemesi, neşeyle koşmaya başladı. Bu kucaklaşmanın hayatla arasında giderek büyüyen boşluğu dolduracağını, onu özüne kavuşturacağını, saf sevgiyi tutulabilir hale getireceğini, ona kim olduğunu hatırlatacağını hissediyordu.

Öyle de oldu. Altı yaşına sımsıkı sarılmış halde yolun bitimindeki uçurumdan aşağı hızla düşerken çocukluğunu örten yapmacık kareler yaprak yaprak belleğinden etrafa saçılıyor, gereksiz ağırlıklardan kurtulmak onu tıpkı çocukluğundaki gibi hafifletiyor, -kendini uçarken gördüğü rüyalarında da böyle olurdu- gözleri muzipçe kısılıyor, yüzü tatlı tatlı okşanıyor, geçmişi ve geleceği olmayan bir boşlukta süzülmenin benzersiz mutluluğu iç organlarını gıdıkladıkça, kıkırdayıveriyordu.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

AMELE

“Ne zor hayatları var di mi lan Hasan?” dedi Yaşar, dudaklarını büzüp sigarasının dumanını havaya üflerken. “He ya… Ben de onu düşünüyordum, Yaşarcan.” “Ben sana diyim bak. Bunların çimentosu olsa kumu olmaz. Kumu olsa çimentosu. De ki ikisini de buldular; suyunu ayarlayamazlar…” Gülüştüler. Hasan devam etti: “Her gün kırk kişiyle muhatap olurlar. Kırkının da kafasından ayrı ses çıkar. Hepsine de kendilerini beğendirmeye çalışırlar.”

GÖÇ

Bir mangal: Tutacağı balıkları pişirmek için. Birkaç eski dolap: Parçalayıp mangalı yakmak için. Bir parça branda: Uyurken üstüne örtmek için. Bir araba lastiği: Salı rahatça yanaştırabilmek için. Bir can simidi: Sal batarsa hayatta kalabilmek için. Ve bir karga: O da artık bu şehirde yaşayamayacağına karar verdiği için.

EGE RÜYASI

İşte O, bir tek bu saatlerde gerçekten nefes aldığını hissediyor, baba yadigarı “Rüya” adlı sandalının küreklerine asılarak karadan uzaklaşıyordu. Özellikle bir hedef belirlemiyor ama ilginç bir şekilde her gece kendini aynı sularda buluyordu. Duracağı yeri ve zamanı gözlerinin yıldızlar gibi seğirmesinden, sandalının yakamoza karışmasından ya da başının üstünde aniden beliriveren kar beyazı bir martıdan anlıyordu.

SAKIZ İLE CİNGÖZ

Kadırga’da bir evde yaşıyorlardı. İki kardeş… Sıradan ev kedilerinden değillerdi. Her şeyden önce evleri sıradan değildi. Dış cephesi kısmen yıkık, duvarlarının boyaları yaprak yaprak soyulmuş, merdivenleri çökük, ahşapları çürük tarihi bir konakta doğup büyümüşlerdi. Babalarının Mart aylarında Yenikapı ile Cankurtaran arasında turlayarak önüne gelene asılan, koca kafalı bir boş gezen olduğu söylenirdi.

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir