ÇOK UZAKLARDA

ÇOK UZAKLARDA

Cenk ile Sarah, Piccadilly Circus metro çıkışında buluşuyorlar. Leicester Square’e kadar yürüyüp Mr Fogg’s Tavern adlı bara giriyorlar. İçerisi tıklım tıklım. Barda bile yaslanacak yer yok. Derken kapının yanında oturan grup ayaklanıyor. Sarah, Cenk’e göz kırpıp tişörtündeki dört yapraklı yoncayı göstererek, artık şansının döndüğünü ima ediyor.

Sarah biraz topluca, kızıl saçlı, açık mavi gözbebeklerinde yıldızlar parlayan bir İrlandalı. Gülünce titreşen kakülleriyle, kırışıp düğme kadar küçülen burnuyla, neşe saçan çilleriyle, kısacası tüm hücreleriyle gülüyor. Cenk’in ölü doğan Londra yaşantısını suni teneffüsle hayata döndüren gülücük bu.

Masadaki boşlar hızla kaldırılıyor. Sarah bardan iki büyük bardak bira kapıyor. O Cenk’in kahverengi gözlerine aşkla, Cenk onun mavi gözlerine minnetle bakıyor. Kulplu bardaklarını enerjik bir hareketle buluşturup, büyük birer yudum içiyorlar.

Yanlarındaki kapı açılıyor. Bıyıklarının uçlarını inceltip yukarı doğru kıvırmış iki adam kendileri gibi nostaljik görünümlü bir piyanoyu iterek içeri giriyorlar. Cenk şaşkın. Sarah kocaman gülüyor yine. İstese de küçük gülemiyor zaten.

“İşte sürprizim buydu.” diyor. “Bu akşam çok eğleneceğiz. Ve Sevgili Cenk, emin ol bu şehirde eğlenmeyi en çok hak eden kişi sensin.”

Cenk mahcupça gülümsüyor. Önemsenmeyi, hele şımartılmayı unutalı çok olmuş. Bir tek annesi bakar ona böyle. Bir de İngiltere’ye gelmeye karar vermezden önce Mine’si… Birasından okkalı bir yudum daha çekiyor. Kendini başka şeyler düşünmeye zorluyor.

Üniversiteyi bitirip kendi halinde bir Anadolu kasabasındaki baba evine döndükten sonra hep geriye giden hayatından kesitler düşüyor aklına… Bir türlü iş bulamayışı… Tam dört kez memurluk sınavlarında yeterli puanı tutturamayışı… Askerlik dönüşü bir yıl boyunca kursa giderek sınavlara hazırlanışı ve bir kez daha başarısız oluşu… Meslek sahibi olup bir hayat kurabilmek için dil öğrenmekten başka çaresi bulunmadığına kanaat getirişi… Yüzünü kızartarak emekli babasından son kez, İngiltere’deki dil kursunun ilk kur taksiti için para isteyişi…

Yaklaşık altı ay boyunca defalarca reddedildikten, İstanbul’a kabaran evrak dosyalarıyla gidip geldikten sonra nihayet İngiltere Konsolosluğu’ndan vizeyi alışı…

Doğu Londra’nın Forest Gate adlı bölgesinde dönercilik yapan uzak akrabaları Mustafa Enişte’nin büfesine ilk adımını atışı… Aynı gün, sabahın üçüne kadar bulaşık yıkayıp, yerleri süpürdükten sonra, büfenin masaları arasına serilen döşekte, ilkokul mezunu hemşehrilerinin horultuları arasında iç çekerek bir sağa bir sola dönüşü…

Kıvrık bıyıklı İngilizler’den yelekli, papyonlu olanı piyanonun başına geçmiş Beatles şarkıları söylüyor. Gözlüklü, sevimli yüzlü yardımcısı ise hakim yaka beyaz gömleğinin kollarını kıvırmış, müşterilere şarkı sözlerini takip etmeleri için fotokopi kitapçıklar dağıtıyor.

Sarah hemen kitapçıklardan birini kapıyor ve “O Bladi O Blada”nın sözlerini bulup parmağıyla Cenk’e şarkının neresinde olduklarını gösteriyor. Şimdi bardaki herkes; işten çıkmış iki takım elbiseli centilmen, sarmaş dolaş genç ve orta yaşlı çiftler, döne döne dans eden zarif, yaşlı kadın, İskandinav bir turist grubu, hep bir ağızdan neşe içinde parçayı söylüyorlar.

Cenk geldiği günden bu yana, Londra’nın mutlu olmak için fırsat kollayan ve bunu kolayca becerebilen insanlarına gıpta ediyor. Sarah da onlardan biri. Dolgun omzunu Cenk’inkine bastırarak, onu düşüncelerden sıyrılmaya, eğlenceye katılmaya davet ediyor.

Cenk, elindeki kitapçıkta yazan sözleri anlayabildiğine, İngilizce’sinin bir şarkıya eşlik edebilecek düzeye erişmiş olmasına seviniyor. Beatles parçaları potpuri şeklinde söylenmeye devam ediyor ve “Hey Jude” kanonu esnasında o da kendini ilk kez bir yabancı gibi hissetmiyor.

İkinci biraları almaya Cenk gidiyor. Sarah onu gevşemiş, elinde iki büyük bardakla gülümseyerek bardan gelirken, hatta ufak ufak dans ederken görmekten son derece hoşnut. Cenk’i ayağa kalkarak, göğüs ve kalçalarının yuvarlaklığıyla uyumlu birkaç dairesel dans figürüyle karşılıyor. Cenk ritme göre başını ve omuzlarını biraz daha sallayıp Sarah’a nazikçe eşlik ettikten sonra yerine oturuyor. Şarkının sözlerini bulmaya çalışıyor. Sarah bir kez daha imdadına yetişiyor. Sayfayı çevirip, parmağıyla hangi mısrada olduklarını işaret ediyor.

Müziğe kısa bir ara veriliyor. Sarah bunu Cenk’e biraz daha yakınlaşabilme fırsatı olarak görüyor. Başını, saçları Cenk’inkine değecek kadar yanaştırarak, inci dişlerinin arasından bu piyanolu şarkıları hep birlikte çalıp söylemenin bir Doğu Londra bar geleneği olduğunu anlatıyor. Cenk bu sırada Sarah’ın mavi gözlerine değil, sevimli çillerine bakıyor. Sarah’ın nefesi Cenk’in yüzünü ılık ılık yalıyor.

Hızlı içilen biralar Cenk’in başını tatlı tatlı döndürmeye başlıyor. Bir gece parti çıkışında Sarah’ın, kız arkadaşları ile Mustafa Enişte’nin dönercisine gelişini anımsıyor. Yerleri paspaslayan Cenk’ten mavi gözlerini alamayışını… Ertesi gece tek başına gelişini… Takip eden haftalar boyunca Cenk’i görme bahanesiyle her gece döner yemekten tam beş kilo alışını…

Sarah bayılıyor Cenk’in böyle gözlerinin içine derin derin bakmasına. İçten içe, o derinliğin kafasını kurcalayan başka şeylere dalmış olmasından kaynaklanıyor olduğunu sezse de…

Bir hafta önce Sarah’ın İrlandalı bir yakının işlettiği barda işe giren Cenk, artık dil kursu taksitini ödeyip bir o kadar da kenara koyabilecek. Kendine ait bir oda tutabilecek. Üstelik haftada iki gece dışarı çıkabilecek.

İki gözünü aynı anda kırparak çocuksu bir gülümseme eşliğinde teşekkür ediyor Cenk. Sarah fazlasıyla karşılık veriyor. Cenk’le iletişimin her türlüsü tüylerini ürpertmeye, göğüs kafesini gıdıklamaya yetiyor.

Kıvrık bıyıklı müzisyenler dönüyorlar piyanonun başına. Papyonlu olan tabureye oturuyor. Diğerinin elinde siyah bira dolu, kulplu bir bardak var bu kez. Hem söylüyor, hem de birasını sallayarak izleyicileri coşturuyor.

Birkaç geleneksel İngiliz şarkısı ve marşı söylüyorlar. Gözlüklü olan, piyanonun yan tarafında açılan bir kapaktan ipe bağlı üçgen Büyük Britanya bayrakları çıkarıyor. Uzayan ip bütün barı dolaşıyor. Hemen hemen herkes coşku içinde şarkıya katılıp bayrakları sallıyor.

Sarah Cenk’in kulağına eğilip, okullarda öğretildiği için bu şarkıları bütün İngilizler’in ezbere bildiğini söylüyor. Bunu söylerken fazla yanaşmış olacak, ıslak dudağı Cenk’in kulağına değiyor.

İngiliz bayraklı eğlence faslına katılmamayı tercih eden Sarah, Cenk’i şaşırtan ani bir hareketle ayağa fırlıyor. Marş söyler gibi kollarını sallayarak, asker adımları ile yerinde sayarak, yeni parçaya eşlik etmeye başlıyor.

Sayfayı çevirerek, Cenk’e “Tipperary Çok Uzaklarda” adlı başlığı gösteriyor. 1912 yılında Jack Judge tarafından yapılan şarkının, Tipperary adlı İrlanda kasabasından Londra’ya çalışmaya gelen bir İrlandalı’nın vatanına, evine ve aşkına olan özlemini dile getirdiğini, 1. Dünya Savaşı sırasında Fransa cephesindeki İrlanda bölüğü tarafından söylendikten sonra yalnız İrlandalı ve İngilizler’in değil, Fransız ve Rus askerlerinin de en sevdiği savaş, daha doğrusu gurbet şarkısı olduğunu bir çırpıda anlatıp, barda zirve yapan coşkuya katılıyor.

***

TIPPERARY ÇOK UZAKLARDA*

Günün birinde muhteşem Londra’ya bir İrlandalı geldi

Kaldırımlar altın kaplıydı, şüphesiz herkes mutlu

Piccadilly, Strand ve Leicester Square şarkıları söyleniyordu

Ta ki, Paddy heyecanlanıp haykırmaya başlayıncaya dek

 

Tipperary çok uzaklarda; hem de fersah fersah

Tipperary çok uzaklarda, tanıdığım en tatlı kız da

Güle güle Piccadilly, elveda Leicester Square

Tipperary çok uzaklarda, ama benim kalbim orada

 

Paddy, İrlandalı Molly’sine bir mektup yazdı

Dedi ki, “Mektubum ulaşınca bana mutlaka haber ver.

Eğer yazım hatası yapmışsam sevgili Molly

Şunu bil ki, yanlışı yapan kalemdir, sakın beni suçlama.”

 

Tipperary çok uzaklarda; hem de fersah fersah

Tipperary çok uzaklarda, tanıdığım en tatlı kız da

Güle güle Piccadilly, elveda Leicester Square

Tipperary çok uzaklarda, ama benim kalbim orada

 

Molly, özenli bir yanıt yazdı İrlandalı Paddy’sine

Dedi ki, “Mike Maloney benimle evlenmek istiyor, yani

Strand ve Piccadilly ile vedalaş artık, ya da suçlu sen olursun.

Çünkü aşk beni yeterince sersemleştirdi, umarım sen de aynı durumdasındır.”

 

Tipperary çok uzaklarda; hem de fersah fersah

Tipperary çok uzaklarda, tanıdığım en tatlı kız da

Güle güle Piccadilly, elveda Leicester Square

Tipperary çok uzaklarda, ama benim kalbim orada

***

Şarkının bitimi ile birlikte barda müthiş bir alkış ve tezahürat kopuyor. Herkes adeta zafer sarhoşu. Bira bardakları tokuşturuluyor. Piyanist çalmaya ara veriyor. Yükselen uğultu asırlık duvarlarda yankılanıyor. Sarah’ın İrlandalı kanı iyice kabarmış, iki eli havada nakaratı bir kez daha, haykırarak söylüyor; kıvrık bıyıklı sempatik müzisyen, siyah birasını onun şerefine kaldırıyor.

Bu sırada Cenk, Sarah’a belli etmemeye çalışarak nemli gözlerini siliyor. Çok uzaklardaki memleketini, ayrılmanın her ikisi için de en mantıklısı olacağına karar vermiş olsalar da, tanıdığı en tatlı kız olan Mine’yi düşünüyor. Evinin fersah fersah uzaklarda, ama kalbinin hep orada olduğunu; Leicester Square’deki insanlar çok daha mutlu olsa da, onun kalbinin hep sevdiklerinin yanında olacağını biliyor.

 

* https://www.youtube.com/watch?v=XVM-tFAdADg

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

TEMİZLİKÇİ

Alışveriş merkezinin yemek katında onu temizlikçi bonesi ve önlüğüyle bir masada sere serpe otururken gördüğünde, kendisi suç işlemiş gibi irkildi. Kovboy şapkalı, orta yaşlı bir adamın etrafında el dedektörünü dolaştırırken de gözünü temizlikçiden alamıyordu.  Yo, öyle fenalaşmış ya da kısa süreliğine soluklanmak için sandalyenin ucuna ilişmiş filan gözükmüyordu kadın. Dirseklerini masaya dayamış, aheste aheste gözlerini ovuşturuyordu. 

UÇAN HELVA

Pırıl pırıl bir yaz sabahıydı. Her bayram yaptığımız gibi büyüklerin ellerinden öpmüş, arkadaşlarla birlik olup konu komşunun kapısını çalmış, ayaküstü ziyaretlerimizi tamamladıktan sonra da, ağızlarımızda sakızlı şekerlerden koca birer yumruk, soluğu parkta almıştık.

SÜTLÜ KAHVE

Loş bir Latin kafesi. Kara sineğin biri boşalmış kola bardağının içinde aheste geziniyor. Sıcaktan ara sıra sandalyelerin bambuları çıtırdıyor. Yüksek tavanda geniş kanatlı bir pervane hafiften yalpalayarak dönüyor, dönüyor… Sanki her dönüşte biraz daha yalpalıyor. Duvara gömülü raflarda tenekeden kahve kavanozları, yaprakları sararmış kitaplar, sırları dökülmüş aynalar ve pastoral kapaklı dikiş kutuları dizili.

LEOPAR

Alice’in yanağından kayan gözyaşı damlası ile leopar aynı anda toprağa inmişti. Alice, onunla göz göze gelince elindeki tahtadan bebeği bir kez daha yere düşürmüştü. Leopar yaklaşıp, bebeği koklamış, sonra Alice’e yönelmişti. Alice’in minik kalbi, göğüs kafesini adeta yumruklayarak, kaçması için yalvarıyor, ayakları ise toprağa kök salmış gibi kıpırdamadan öylece duruyordu.

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir