LOKANTACI YARİM

LOKANTACI YARİM

Sevmemesi gerekenleri sevmeyi severdi. Sigarayı… Babasını… Tırnak kemirmeyi… Mustafa’yı…

Bütün gün arı gibi işlenir, müşterinin seyreldiği akşamüstü saatlerinde kapının önündeki masaya ilişir, mutfaktaki ocakta yaktığı sigarasından derin bir fırt çekerdi. Yeşile çalan gözlerini sabit bir noktaya diker, sevmemesi gerekirken sevdiği ve bundan acıyla karışık haz duyduğu şeylerden biri hakkında düşüncelere dalardı.

Babasını düşünürdü mesela. Siması belleğinde yoktu. Evde konuşulmazdı onun hakkında. Annesiyle anneannesi bütün resimlerini yakmışlardı. Uzunca boylu, kara kaşlı, kara gözlü olduğunu biliyordu. Bir de rakı içtiğini. Bu kadarı Mustafa’ya aşık olmasına yetmişti. Bir de hayalperest, sorumsuz, tembel olduğunu çıkarmıştı arkasından konuşulanlardan. Annesinde değildi yani kabahat. Babası olacak havai, kime denk gelse aynı haltı yiyecekti.

Çalıştığı ufak balık lokantasında rakı içenlerden birinin babası olduğunu hayal ederdi sık sık. Çökük avurtlu, kömür karası gözlü, öğlen vakti midye dolma eşliğinde tek kadeh atan esrarengiz adamın, örneğin. Ya da Necmettin Bey’in sık sık uzaklara dalan, bir oturuşta bir büyük içen yakışıklı çocukluk arkadaşının… Koluna taktığı meşrep kadınları kahkahaya boğan, saçları hep ıslak ve geriye yatık Gırnatacı Osman’ın…

Tam babasının takılabileceği bir mekandı, lokanta. O yüzden iki misli mesai yapıyor, parasını düzensiz, çoğu zaman eksik alıyor, yine de ayrılmayı aklının ucundan geçirmiyordu. Müşterileri tanıdıkça; sert kabuklarının altında soğan yaprakları gibi yumuşayan inatçı, küskün, çocuksu katmanları keşfettikçe; insanın yazgısındaki zaafları ne boğabildiğini ne de taşıyabildiğini anladıkça; lokantaya ve babasına daha çok bağlanıyordu.

***

Bir akşamüstü Mustafa çıkageldiğinde, o yine parmaklarının arasında sigarasıyla dalıp gitmişti. “Kalk kız, gidiyoruz.” dedikten sonra eliyle rüzgarı kesip sigarasını yaktı, Mustafa. Karşısındaki sandalyeye oturdu.

Suyun altından bakar gibi gördü Mustafa’nın yüzünü. Parlak, bulanık, dalga dalga… Sesini işitiyor ama anlayamıyordu.

“Kalk, dedim. Gidiyoruz.” diye üsteledi delikanlı.

Bu defa Mustafa’nın uzun süre bakarsa asla hayır diyemeyeceği, çakır gözlerini gördü tüm berraklığıyla. Tok, kadife sesi kulağını okşadı.

“Delirdin mi sen?” diye çıkıştı, kızmakla gülümsemek arası şaşkın bir ifadeyle. “Nereye gidiyoruz? Daha dört saat var mesainin bitmesine.”

Mustafa’nın sürekli yapılmaması gerekeni zorlaması, aniden ortaya çıkıp günaha çağırması onu hem ürkütür hem de heyecanlandırırdı.

“Çabuk olmamız lazım.” dedi Mustafa. Şakası olmadığını göstermek için tek kaşını kaldırdı. “Sen toparlan. Ben patronla konuşurum.”

Sözünü bitirir bitirmez sigarasını kül tablasına bırakıp kasaya doğru yürüdü. Patron gözlüklerinin üstünden ters ters bakarak, emanet kızı sürekli yoldan çıkarmaya çalışan hayta delikanlıyı kovalamaya hazırlandı.

Ama işittiği her neyse, kaşlarının kalkmasına, gözlüğünün burnunun ucuna düşmesine neden oldu. Dikkatle dinledi. Başını aşağı, yukarı salladı. Ve oturduğu yerden kıza gidebileceğini işaret etti.

***

Yarım saat sonra Arnavutköy’ün ara sokaklarından birinde, ufacık bir balıkçı lokantasının dış masasına oturmuş, birbirlerine bakıyorlardı.

“Eee?” dedi kız. Ne olup bittiğini hala öğrenemediği için sinirlenmesi gerektiğini düşünüyor ama Mustafa’nın bu deli hallerine bayıldığından gülümsememek için kendini zor tutuyordu.

“Dur, patlama!” dedi Mustafa. “Önce yiyecek bir şeyler söyleyelim.”

O sırada önlüklü bir adam, lokantanın kapısından çıktı. Yalpalayarak masalarına yaklaştı. Uzunca boylu, kara kaşlı, kara gözlüydü. Mustafa altmış yaşına geldiğinde herhalde bu adama benzer diye geçirdi içinden, kız… Adamın saçları kırlaşmış, derisi buruşmuştu. Nefesi rakı kokuyordu. Gözbebeklerinde her an bir şaka patlatacakmış gibi muzip bir pırıltı taşıyordu.

“Hoş geldin evlat” dedi, Mustafa’ya göz kırparak. “Sen de hoş geldin, hanım kızım.” diye devam etti. “Mustafa senden çok bahsetti.” Bir adım geri çekildi. “Ama az bile söylemiş hani…” deyip gözlerini kocaman açarak hem Mustafa’nın hem de kızın gönüllerini aldı.

Kızardı kız. Önüne baktı. İçi içine sığmıyordu. Filmlerdeki gibi şeyler oluyordu, o akşamüstü.

“Bir kalamar alalım Baba” dedi, Mustafa. Kız gözlerini açarak, “Iıh” işareti yapmaya kalktı.

“Bir karides. Bir de bol peynirli mevsim salata.”

Kız durmadan başını iki yana sallıyordu. Mustafa’nın hiçbir gün bunları ödeyecek parası olmamıştı. Kendi cüzdanı da tamtakırdı; bir buçuk aydır maaşını alamıyordu.

“Bana bir duble rakı. Küçük hanıma da bir bira.”

“Hay hay…” dedi adam. Mustafa arkasından bağırdı:

“Vedat Baba… Bir de beyaz peynir alayım rakıyla.”

Vedat… Kızın babasının adıydı. Ona hiç bu kadar yaklaştığını hissetmemişti.

Daha bira gelmeden başı tatlı tatlı dönmeye başlamıştı. Öyle bir esriklik sarmıştı ki benliğini; kendini bu dünyaya, bu şehre, bu semte, bu küçük balıkçı masasına, Vedat Baba’ya, Mustafa’ya, her şeye, herkese ait, her şeyle bütün hissediyordu.

Hiç soru sormadı Mustafa’ya. Ne Vedat Baba’nın geçmişi; ne o saatte orada ne aradıkları; ne de neyine güvenip en pahalı ara sıcakları sipariş ettiği hakkında…

Yalnızca bakıştılar. Rakılarını, biralarını yudumladılar. Birbirlerine kalamar, karides yedirdiler. Kah baygın, kah çapkın, kah şımarık, gözlerini gözlerine nişanladılar.

Gülmekten masayı devireceklerdi bir ara. Bir ara öpüşeceklerdi neredeyse.

Hava kararmaya yüz tutup, kız istemeye istemeye, artık kalkmaları gerektiğini fısıldadığında:

“Şey… Bir şey diyecektim kız sana.” diye lafa girdi Mustafa.

Ciğerini dumanla doldurup devam etti: “Vedat Baba ile yeni tanıştık. Ama yanında büyüdüm sanki. Öyle baba adam.”

Kız başını salladı.

“Bu aralar sıkışmış biraz. Biraz da alkolik laf aramızda. Alışveriş, bulaşık, aşçılık, servis, hesap, kitap… Yoruluyor artık, hepsine yetişemiyor. ”

Rakısını fondip yaptı.

“Bana ortaklık teklif etti.”

Gözlerini kızınkilere dikti. Parmaklarıyla yanağını okşadı:

“Bana biraz destek çıksan, gülüm… Konuştum Vedat Baba’yla, taksit de yapacak.”

Kız, gözlerini kaçırmaya çalıştı. Mustafa buna izin vermedi.

“Yarın başlıyorum burada çalışmaya. Sen de her ay bir teklik atarsan…”

“Olmaz” diye itiraz etti kız. “Annemlere ne derim?”

‘Hayır’ diyemeyeceği gibi keskin ve parlak baktı kızın gözbebeklerine.

“İşler kesat, dersin… Paramı veremiyor patron, dersin… Sonra toplu alıcam dersin…”

Çenesinden tutup, bakışlarını kaçırmasını engelledi kızın.

“Seneye senetler bitince de isterim seni anneannenden. O zamana işleri iyice büyütmüş oluruz. Sen de burda başlarsın. Hep beraber çalışırız, evelallah.”

Kızın başı fıldır fıldır dönüyordu. Uzaktan vapur, martı sesleri geliyordu. Tatlı bir meltem yalıyordu yüzünü.

Yeşile çalan gözlerinin renginde, Boğaziçi gibi gülümsedi.

“Hep beraber çalışırız, derken…” Saatler sonra ilk sorusunu sordu:

“Vedat Baba da devam edecek, değil mi?”

***

Sevmemesi gerekenleri sevmeyi severdi. Şimdi onlara bir de Vedat Baba eklenmişti.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

ÖĞRETMEN DEDEM

Babası ile yemekhanenin kapısında buluşuyorlar. Ders başlayıncaya kadar okul bahçesinde sessizce yürüyorlar. Çocuğun boğazında bir yumru çıkmış sanki. Yutkunamıyor. Gece boyunca defalarca provasını yaptığı özürler, açıklamalar, yakarışlar bir türlü sese dönüşüp dudaklarından dökülemiyor. Bir ara göz göze geldiklerinde, hayatında ilk kez babasının onunla gurur duyduğunu hissediyor. Belki boğazındaki yumru, belki de o bakış konuşmasına, eve dönmek istediğini söylemesine engel oluyor.

DİŞİ KUŞ

Hacer’i Süleymaniye sokaklarında uzun mantosu, başında örtüsü, elinde ekmek poşetiyle görseydiniz alelade biri sanırdınız. Dolgun pembe yanakları, zeytin siyahı gözleri, dışa basan küçük adımları onu Anadolu’nun pek çok mahallesinde yaşayan yüz binlerce kadından ayırt etmeye yetmezdi. Hacer de topluca gövdesini bir sağa bir sola yatırarak ağır ağır bakkala, pazara giderdi. Yolda eşe dosta rastladığında, laflayarak nefeslenmeyi severdi.

GÜZEL BİR ŞEHRİ TERK ETMEK

“Bir gün”dedi, “bu şehri terk edersem, Boğaz’dan, yüzerek yaparım bunu. Tankerlerle yarışarak… Lüferlerle öpüşerek… Balıkçılarla vedalaşarak… Hisarlara el sallayarak…” Sözlerini bitirince acı bir tebessüm yerleşti dudaklarına. Üç arkadaştılar. Boğaz’a karşı bir banka oturmuş, seyyar çaycının kağıt bardaklara doldurduğu çayları yudumluyorlardı. Geceyarısı olmak üzereydi. Meltem ılık ılık yalıyordu yüzlerini. Yıldızlar pırıl pırıldı. Kafalar dumanlı.

SİYAH BEYAZ

Kafasında beresi, ağzında külü büyümüş sigarasıyla balık tutan bir adamla göz göze geliverirsin ya köprünün üstünde. O adamla bir de mezarlıkta karşılaşabilirsin. Balık yerine kürek tutuyordur.

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir