KARAVANA

KARAVANA

Ilık bir Eylül akşamıydı. İlk etüdü sona erdiren zilin peşi sıra öğrenciler yemekhaneye inmiş, girişteki panonun başına toplanmışlardı. Büyük sınıflar boy ve kıdem üstünlüklerini kullanarak listeleri hızla tarayıp kendi adlarını kolayca buluyor, yerlerini kaybetmeden panoya uzak sınıf arkadaşlarına da yıl boyunca oturacakları masanın numarasını haber veriyorlardı.

Yemekhane oturma planı her ders yılının başında yeniden düzenlenirdi. Masa ağabeyleri mutlaka lise son sınıflardan seçilir, her masada farklı sınıflardan öğrencilerin bulunmasına dikkat edilirdi. Böylelikle hem kaynaşma hedeflenir, hem de sınıf arkadaşlarının bir arada bulunmasından kaynaklanabilecek gruplaşma ve haşarılıkların önüne geçilmiş olunurdu.

Listede adını bulan, panonun başından ayrılarak masasına geçiyordu. Akşam güneşi cam kenarındaki masaları tatlı bir kızıllıkla aydınlatıyordu. İyimser ışık oyunları, gri yemekhanenin soğuk atmosferi ile tezat oluşturuyordu.

Masa başlarına ağabeyler oturmuştu. Diğer öğrenciler sandalye yerine kullanılan uzun oturaklara yan yana dizilmişlerdi. Hem acıktıklarından, hem de bir an önce yemeklerini bitirip bahçede top oynamaya can attıklarından yemeğe başlamak için sabırsızlanıyorlardı.

Bir grup hazırlık sınıfı öğrencisi ise hala panonun başındaydı. En öndekiler ayak parmaklarının ucunda yükselerek panonun üst kısmına raptiyelenmiş listelerde yazılanları okumaya çalışıyor, arkada kalanlar ise çaresizlik içinde sağa sola bakınıyorlardı. Sudan çıkmış balığa dönmüş çocuklar, yirmi dört saat içerisinde önce dolaplıkta, sonra bavul odasında, sonra yatakhanede, sabahleyin sınıfta, birkaç saat önce etütte yaşadıklarına benzer bir acemilik ve çaresizlik içinde şimdi de yemekhanede, yatılı hayatının çetrefilli düzenine ayak uydurmaya çalışıyorlardı.

Sona kalan sarışın çocuk da nöbetçi öğretmenin yardımıyla yerini öğrendi ve tamamı esmer öğrencilerden oluşan masanın köşesine ilişti. Aynı anda masadakiler, yemekhanedeki herkesle birlikte ayağa kalktılar. Sarışın çocuk da onları taklit edip, hazır ola geçti.

Nöbetçi öğretmen liselerden tıknaz, gürbüz bir çocuğa duaya başlaması için işaret verdi. Ve çocuk, göğsünü şişirerek, avaz avaz bağırmaya başladı.

“Tanrımıza hamdolsun.”

Öğrenciler aynı sözcükleri haykırarak tekrar ettiler. Ses öyle gür çıkmış, yemekhanenin çıplak duvarlarında adeta patlayarak öyle güçlü yankılanmıştı ki, bu sahneye ilk kez tanık olan birinin tüylerinin diken diken olmaması mümkün değildi.

Sarışın çocuk da soluğunu tutmuş, kirpiklerini kırpıştırarak bu yemekhane geleneğini kavramaya çalışıyor, endişelensin mi gururlansın mı, kestiremiyordu.

Bir an için masa ağabeyiyle göz göze geldi. Uzun boylu, geniş alınlı, çatık kaşlı biriydi. Yüzünden, göğsünden, hatta parmaklarından gür, simsiyah kıllar fışkırıyordu. Çocuğa gülümsemeden göz kırptı.

“Milletimiz var olsun.”

Gürbüz liselinin yüzü bağırmaktan morarıyor, şah damarı parmak genişliğinde şişiyordu. Bütün yemekhane bir kez daha onun sözlerini tekrarladı. Sarışın çocuk da ikinci kelimeden itibaren diğerlerine katıldı.

Kısa bir sessizliğin ardından bu kez ses yemekhanenin diğer ucundaki nöbetçi öğretmenden yükseldi:

“Afiyet olsun.”

Sarışın çocuk ne olduğunu anlamaya çalışırken tüm öğrenciler hep bir ağızdan karşılık verdiler:

“Sağol.”

Kurşun gibi patlayan bu son sözcüğün ardından herkes yerine oturdu. Yemekhane çekiştirilen masa ve bankların gıcırtılarından, metal tabak ve bardak çınlamalarından, çatal bıçak seslerinden, konuşma ve gülüşmelerin üst üste binmesinden oluşan telaşlı bir uğultuya gömüldü.

Sarışın çocuk herkesten sonra oturdu. Diğerlerini gözlemleyerek nasıl davranması gerektiğini anlamaya çalıştı. Herkes sırayla masanın ortasında üst üste dizili metal tabaklardan ve onların yanına yığılmış çatal kaşıklardan birer tane alıp önüne koyuyor, ekmekliğe uzanıp, kalın dilimlenmiş bayat görünümlü ekmeklerden ikişer üçer dilimi tabaklarının yanına yığıyor, çelik sürahilerden metal bardaklarına su dolduruyordu.

Sarışın çocuk da onlar gibi yaptı. Sürahi biraz ağırdı, suyu azıcık dışarı döktü ama kimse görmeden tabağını suyun üstüne çekerek kusurunu gizledi.

Masa ağabeyi, dağıtım için kendisinden sonra masanın en kıdemlisini görevlendirdi. Gözlüklü, üç numara saçlı, uzun boylu bir çocuktu. Çoğu yatılı gibi o da yaşından olgun görünen, ciddi, biraz da asık bir yüz ifadesine sahipti.

İsmi Erdoğan’dı. Ayağa kalktı. Karavanalardan birini kendine doğru çekti. İçindeki büyük kaşıkla önce masa ağabeyinin tabağını ağzına kadar doldurdu. “Buyur Ali Abi” diyerek, dikkat ve saygıdan hafif eğilerek uzattı. Sonra sırayla çorbayı diğerlerine bölüştürdü. Herkese dörder kaşık düşerken, sarışın çocuğa iki buçuk kaşık kaldı. Erdoğan elini açıp, sırıtarak:

“Nedecen?” dedi. “Sona kalan, umduğunu değil bulduğunu yer.”

Diğerleri çorbalarını kaşıklamaya başlamışlardı bile. Sarışın çocuk ağzına lokma atmadan yutkundu. Öğle tatilinde postaneye, annesi ile babasına telefon açmaya gittiğinden yemek yiyememişti. Açlıktan hafif hafif başı dönüyor, yemeğe saldırmamak için kendini zor tutuyordu. Öte yandan dağıtımdaki adaletsizlik kanına dokunmuştu.

“Diğer karavanalarda da ben mi sona kalacağım peki?” diye sordu.

Erdoğan, ekmeğinin yarısını çorbaya batırmış, ağzına sokmak üzereydi. Başını çevirip kaşlarını çatarak:

“Bütün sene sona kalacaksın, paşa çocuğu.” diye homurdandı. “Bu masadakilerin hepsi geçti bu yollardan. Hesap soran hazırlık bebesine de ilk defa rastlıyorum.”

Diğerleri şişik yanaklarıyla sırıtıp, kafa sallayarak Erdoğan’ı onayladılar. Sarışın çocuk başını öne eğdi. Ekmeğinden birkaç parça koparıp tabağının içine attı. Bebekliğinden beri yaptığı gibi ekmek lokmalarını çorbaya gömdü ve kaşıklamaya başladı.

Ali bu diyaloğu, bakışlarını tabağından kaldırmadan dinlemişti. İri pirinçli, ılık ezogelin çorbasını yutarken, okuldaki ilk günü geldi aklına. Yatakhane ağabeyi tarafından cam kenarındaki ranzanın üst yatağına gönderilişi… Bütün yılı iki metre yükseklikten betona düşme korkusu ile geçirmesi yetmiyormuş gibi, macunsuz pencere aralığından esen ayaz yüzünden zatürreye yakalanışı…

Ekmeğin kabuğundan bir parça koparıp ağzına attı. Sakız gibi çiğnemeye koyuldu. Etütte hemşehrisi Yücel’e ödev sorduğu için yediği tokat düştü aklına. Başkalarının önünde yediği ilk dayaktı. İnfaz anını beklerken yaptığı gibi, sımsıkı sıktı gözlerini. O zamanlar teni de kalbi gibi narindi: Tokadın sızısı dinmek bilmemişti.

Su bardağı kafasına dikti. Ağzında çelik kokusu kaldı. En sevdiği arkadaşlarıyla sınıfın ortasında düello (tek el arkada, ağabey saymayı bitirip “…üç” deyince diğer elle karşısındakinin yanağına kim önce tokat atacak kapışması) yapmak zorunda bırakılışları geçti gözünün önünden. Öyle çoktu ki sayıları, tokatlar birbirine karıştı.

Son lokma ağzında büyüdü. Düelloda bazen ilk o yapıştırırdı. Bir anlık zafer duygusu yaratırdı bu. Çok geçmeden yerini vicdan azabına bırakırdı. Bazen ummadığı şiddette bir şamar yerdi. Artık nereye isabet etmişse, yanağındaki, kulağındaki acı bir yana; kendini ihanete uğramış hisseder, etüttekilerin önünde arkadaşından dayak yemenin utancıyla kızarırdı. Bazen de iki kurban birbirlerine kıyamayıp yeterince sert vurmamışlarsa eğer, ağabey her ikisini de yanına çağırıp, okkalı birer tokatla cezalarını keserdi. Bu ağır ceza tokatlarından yiyen, sırasına dönerken mutlaka sendelerdi.

Kaşığı çorbaya daldırıp çıkardıkça belleğindeki tozlu yatılı bavulundan yeni acımasız zulüm metotları dökülüyordu. Sonradan arkadaşları ile gülüp hafife almaya çalıştıkları, ama kendini sarışın çocuğun yerine koyunca, boğazını düğümleyen üst sınıf işkenceleri…

Orta sondayken, psikopat bir etüt ağabeyleri vardı: Sivilceli Süleyman. Sevdiği kızın başkasıyla çıkmaya başladığı günün akşamında, çıt çıkaranı kürsüye çağırmış, pergel ucunu kurbanının parmakları arasında tık tık gezdirmişti. Gitgide hızlanıp sertleşen vuruşlar, pergelin sivri ucu parmaklardan birine ya da aralarındaki deriye saplanıncaya kadar sürmüştü. Etütteki herkesin eli az çok kanayıncaya dek bu gerilim dolu seanslar devam etmişti.

O akşamdan kalma iz var mı diye parmaklarını incelerken de zihni durmadı. Bahçede maç yaparken üst sınıfların sahaya el koymasına itiraz edilemediği gibi, bu durumdan hoşnutsuzluğunu belli edenler bir de üstüne meydan dayağı yerdi.

Evden getirdiği yiyeceği ağabeylerle paylaşmayanın kilidi kırılır, dolabı boşaltılırdı. Kışın en soğuk günlerinde küçük sınıfların battaniyeleri sırra kadem basardı. Ağabeylerin çift battaniyeyle yattıklarını herkes görür ama kimse gıkını çıkaramazdı.

Masadakiler çorbalarını bitirmiş, Ali Ağabeylerinin tabağını Erdoğan’a uzatmasını bekliyordu. Ali ekmekle iyice sıyırdığı tabağını elinin tersiyle itti. Erdoğan formika masada kayan tabağı yarı yolda yakaladı. İçine kuru köftelerden en iri ve iyi pişmiş üç tanesini koydu. Yanına dolu bir kaşık patates kızartması ekleyip geri uzattı. Patates kızartmaları fazla yağlı ve yumuşak görünüyordu ama tombul köfteler iştah açıcıydı.

Sarışın çocuk köfteye bayılırdı. Ağabeyin tabağını görünce gözleri parladı.

Erdoğan ikinci en iyi üç köfteyi kendine aldı. Orta sona giden Halim ayağa kalkıp karavanaya doğru iyice eğildi. Bütün köfteleri tek tek inceledi. Ve en büyük üç tanesini Erdoğan’a işaret etti. Sonrakiler sırayla sayıları giderek azalan köfteler arasından seçme haklarını kullandılar.

Ve nihayet sıra sarışın oğlana geldi. Yerinden kalkıp, tabağını uzattı. Erdoğan ince kuru bir köfte ile iki tane kısmen yanık, uçları kopuk kalıntıyı tabağa hoyratça fırlattı. Köfteler tabakta lastik gibi sekti. Yanık olanın ucundan bir parça koptu. Erdoğan kalan az sayıdaki kararmış patates kızartmasını da köftelerin üstüne boca ettikten sonra, tabağı çocuğa doğru ittirdi.

Sarışın çocuk kağıt gibi bembeyaz bir yüzle yerine oturdu. Erdoğan karavanada kalan son köfteyi kaşıkla yakaladı:

“Bugün bir tane fazla köfte düşmüş masaya Ali Abi. Afiyet olsun.” diyerek Ali’nin tabağına bıraktı.

Yerine oturur oturmaz ekmeğin köşesini eliyle ikiye böldü. Köftelerinden birini arasına koyup sandviç yaptı. Bir ısırıkta yarısını mideye indirdi.

Sarışın çocuk önce kendi tabağına, sonra Erdoğan’ın iri köftelerine, sonra da Ali’nin ağzına kadar dolu tabağına baktı. Çatal elinde, öylece kalakaldı.

Masadakiler, yemekhanede nadir çıkan kuru köftenin tadına doyasıya varabilmek için tek kelime konuşmuyor, iştahla lokmalarını çiğniyorlardı.

Sarışın çocuk burnunu çekti. Sonra bir kez daha. Ali göz ucuyla onu izliyordu. Çocuğun omuzları şöyle bir kalkıp indi. Sonra bir kez daha… Hıçkırmaya başladı. Ali metal su bardağını doldururken bir damla gözyaşının yanık köftelerden birinin üstüne düştüğünü gördü.

Diğerleri yemeklerine dalmıştı. Ali usulca başını çocuğa yaklaştırarak:

“Senin adın ne?” diye fısıldadı.

“Tamer”

“Ne oldu Tamer? Derdin nedir?”

Çocuk konuşmak istemedi. Başı öne eğikti. Ali’nin kocaman, güçlü eli omzunu sıkınca, mecburen bakışlarını kaldırıp ona çevirdi. Ali dikkatle ona bakıyordu. Bu okulda ilk kez biri ona böyle sevecen; akrabası ya da komşu çocuğu filanmış gibi, onu önemseyerek bakıyordu.

Bu bakış Tamer’in ev özlemini kabarttı. Okul bahçesinde tek başına kaldığı an içinde açılan çatlak büyüdü. Büyüdü… Ve o çatlağın içinden sızan yaşlar gözlerinden akmaya başladı.

Diğer çocuklar ağladığını fark edecek diye ödü patlıyor, burnunu silme bahanesiyle gözyaşlarını kurulamaya çalışıyordu.

“Köfteler mi canını sıktı?” diye sordu Ali.

Tamer konuşamadı. Başını usulca aşağı yukarı salladı.

“Az mı geldi?” diye sordu bu kez Ali.

Tamer koluyla gözlerini kurularken:

“Evde babam kestane dağıtırken bana hep birkaç tane fazla verir.” diye fısıldadı. “Sucuk yapılırken benim halkalarım daha kalın kesilir. Annem sevdiğimi bildiği için köfteleri hep…” Yutkundu. İç çekerek devam etmeye çalıştı. “Burdaysa…”

Sözlerini tamamlayamadı.

Hıçkırarak ağlamaya başladı.

Masadaki herkes donakalmıştı.

Ali bir kendi tıkabasa dolu tabağına bir de Tamer’inkine baktı. Kulaklarına kadar kızardı.

Elini bir kez daha Tamer’in omzuna koydu. Bu kez masadaki herkesin duyabileceği kadar yüksek bir tonda:

“Bak Tamer Kardeş.” dedi. “Bu masadaki herkes annesinin kuzusu. Babasının aslanı, kaplanı… Onlar da evlerinde özel muamele görüyorlar.” Derin bir nefes alıp devam etti: “Yani benden sizinkilerin yaptığı gibi sana ayrıcalık tanımamı, herkesten fazla yemek dağıtmamı bekleme.”

Tamer ağlamayı kesmiş, ıslak kirpiklerini kırpıştırarak Ali’yi dinliyordu.

Ali ise sanki gözlerinin önünden koyu renk bir perde kalkmış gibi, etrafındaki her şeyi daha berrak ve uyum içinde algılıyor; Tamer’in gözyaşlarındaki pırıltının, kendi çocukluğunun üzerine düşmüş gölgeyi aydınlattığını hissediyordu.

Diğerlerine bakarak konuşmaya devam etti:

“Öte yandan yatılı orman kanunlarına da son veriyoruz bundan böyle arkadaşlar. Bu masada yaşı, sınıfı ne olursa olsun hiç kimse diğerinden daha değerli ya da değersiz değil. Herkes eşit paylaşacak, eşit yiyecek, eşit içecek. Hiç kimsenin gözü ya da aklı başkasının tabağında kalmayacak.”

Masada çıt çıkmıyor, hiç kimse ağzındaki lokmayı çiğnemiyordu.

Ali fazla köftesini önce ortadan ikiye, sonra da o iki parçayı üçe ayırdı. Altı ufak lokmanın beşini sırayla çatalına takıp, diğer çocukların tabaklarına bıraktı.

Erdoğan yemeğinin çoğunu bitirmiş, en iri köftesini sona bırakmıştı. Önce tabağına, sonra güneşin tüm kızıllığını yüzüne toplamış Ali’ye ve en son iç çekmeye devam eden sarışına baktı.

Çatalını köftesine sapladı. Tamer’in tabağına bıraktı.

Tamer, bir köfteye, bir Erdoğan’a, bir Ali’ye baktı. Erdoğan’la Ali’nin gülümsemelerine mahcupça karşılık verdi. O da kararlılıkla çatalına sarıldı. Yanık köftelerinden birini aldı. Erdoğan’ın tabağına koydu.

Ali ikisine de “aferin” der gibi başını salladı. Erdoğan, Tamer’e göz kırptı. Tamer akraba ziyaretlerinde kendisine göz kırpan ağabeyler karşısında olduğu gibi yine göz kırpmayı beceremedi. Ağzını burnunu yamultup, gözlerini kapayıp açarak, tuhaf mimikler yaptı.

Masadakiler hep birlikte Tamer’in bu sevimli haline güldüler. Bir yabancıyla alay eder gibi değil, kardeşlerini bağırlarına basar gibi güldüler. O akşam, Ali’nin masasındakiler, hayatlarının en lezzetli köftelerini yediler.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

YOKUŞ

İhsan’la Musa… Biri muslukçu, öteki kaynakçı. Biri yapılı, öteki ufak tefek. Birinin başı üşür, ötekinin bağrı hep açık. Biri öteberisini bollaşmış ceplerine tıkıştırır, ötekinin elinden poşet eksik olmaz. Birinin dört çocuğu var, ötekinin üç. Sabahları işe beraber giderler. Yolda Kürt böreği alır, Çaycı Halit’in taburelere çöküp yerler.

MAVİ KUŞ

Kuş cıvıltısıyla uyandı. Su şırıltısıyla. Bir kavak dalı uzandı penceresine doğru. Yaprakları nazlı nazlı hışırdadı. Ağustos böceği öttü zeytinliklerin o yandan. Bir kurbağa atladı dereye. Yavru olsa gerek, az su sıçrattı…Tek gözünü araladı. Bir bulut belirdi köpük köpük. Sonra öteki göz kapağını. Mavi bir su kuşu kondu kavak dalına. Her sabah aynı kuş. Fatması gittiğinden bu yana, her sabah aynı sabah…

GÖZLERİNİN İÇİ

O sahneye çıkmadan önce Hamiyet, Zeki Müren ve Münir Nurettin plakları çalınır, sakız gibi bembeyaz masaörtülerinin üzerine dizili piyatalarda kekikli zeytin, çiroz salatası, Ermeni pilakisi, lakerda, midye dolma ve ince kesilmiş beyaz peynir ikram edilirdi. Rakı kadehlerini tokuşturup, mezelerden tadarak günün yorgunluğunu atan konuklar, Laternacı Niko ile hepten havaya girerlerdi.

YOĞURT KOVASI

Üç ay süren tadilat boyunca pazarları hariç hemen her günümü bu semtte, rutubet ve hikaye kokan tarihi apartmanda geçirdim. İlk günden itibaren en çok ilgimi çeken, bakkalın iki kat üstündeki esrarengiz daireydi. Biri hariç tüm pencereleri, lime lime olmuş demode desenli perdeler ile örtülüydü. Camları toz, kir ve martı dışkısından oluşan kalınca bir tabaka ile kaplıydı. Perdesiz tek giyotin penceresi ise her zaman aralıktı.

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir