FEYLESOF YUSUF

FEYLESOF YUSUF

“İnsan en çok ağlarken insan olur.” der Feylesof Yusuf. “Gözyaşı insanın özüdür.”

Elini kalbinden yüzüne götürür. İşaret parmağını göz pınarına bastırır. “Burukluğunu, pişmanlığını, özlemini, acısını birkaç damlaya dönüştürdüğünde kişi -ki en büyük mucizelerinden, en akıl almaz üretimlerinden biridir bu- yüreği eskisi gibi bir kaya parçası değildir artık. Su veren bereketli bir topraktır. Suyla toprak varsa şefkat vardır. Umut vardır. Hayat vardır, hayat!”

Bakışlarını mızrak gibi karşısındakinin gözlerine saplar. İşaret parmağını sallayarak devam eder. “İnsanoğlu ağlarken sezer görevinin hayatı sürdürmek olduğunu. Ve her zamankinden derin nefes almaya başlar. Ağlarken iç çekmenin nedeni budur.”

Sesi alçalır birden, sır verir gibi fısıldar: “Ağlayarak dışarı kendi özünü taşırırken, yer açılır ya içinde… İşte temiz havayı oraya çeker. Böylece usul usul, yeniden yaşam yeşermeye başlar içinde. O farkında bile değildir henüz bunun.”

Bir tebessüm yerleşir dudağının kıyısına. Gözbebeklerinde kıvılcım gibi çakan iki zeka pırıltısı: “Ağladım da rahatladım biraz, der utana sıkıla. Ağlamış da, yazgısıyla barışmıştır oysa. Ağlamış da özünü, var oluşunu hatırlamıştır.”

Meseleyi açığa kavuşturmanın aydınlığı yansır yüzüne. Otomobil lastiklerine, serçelere ya da önünden gelip geçen ayakkabılara dalar gözü. Sonra birden konuşmaya başlar yine. Bakışları hala başka noktaya takılı, sayıklar gibi: “İşte ben bu yüzden hep mendil sattım. Gençliğimde kumaşını, sonra kağıdını.”

Aklına bir şey gelmiş gibi dudağını büzüp, gülümser kendi kendine. “Burnunu silmek için alan da olur. Alnını kurulamak, elini temizlemek için de.”

Aniden ciddileşir, çatar kaşlarını. “Ama ben asıl müşterimi, ağlaması gerekenleri hemen tanırım. Yüz hatları silik olur onların. Bedenlerinin yarısı gölge…”

Tezgahından bir paket kağıt mendil kaldırıp devam eder. “Mendili uzatıp cesaretlendiririm onları. Paraları yoksa hediye ederim. Ağlasınlar da hayata dönsünler diye elimden geleni yaparım.”

Aniden sıkılır konuşmaktan. Sapsız gözlüğünü gözüne götürüp elindeki gazete parçalarına doğru eğilir. Feylesof Yusuf’un karşısında her kim varsa, o günlük sohbetin bittiğini anlar.

Başka bir gün sorulabilir ancak yarım gazeteden ibaret tezgahında mendilin yanı sıra neden sözlük ve kalem bulundurduğu. Eğer keyfi yerindeyse -ki büyük ölçüde üşümüyor olmasına bağlıdır bu- gazete okumayı kesip, sapsız gözlüğünün üzerinden karşısındakini ilk kez görüyormuşçasına süzer. Gözlüğünü mendillerin üstüne bırakır. Hikayesine doğru sözcüklerle başlamayı önemseyen usta anlatıcılara özgü bir sakinlikle, bir süre içine kapanarak sessizce dudaklarını kıpırdatır. Sonra tok bir ses tonuyla anlatmaya başlar.

“Galata Köprüsü’nde mendil satardım bir zamanlar. Memleketinden kopup Sirkeci Garı’na inenler; tarak izli ıslak saçlarıyla pazar piyasasına çıkan bekarlar; buğulu bakışları Galata Limanı’na her kayışta Rum, Ermeni, Yahudi komşularının mendil sallayışını hatırlayan Galatalılar; vapurla, martıyla, ezanla duyguları kabarmış aşıklar; köy kokan kolileriyle postaneden dönen gurbetçiler; Avusturya Hastanesi’nde bağlandıkları yatalak hastalarını kaybeden rahibeler; rutin muayene sonrası kürkçü dükkanına dönen fahişeler… Gözü nemli müşterisi boldu yani Köprü’nün. Ama telaşı, kargaşası da çoktu. O insan selinin ortasında durup mendil almak nadiren akıllarına gelirdi.”

Kitap gibi konuştuğunun, kısa sürede karşısındakinin tüm dikkatini ele geçirdiğinin farkındadır. Alaycı bir gülüş eşliğinde devam eder.

“Balıkçılar, muzcular, saatçiler, simitçiler, parfümcüler, şemsiyeciler, oltacılar, korsan kitapçılar, tarakçılar, kalemciler filan geçinir giderdik yine de. Köprü bizim memleketimiz, üstünde yaşayan herkes hemşehrimizdi. İş yapamayanın karnını doyurur, hasta olana ilaç parası toplardık.”

Karşısındakinin sabırsızlandığını fark etmekten hoşlanır. Elleri ile beyaz, seyrek saçlarını sıvazlayıp konuşmasını sürdürür:

“Bir gün benim tezgahın yanına yeni bir balıkçı geldi. Temiz yüzlü, beyaz tenli bir köse. Kafasında bir kasket, sırtında kalınca bir mont. Bahar sonu, yaz başı gibiydi. Öyle kalın mont giyilecek bir hava yoktu yani. Yine de onu köprüde montsuz görmedim hiç. Montu onsuz gördüm, o ayrı…”

Burada sessizleşir. Başı öne düşer. Uyuklar gibi. Sonra irkilerek kendine gelir.

“Konuşmazdı. Hiç konuşmazdı… Bir olta takımı satın aldı. Diğer balıkçıları izleye izleye balık tutmayı öğrendi. İlk günler pek bir şey yakalayamadı ama sonradan açıldı.”

Dolu çapari çeken balıkçılarınkine benzer, alçakgönüllü bir sevinç ifadesi belirir yüzünde.

“Peynir tenekesinde pişirmek üzere üç beş tane balık ayırır, gerisini akşamüstü balık pazarına götürüp satardı. Balıkçılar arasında bir tek o kağıt mendil satın alırdı. Her akşamüstü bir paket. Mendilini köprü boşaldıktan, lambaların hepsi söndükten sonra açardı.”

Derin bir iç çeker hikayenin burasında, dinleyeni de büsbütün içine alır.

“Köprü’de uyurdu benim gibi. Yağmur yağarsa aşağı, merdivenlerin altına kaçardı. Çok balığını yedim bedavadan. Ama o mendil parasını mutlaka verirdi. Bir gün çok ısrar ettim, parasını almamak için. İtiştik, hatta biraz. Sonunda mendili sallayarak: ‘Ben balığa para vermiyorum, ama sen buna veriyorsun.’ dedi. İlk kez konuştuğuna tanık oluyordum. Sesi öyle ince, öyle naif, öyle yumuşaktı ki, ne diyeceğimi şaşırdım. Aksanından yabancı olduğunu anladım tabi hemen. Tipinden bunu nasıl daha önce fark etmediğime şaşırdım.”

Gülümser belli belirsiz. Dudağı hepten incelir:

“Sesinin kırılganlığını ve o ana kadar hiç konuşmamış olmasını ecnebiliğine bağladım. Hak da vermedim değil hani. Her tür adam barınır Köprü’de. Sahipsiz, kibar bir yabancıya nasıl davranırlar, kestiremezsin.”

Serçeler eşelenir, bir araba korna öttürür, biri mendil ister. Dikkati dağılır Feylesof Yusuf’un. Tekrar hikayeye dönmesi, nerede kaldığını hatırlaması zaman alır.

“Bir tek benimle, o da hiç kimsenin bizimle ilgilenmediğinden emin olduğunda konuşurdu.” Öksürür burada. Bir sonraki cümleye geçmeden önce kısa bir ara verir.

“Ülkesinde garsonmuş. Bir gün çalıştığı lokantaya müşteri olarak esmer biri gelmiş. Tek başına bir masaya oturmuş. Bizimki onu daha önce defalarca rüyasında görmüşmüş meğer. O an vurulmuş. Şok geçirip elindeki tepsiyi düşürmüş. Onlarca bardak, tabak paramparça olmuş. Birkaç dakika içinde işten kovulmuş. Ama umurunda değilmiş. Birlikte lokantadan çıkmışlar. Aynı dili konuşmuyorlarmış. Ama bu da umurunda değilmiş. Bütün gece el ele, göz göze şehrin sokaklarını, parklarını dolaşmışlar. Gece yarısı onun ifadesiyle, nehre ışıklarını döken romantik bir köprüde öpüşmeye başlamışlar. Sabaha kadar… Gün ağarırken, esmer sevgilisi ona üzerinde bulundukları köprüye çok benzeyen Galata Köprüsü’nün kartpostalını hediye etmiş.”

Nefeslenip devam eder:

“Sonra rüya başladığı gibi aniden sona ermiş. Sevgilisi saatin kaç olduğunu fark edince paniğe kapılmış. Cebinden alelacele çıkardığı İstanbul uçak biletini kontrol edip, hemen havaalanına gitmesi gerektiğini söylemiş. Tam o sırada karşıdan gelmekte olan taksiyi durdurup, gözden kaybolmuş.”

Dinleyen, sözlüğü filan unutmuştur çoktan.

“Başka bir lokantada işe girip uçak biletine yetecek kadar para biriktirdikten sonra bizimki de atlayıp İstanbul’a gelmiş. Elinde adres filan yok tabi. Resmi millete göstere göstere Galata Köprüsü’nü bulmuş. O günden sonra da Köprü’de, bizimle yaşamaya başlamış.”

Avcunu açıp şöyle bir elini sallar Feylesof Yusuf. ‘Karasevda nelere kadir’ gibilerden.

“O, tuttuğu balıkları benimle paylaşmaya, üstüne her gün birer paket mendil satın almaya devam etti. Ben de karşılığında bizim köprünün korsan kitapçısından satın aldığım kitapları, ona okumaya başladım. Edebiyata pek düşkündü. Özellikle şiire. Orhan Veli’nin Galata Köprüsü şiirini ezberlemişti. Her gün mutlaka, tiyatrocu gibi elini, kolunu sallayarak okurdu.”

Burada şiirden bir bölüm okur. Bazı sözcükleri, Frenk arkadaşı gibi aksanlı söyler.

“Tekrar karşılaştıklarında onunla aynı dili kusursuz konuşabilmek için gece gündüz Türkçe çalışıyordu. Sarı bir sözlük almıştım ona. Balık tutarken kelime ezberliyordu. Arada bir sözlüğü gösterip, ‘Bundan da satmalısın sen Yusuf.’ derdi. ‘Mendille birlikte sözlük de satmalısın. İnsanının kullanmış olduğu ve kullanabileceği bütün sözcükler burada. Daha önemli neye ihtiyaç duyulabilir ki hayatta?”

Feylesof Yusuf, bu kısmı anlatırken tezgahındaki sözlüklerden birini tutup sallar, zamanında onun yaptığı gibi.

“Sisli, yağmurlu bir kış akşamı, şemsiye almaya merdiven altına inmiştim. Geri döndüğümde onu kanlar içinde oltasının dibine yığılmış buldum. Sırtıma alıp doğru Avusturya Hastanesi’ne yetiştirdim. Hemen müdahale ettiler. Neyse ki yarası pek derin değilmiş. İki tinerci cebini karıştırıp parasıyla birlikte kartpostalını da almaya kalkışınca kavgaya tutuşmuş. Kartpostalı geri almış ama bıçağı da yemiş.”

Başını ibretle sallar. Tek kaşı kalkar, bir konuda açıklama yapma ihtiyacında olduğunu belli eder:

“Onu montsuz görmedim hiç, demiştim ya… Köprüde montsuz görmedim. Hastanede gördüm mecburen. Montsuz ve şapkasız: Meğer bizim Frenk, kadınmış!”

Kendi kendine güler burada. Başını sallar uzun uzun. Burnunu çeker. Bir kez daha güler. Kimseyi görmez gözü. Eski arkadaşının karşısındaymışçasına, alaycı, şefkat dolu güler.

“Hastanede bütün gece konuştuk. Bana ikinci tavsiyesini orada verdi. Kanlı kartpostalın arkasını göstererek, ‘Kalem de satmalısın sen tezgahında.’ dedi. ‘O gece yanımda kalem olsaydı, şuraya adresini yazabilirdim. O zaman her şey çok daha kolay olurdu. İnsanlar için mendil ve sözlük ne kadar önemliyse kalem de en az o kadar gerekli.”

Feylesof Yusuf bu noktada tezgahını gösterir gururla. Mendil ve sözlüklerin yanındaki tükenmez kalemleri… “O gün bugündür, Frenk arkadaşımın sözünden dışarı çıkmadım.” diye fısıldayarak meslek sırrını açıklar.

Dinleyici dayanamaz, hikayenin sonunu merak eder. Feylesof Yusuf’un canı sıkılır ısrar karşısında.

“Aylar geçti böyle.” der, kaşlarını çatarak. “Sonra bir akşam…” derin bir ah çeker. Karşısındakini kötü sona hazırlamaya çalışan bir iki mimik yapar. “Bir akşam hiç olmadığı kadar bitkin gördüm onu. Omuzları çökmüş, beti benzi solmuş, narin gövdesi günbatımı gibi Haliç sularına düştü düşecek. Anladım hemen. ‘Onu mu gördün?’ diye sordum. Bıçak yarasını tutarak başını bir aşağı bir yukarı salladı. ‘Yanında güzel bir kadın, elinde de bebek arabası vardı.’ diye fısıldadı. Zor konuşuyordu.”

Of çeker bu kez. Dinleyici de katılır ona.

“Galata Köprüsü şiirini okuyarak hayata tutunmaya çalıştı. İlk kez bitiremedi şiiri. Yutkunarak yarıda kesti. Kanlı kartpostalı çıkardı cebinden. Yırttı, paramparça etti. Kamış takımını olduğu gibi fırlattı denize. Peşinden, içinde bir kaç balığın yüzdüğü kovasını. Yere oturdu. Sırtını köprünün demir korkuluklarına yasladı. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Bir mendil açtım. Gözlerini kuruladım. Bütün gece karşısında oturdum. Aynen böyle… Gözüm üstünde. Dizim dizinde. Yanlış bir şey yapmasın diye elim kolunda.”

Pişmanlıkla sallar başını iki yana.

“Sabaha karşı uyuyakalmışım. Gözümü açtığımda elim, montunun kolundaydı. Ama o içinde yoktu. Benim tezgahtaki bütün kağıt mendilleri almış, parasını cebime bırakıp gitmiş.”

Dili damağı kurumuştur. Dinleyicisinin avcuna bozuk para sıkıştırıp, büfeden soda almasını rica eder. O arkasını döner dönmez sapsız gözlüğünü gözüne yanaştırır. Battaniyesini sırtına örter. Frenk arkadaşı hakkında bir habere rastlayabilmek umuduyla, gazeteyi satır satır taramaya koyulur.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

AHMED

Poyrazın iliklere kadar işlediği bir Aralık günü. Asfalt bozuk. Trafik sıkışık. Çöpler vıcık vıcık. Ahmed hızlı hareket ettiğinden soğuğu hissetmiyor. Zaten uzun süredir, hiçbir şey hissetmiyor. Çekçek arabasıyla, adım adım ilerleyen araçların arasından yıldırım gibi geçiyor. Plastik saplı, ince bir demir çubuk tutuyor sağ elinde: Bir rulo fırça kalıntısı. Çöpleri onunla karıştırıyor.

TULUMBACI

Numan Ağa’nın kahvehanesinde alelade bir akşamüstü yaşanıyordu. Gedikpaşa Hamamı’ndan pelte gibi çıkmış bir grup kunduracı peykelere uzanmış huzur içinde kahvelerini höpürdetiyor, beyaz sakalları tütünden yer yer sararmış bir ihtiyar kapı ağzında çubuğunu tüttürüyor, uzun boyunlu bir yiğit gözlerini yummuş yanık sesiyle Erzurumlu Emrah’tan bir semai okuyordu.

AYNALI CADDE

Bu toprakların insanları korkar aynalardan. Hele böyle köşe bucağı kaplayıp kaçacak delik bırakmayanından iyice korkar, uzak dururlar. Caddenin olağanüstü bir hali yoktur oysa. Gördüğünü yansıtabilir ancak. Herkesten, herşeyden; en yakın dosttan, sevgiliden, ana, babadan bile daha dürüsttür yani. Kollamaz ama dürüsttür.

KARA TREN

Siyah bulutlar sini gibi örter ya bazen yeryüzünü. İşte öyle zamanlarda insanların içi tren gibi kapkara olur. Sis kaplar dört yanı. Bedenler gölgeye dönüşür. Kimse birbirini tanıyamaz. Ürkekleşir. Aynalar, göller, kuyular filan parlar nadiren. Derinlerde gizledikleri son ışıklarıyla. Onlara da pek kimse bakmak istemez. Bakan tek tük meraklı, kendini göremez yüzeylerinde.

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir