HATIRALAR MEZARLIĞI

HATIRALAR MEZARLIĞI

Bir şehrin ne kadar çok binası yıkılırsa insanı o kadar duyarsızlaşır. Yaşanmışı hor görmektir yıkmak. Yüzleşmeyi, öğrenmeyi, hissetmeyi, paylaşmayı reddetmek… Değiştirmeyi anlamaya yeğlemek. Uygarlık okyanusunun parçası olmayı beğenmeyip, kendini güdük bir başlangıcın kralı ilan etmek. Her şeye yeniden başlayınca mutlu olacağını sanmak. Mutlu olduğunu sandığı yabancılardan kopyaladığı bir yapının, benliğindeki boşlukları dolduracağına inanmak.

Surunu yıkıp yol açan, kayıkçısı kazansın diye köprüsünü yakan, cayır cayır yanan konakları seyretmeyi gece eğlencesinden sayan, tarihi mahallelerini yerle bir etmeye kentsel dönüşüm adını takan, bahçeli aile evlerini apartman daireleriyle takas etmeyi marifet bilen bir şehirde geçiyor öykümüz.

Kahramanlarımız sevdikleri binaların teker teker yıkılmasına, mahallelerinin tanınmaz hale getirilmesine, parklar, okullar, pastaneler, sinemalar ile birlikte çocukluklarının, gençliklerinin, aile yadigarlarının adım adım yok olmasına alışamayan, varlıklarında yırtıklar açan bu hoyratlıklara karşı tepkisiz kalamayan bir grup genç.

Birbirlerini internette buluyorlar. Hepsi kendi çevrelerinde fazla hassas, çıkıntı olmakla eleştirilen yalnız tipler. Birbirlerinden güç alıyorlar. Birkaç naif girişimde bulunuyorlar ama devletle, belediyeyle temaslarından herhangi bir sonuç alamayacaklarını çok geçmeden fark ediyorlar.

Çoğunluk yenilik istiyor çünkü. Yıktıkça coşuyor, coştukça unutkanlaşıyor. Eskiyi yoksullukla özdeşleştirdiği ve geçmişi yoksulluklarla geçtiği için şevkle yapıyor bunu. Aksini savunanı anlamıyor, gelişime engel görüyor, sırf şımarıklık, muhaliflik olsun diye böyle davrandığına hükmediyor.

Bir avuç kalıyorlar. Şiddetle başa çıkamayacak kadar narin, toplumsal dinamikleri harekete geçiremeyecek kadar zayıf. Büyük sözlere, toplu hareketlere değil, inandıklarının peşinden gitmeye inanıyorlar.

Yıkıntının bol olduğu semtlerde dolaşmaya başlıyorlar önce. Süleymaniye’ye, Tarlabaşı’na, Tophane’ye, Sütlüce’ye gidiyorlar sık sık. Moloz tepelerine tırmanıyor, duvarlardaki merdiven izlerine dokunuyor, camsız pencerelerden başlarını uzatıp yatalak odalara sinmiş nem, sidik ve is kokusunu içlerine çekiyorlar.

İki duvar arasına gerili çamaşır iplerini seyrediyorlar uzun uzun. Gömme dolap boşluklarına, duvarla bütünleşmiş lavabolara, soba borusu deliklerine dünyanın en büyük sanat eserlerinin karşısındaymışcasına saygı ve hayranlıkla bakıyorlar.

Bir gün Süleymaniye’deki ahşap bir evin küçük odasında, duvara dört köşesinden bantla tutturulmuş bir ders programı buluyor içlerinden biri. Kutucukları bir ilkokul çocuğunun kargacık burgacık yazısıyla doldurulmuş. Gözünden bir damla yaş dökülüyor. O çocuğun odada çürümeye terk edilmiş cesedini kaldırırcasına sarsılarak ama yine de yerine getirdiği görevin kutsallığından şüphe duymayarak bantları teker teker söküyor. Ders programını yerinden çıkarıyor. Ve yalnızca o çocuğun hayatının, kent kültürünün ve bir dönemin ortak hafızasının değil aynı zamanda tüm insanlığın ve varoluş hikayesinin yok olmak üzere olan bir delilini kurtarmış olmanın iç huzuruyla harabeyi terk ediyor.

İşte bir dönem böyle başlıyor. Sokakları, binaları, hamamları, sinemaları kurtaramasalar da onların parçası ve sonsuza dek tanığı olacak bazı nesneleri toplamaya, koruma altına almaya başlıyorlar böylece. Kimi bu nesnelerin ruhuna inanıyor, kimi simgelediklerine. Daha nesnel olanlarsa değerli ve bir o kadar da trajik buluyor onları. Sonsuza dek terk edilen yaşanmışlıktan daha sarsıcı ne olabilir ki?

Önceleri tek tük nesnelerle dönmeye başlıyorlar yıkık semt gezilerinden: Patlak plastik toplar, paslı mandallar, çiçek desenli fayans çıkartmaları, kolsuz bacaksız oyuncak bebekler, kadın tokaları, sabunluklar, ucuz parfüm şişeleri, lavabo pompaları, sinek raketleri, ipsiz makaralar, takvim yaprağından kesilip duvara asılmış manzara resimleri, dua levhaları, lastik erkek terlikleri, musluk volanları…

Sonra bir arkadaş katılıyor aralarına. Ruhsat sorunu yüzünden yıllardır şehrin göbeğindeki plaza inşaatını tamamlayamayan bir müteahhidin, sanat öğrenimi gören oğlu. Babasından plazanın otoparkını sergi amaçlı kullanma izni alıyor. Ve arkadaşlarına artık bir “Hatıralar Mezarlığı” galerisine sahip olduklarını müjdeliyor.

Bu sürpriz gelişme gruptakileri heyecanlandırıyor. İçlerinden biri, gece yarısı evinin önündeki çöplüğü karıştıran bir kağıt toplayıcıdan hurda arabasını satın alıyor. Ertesi gün hatıra safarisine, demir iskeletine çuval gerili bu çek çek arabayla çıkınca hem daha fazla nesne toplayabiliyor, hem de semttekiler tarafından yadırganmadan istediği moloz yığınına, dilediği yıkıntıya girip çıkabiliyor.

Bunu öğrenen arkadaşları da birer ikişer kağıt toplayıcılardan çek çek arabalarını satın alıp, keşif gezilerine eski kıyafetleri ve koyu renk kasketleri ile çıkmaya başlıyorlar.

Birkaç ay yoğun çalışıyorlar. Yıllar öncesine ait promosyon tasolardan kırık gaz lambalarına, kırmızı dantelli sabahlık kuşaklarından yabancı dilde romanlara, gönderilmemiş aşk mektuplarından okumayı yeni sökmüş teyzelere ait telefon rehberlerine, hülyalı kız günlüklerinden kaskatı tıraş fırçalarına, takım posterlerinden eşantiyon kül tablalarına, blok flüt parçalarından aile fotoğraflarına, keman yayından ud mızrapına, süzgeçten oklavaya, sınav sonuçlarının saklandığı yirmi yıllık gazetelerden çoktan ölmüş yazarların ıslak imzalarını taşıyan saman kağıtlı kitaplara, çürümüş bebek göbek bağından ambalaj kağıdına sarılı at kuyruğu saça, renk renk, kırık dökük biblolardan çeşit çeşit, plastik, metal, mermer kapı zillerine, tokmaklara, hane no’su gösteren metal plakalara, kapı kollarına, pek çok nesne topluyorlar.

“Hatıralar Mezarlığı”nı tıklım tıklım dolduracak binlerce parçaya sahip oluyorlar sonunda. Onları gruplayarak “Çocuk Hatıraları Mezarlığı”, “Edebiyat Hatıraları Mezarlığı”, “Mutfak Hatıraları Mezarlığı” gibi kısımlara ayırıyorlar. Her bir eserin altına yerleştirdikleri plaketlere bulunduğu adres ve tarihi yazıyorlar.

Sonra toplamaları gerçekleştirdikleri mahallelere, o mahallelerden taşınanların yoğunlukla gittikleri semtlere afişler asarak sergiyi duyuruyorlar. Arkadaşlarının desteğiyle, basında yer alıp daha fazla insana ulaşmaya çalışıyorlar. Tüm sergi nesnelerini dijitalleştirip kalıcı hale getiriyorlar. Ve heyecanla sergi açılışını beklemeye başlıyorlar.

Bekledikleri gibi kamudan, medyadan ya da sivil örgüt kuruluşlarından pek katılım olmuyor. Ama tarihi semtlere asılan afişlerdeki ücretsiz yemek ve sürpriz hediyeler vaadi etkili olmuşa benziyor.

Metro ve otobüslerden inen yüzlerce kişi, -pek çoğu ürkek adımlarla- adresi buluyor. Bizimkiler tarafından karşılanıp ikramlar eşliğinde serginin içeriği konusunda bilgilendiriliyorlar. Panolarda çöpçü kılıklı resimleri bulunan; yıkıntılarla, molozlarla ilgilenen ve giyim kuşamları, dövmeleri, sakalları yabancı kliplerdeki tiplere benzeyen gençlere; ilk önce şüpheli, mesafeli yaklaşılıyor. Ancak gençlerin konuştukça parlayan gözleri, çer çöpten şefkatle bahsetmesi, onlara ve geçmişlerine herkesten daha fazla değer veriyor gözükmeleri, dinleyenleri rahatlatıyor.

Derken kapılar açılıyor. Ziyaretçiler tanıdık ve bir o kadar yabancı nesnelerden oluşan bu renkli ve hüzünlü alanda tedirgin adımlarla ilerlerken, mezarlığa ayak basmışcasına sessizliğe gömülüyor. Yüzlerinden bin bir türlü insanlık hali geçmeye başlıyor. Gülümseyenler, gözleri dolanlar, kahkaha atanlar, yanındakini çekiştirerek bir şey gösterenler, dalıp gidenler, hıçkıra hıçkıra ağlayanlar, yüzü bembeyaz, sapsarı, kıpkırmızı kesilenler, bir biblonun ya da kapı kolunun önünde çöküp kalanlar…

Bir grup, sergiden kendisine ya da ailesine ait eşya, mektup ve resimlerle ayrılıyor. Hemen hepsinin yüzlerinde mahcubiyet, bakışlarında minnet var.

Diğerlerinin ne düşündüğü, ne hissettiği bilinemez. Ama her gün biraz daha yıkılan bir şehrin insanları olarak, geldiklerinden daha duyarlı bir ruh haline büründükleri; unutulmaya terk ettikleri nesneler önünde saygıyla eğilip, bazılarını uzun uzun inceledikleri, onlara kulak verdikleri, özür diledikleri, konuştukları hatta koklayıp öptükleri gözleniyor.

Yalnızca kendi hayatlarında öylesine yer işgal ettiğini sandıkları bu sıradan nesnelerin başkalarının da geçmişinin parçası olduğuna tanık olduklarında, zannettikleri kadar yalnız olmadıklarını; kendi evlerinde olup bitenin aslında koskoca bir şehirde yaşananların bir tür numunesi olduğunu, bir ev ve şehir ne kadar eskiyse hikayesinin de o kadar zengin olduğunu fark ettikleri seziliyor.

Tıpkı mezarlık ziyareti esnasında, hayatın geçici dertlerini kısa süreliğine de olsa bir kenara bırakan, bir yanı ölüm korkusuyla dolarken, bir yanı da herkesin öldüğünü ve de öleceğini düşünerek rahatlayan ölümlüler gibi… Geçmişi düşünebilmek ve geçmişe gömülmüşlere göz yaşı dökebilmek için mezar taşının tozlu, yosunlu varlığına ihtiyaç duyan, eskiden ölmüş bir yakınının üstüne yeni dikilmiş pırıl pırıl mezar taşı karşısında ise geçmişle ve ölüyle bağı giderek zayıflayan ziyaretçiler gibi… Başları önlerinde, metro ve otobüslere doğru dalgın dalgın yürüyorlar.

 

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

KARANLIK ODA

Haftalarca odasından çıkmadığı olurdu. Yarısı boş, hatıralarıyla birlikte duvarları da delik deşik olmuş, kocadıkça kararmış, nemlendikçe yosunlanmış, ceset gibi kokmaya başlamış bir hanın, en az kullanılan koridorunun ucundaki sığınağından.

OKUR YATAR

Buruşturduğu gazeteyi çöpe attı. İki büklüm banka geri döndü. Bitkin düşmüştü. Şapkasını çıkardı. Yastık yaptı. Banka kıvrıldı. Hava kararmıştı. Cadde, işten eve dönmeye çalışan insanları…

TARHANA ÇORBASI

Poyraz deniz tarafından bıçak gibi soğuk ve keskin esiyor. Ortaköy’ün daracık, loş sokaklarında üç gölge titreşerek ilerliyor. Esma, babası ile babaannesinin arasında isteksizce, tabanlarını arnavut kaldırımına sürte sürte yürüyor. Paltosunun rengi gibi al al olmuş yanaklarını şişirerek kendi uydurduğu tekerlemeyi söylüyor: “Çok yoruldum… Çok acıktım… Çok üşüdüm… Çok yoruldum… Çok acıktım…”

YOĞURT KOVASI

Üç ay süren tadilat boyunca pazarları hariç hemen her günümü bu semtte, rutubet ve hikaye kokan tarihi apartmanda geçirdim. İlk günden itibaren en çok ilgimi çeken, bakkalın iki kat üstündeki esrarengiz daireydi. Biri hariç tüm pencereleri, lime lime olmuş demode desenli perdeler ile örtülüydü. Camları toz, kir ve martı dışkısından oluşan kalınca bir tabaka ile kaplıydı. Perdesiz tek giyotin penceresi ise her zaman aralıktı.

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir