REİS

REİS

İlkokula bile gitmiyordu daha… Babası ilk kez bir gece avında onu da yanına almıştı. Gece yarısı ile gündoğumu arası, şehrin büsbütün karanlığa ve sessizliğe teslim olduğu bir vakitti. Göz kapakları öylesine ağırlaşmıştı ki, kulağının dibindeki haykırışın etkisiyle yerinden sıçrayana dek, babasını hayal kırklığına uğratmamak için onları minicik parmakları ile açık tutmaya çalışıyordu.

Babasının Boğaz’ın karanlık sularını kartal bakışları ile süzüşü geldi gözünün önüne. “Reis” derlerdi ona. Reis ki, ne reis! Herkesten önce fark ettiği balık sürüsünü parmağı ile işaret ederken adeta kükremişti: “Voli soldaaa!”

Suyun yüzeyinde fosfor gibi parlayan kalın bir çizgi, yana döne ilerliyordu.

“Haydeee tayfalar, çeviriiiiin!”

Babasının haykırışı sona ermeden, iki kayık dolusu tayfa küreklere asılıp müthiş bir uyum ve çeviklik içinde balık sürüsünün etrafını sarmış, siyaha boyalı ağlarını süratle suya bırakmışlardı.

Teknelerin baş ve kıçlarına halatlarla tutturulmuş kazıkların ucunda meşaleler yanıyordu. Koca koca torikler, önce karanlık suyun dibinde belli belirsiz ışıldıyor, sonra siyah ağların arasından yıldızlar gibi kayarak teknenin içine düşüyorlardı.

Coşkulu, hüzünlü, büyüleyici bir sahneydi bu. Karanlıkta yolunu şaşırmış yüzlerce kocaman balık adeta teknelerine hücum ediyordu.

Hasar gören ağlar, makine gibi işeyen eller tarafından çabucak onarılıyor, sürü dağılmadan tekrar suya bırakılıyordu.

Bütün bunlar olup biterken, Reis tayfaları bakışlarıyla idare ediyor; sigarasının dumanını dudağının kenarından ağarmaya yüz tutmuş ufka doğru üflüyordu.

Av dönüşü tayfalarla birlikte akşamcı kahvesine gitmişlerdi. Gün ağaramamıştı henüz. Onlardan önce dönmüş balıkçılar, sobanın çevresinde sessizce çaylarını yudumluyorlardı.

Az ama öz konuşan babası sandalyesinin sırtını duvara yaslamış, koltuğunun altına oğlunu almış; tayfalar da onların karşısında geniş bir halka oluşturarak oturmuşlardı. Herkes yorgundu ama hasılat da, keyifler de yerindeydi.

Başını kaldırmış, babasının bıyıklarının altında açılıp kapanan, arasına kah çay bardağı, kah sigara izmariti girip çıkan ince dudaklarını izliyordu hayranlıkla.

Aslında diğer balıkçıların da ondan pek farkı yoktu; Reis ağzını açınca sobada yanan odunların çıtırtısından başka ses işitilmiyordu.

Bir ara babasının kulağına yanaşıp, kimse duymasın diye eliyle ağzını örterek: “Baba bana da öğreteceksin değil mi denizle ilgili her şeyi?” diye sormuştu.

Babası ağzı kapalı gülmüştü başını sallarken. Gözbebeğinde kayan minik yıldızdan anlamıştı güldüğünü. Çayından okkalı bir yudum alıp sohbete devam etmişti sonra.

Huzur gelmişti çocuğun üstüne. Genç tayfaların birleştirdiği iki tahta sandalyeye kıvrılıp, kahvecinin serdiği masa örtüsünün altında hayatının en tatlı uykusuna dalmıştı.

Sonra o korkunç silah sesi! Fırlayıp sandalyeye dikilişi… Babasının ince dudaklarının arasından sızan kan… Yıldızsız, bebeksiz kalan gözler… Yere düşen sigaradan yanık yanık tütmeye devam eden duman…

Çocuğun bütün bunları kabus sanışı. Ama bir türlü uyanamayışı…

Bir Mart sabahıydı. Denizin bittiği, hayatın erkenden karardığı, Reis’in bir meslektaşı tarafından siyah ağların arasına düşürüldüğü kalleş bir Mart sabahı…

***

O Mart sabahının üstünden yıllar geçmişti. Denizden, balıktan, babadan uzak; en az tayfalarınki kadar zorlu, onurlu koskoca bir ömür.

Ve bir başka Mart gecesi bunları görmüştü düşünde. Tıpkı o geceki gibi. O gece ne kadar gerçek ama rüya gibiyse, bu kez de o kadar rüya ama gerçek gibi…

Babası voliyi işaret etmiş, kayıklar sürüyü çevirmiş, simsiyah ağlar suya salınmış, karınları ay ışığında bembeyaz parlayan iri kıyım torikler pat pat tekneye düşmeye başlamıştı.

Kayıkların baş ve kıçlarına tutturulmuş kazıkların ucunda meşaleler yanıyordu. Tayfalar el çabukluğuyla ağları onarıyor, babası dudağının kenarından ağarmaya yüz tutmuş ufka doğru sigarasını üflüyordu.

Ve akşamcı kahvesindeydiler yine. O, babasının koltuğunun altında. Tayfalar karşılarında geniş bir halka olmuş… Çaylar içiliyordu. Keyifler yerinde…

Babasının herşeyi bilen dudaklarını seyrediyordu hayranlıkla. Bir şey sormak istiyordu. Ama bir türlü yapamıyordu bu defa. Yapamadıkça içindeki sıkıntı büyüyordu. Babası başını okşuyordu usulca. Hiç yapmamıştı bunu daha önce. O, ağlayacak gibi oluyordu. Yine de soramıyordu.

Nihayet babası başını ondan yana çevirip bakışlarıyla ne derdi olduğunu sorunca, ürkekçe doğruldu. Dudaklarını babasının kulağına yanaştırdı. Kimse duymasın diye eliyle ağzını örterek: “Baba hani bana da öğretecektin denizle ilgili her şeyi?” diye sordu.

Babası ağzı kapalı güldü. Gülerken gözbebeğinde minik bir yıldız kaydı.

Çayından okkalı bir yudum aldı sonra. Çocuğa döndü. Kimse duymasın diye eliyle ağzını örterek, kulağına şöyle fısıldadı:

“Gelmedin ki hiç Boğaz’a.”

***

Karanlıkta gözünü açtığında bir süre nerede, hangi zamanda olduğunu idrak edemedi. Sonra yatağından fırlayıp sırtına ne bulduysa geçirdi.

Beş dakika sonra taksideydi.

Boğaz’da indi. Buz gibi deniz kokusu vurdu yüzüne. Derin derin içine çekti. Gün doğmamıştı henüz. Babasıyla akşamcı kahvesine gittikleri vakitti.

Karanlıkta yürümeye başladı. Caddeden tek tük arabalar geçiyordu. Kordon bomboştu. Poyraz sert. Yakalarını kaldırdı. Elleri ceplerinde adımlarını sıklaştırdı.

Arnavutköy sahilinde, sokak lambasının altında dikilen bir karaltı gördü. Beyaz sakallı, yaşlı bir adamdı. Kafasına asker yeşili yağmurluğunun kapüşonunu geçirmiş, içi olta takım ve malzemeleri ile dolu ahşap bavulunu portatif bir ayağın üzerine yerleştiriyordu.

“Selam… Ben Levent.” deyip, adamın önünde durdu. Yaşlı balıkçı başını kaldırıp karşısındaki yabancıyı süzdü. Mesafeli bir jestle selamını aldı. Kendi adını söylemeden çantasına uzanıp, taşınırken dağılmış kurşunları, fırdöndüleri düzenlemeye koyuldu.

Taksinin biri uzunlarını iki adamın gözlerine sokup çıkararak yanlarından geçti. Levent, karanlığı bölen bu ani hareketten cesaret alarak, sanki hep böyle sohbet ederlermiş gibi yaşlı balıkçıya bir zamanlar babasıyla çıktıkları gece avını anlatmaya başladı.

Dev bir tanker ağır ağır önlerinden geçiyordu. Yaşlı balıkçı termosunun kapağını açtı. Çıkardığı iki kağıt bardağa çay doldurdu. Yeni bir sigara yaktı.

Levent çaydan bir yudum alıp, rüyasına geçti.

Babasının, kulağına: “Gelmedin ki hiç Boğaz’a…” deyişini onun gibi fısıldayarak tekrar etti. Ve sustu.

Bir süre ikisi de konuşmadı. Tanker gözden kayboldu.

Balıkçı çantasını karıştırıp, büyükçe bir kasnak çıkardı. Kasnağa parlak beyaz naylondan, kalınca bir misina sarılıydı. Ustalaşmış parmakları ile orta boy iğneleri, fırdöndüyü, kolçağı ve pantolonuna sürterek iyice parlattığı istavrit biçimli zokayı misinaya taktı.

“Hadi rastgele” deyip Levent’in eline tutuşturdu.

Levent bir oltaya, bir balıkçıya baktı.

“Ne yapacağım ben bunu?” diye sordu.

“İstersen beni yakala.” Balıkçı balgam çıkarır gibi güldü.

Levent mahcupça gülümsedi: “Ben balık tutmayı bilmem ki…”

Elini cebine atarak: “Peki borcum ne kadar?” diye sordu.

“Borcun morcun yok. Babanın emanetisin sen bize. Git Ortaköy’de “REİS” isimli kayığı bul. Halatını sök. Denize açıl. Gözünü gönlünü açık tut. Balığın yerini bul. Gerisini olta halleder zaten…”

Teşekkür etti. Elinde oltasıyla Ortaköy’e doğru yürümeye başladı. Hava aydınlanmıştı. Ortaköy meydanı bomboştu. Vapur iskelesinin yanında toplam beş tane kayık vardı. Reis’i kolayca buldu.

Düğümü çözüp, halatı iskeleye çakılı demir halkadan çıkardı. Halatı çekerek kayığı iskeleye yanaştırdı. İçine atlayıp, halatı topladı.

Kayığın içinde iki kürek, bir kepçe ve bir de martı vardı.

Küreklere asılarak karadan uzaklaşmaya başladı. Martı karşısına oturmuş ona bakıyordu. Tek kanadı sakat gibiydi. Teknenin içinde ufak ufak sekiyordu. Balık tutmayı bilmeyen bir balıkçı ile uçamayan bir martı sefere çıkıyordu.

Yine de “Reis” adlı bir kayığın içinde babasının tayfaları gibi küreklere bütün gücüyle asılmak; izleyici değil, aktör olarak denizde var olmak çok iyi geldi.

Epeyce açıldı. Yaklaşan dev bir tanker görünce, kayığın burnunu ters çevirip telaş içinde uzaklaştı.

Tehlikenin geçtiğinden emin olunca durdu. Kürek çekmeye alışkın olmayan kolları ağrımaya, kasılmaya başlamıştı.

Ayağa kalktı. O hareketlenince martı birkaç adım geri kaçtı.

Tek ayağını kayığın burnuna uzatıp babası gibi kaşlarını çatarak denizi süzdü. Yaşlı balıkçının verdiği oltayı çıkardı. İğneleri kasnaktan kurtardı. Misinayı açtı. Zokayı parmaklarının arasına aldı. Taş atar gibi bütün gücüyle fırlattı. Martı keskin bakışlarıyla zokayı suya düşene dek takip etti.

Orada öylece buz gibi poyraza karşı durmak, iyot kokusunu ciğerlerine çekmek, derinliğin devamında dikilmek, çocukluk diyarlarında gezinmek; kendini hiç olmadığı kadar özgür hissetmesine neden oldu.

Dakikalarca, belki saatlerce elinde olta, kendini Boğaz akıntısına emanet ederek öylece bekledi. Misinada tık yoktu. Yaşlı balıkçının sözleri düştü ansızın aklına: “Balığın yerini bul. Gerisini olta halleder zaten…”

“Nasıl bulunur ki balığın yeri?” diye mırıldandı. Ses çıkarması ile birlikte karşısında bir kıpırtı oldu. Martı kanatlarını açmış, gerinerek ona bakıyordu.

Cebini karıştırdı. Bir parça bisküvi buldu. Kırıp önüne koydu. Martı bisküviyi didiklemeye başladı.

“Sen biliyor musun?”

Martı boynunu büküp baktı.

Bu kez herşeyi, ta en baştan martıya anlatmaya koyuldu. Yaşlı balıkçının sözlerini tekrarlarken martı Levent’in koltuğunun altına tünemişti.

Bakışlarını aşağı indirdi. Kuşla göz göze geldi. Hayatında ilk kez kendini Reis gibi hissetti.

“Tayfam olur musun?” diye sordu.

Martı usulcacık öttü.

“Demek hoşuna gitti…” Cebindeki boşalmış bisküvi paketini martının önüne bıraktı. İçinde hala bir miktar kırıntı vardı.

Martı bir kez daha, miyavlar gibi memnuniyet sesi çıkardı.

“Peki Tayfa!” diye bağırdı, Levent. “Öyleyse balıkların yerini bulmak senin görevin!”

Martı, Levent’in yükselen sesinden ürkerek eski yerine zıpladı.

Levent eliyle ağzını örttü. Eğilip, martıya sır verir gibi: “Bak dostum.” diye fısıldadı. “Babam denize şöyle bir baktı mı balığın nerede olduğunu şıp diye anlardı. Bense…”

Martı konuşmanın sonunu beklemeden kanatlarını açtı. Çırpmaya başladı. Ve ağır ağır havalandı. Önce kayığın üstünde birkaç tur attı. Sonra uzaklaştı.

Babasının onu terk edişi düştü aklına. İnce dudaklarının arasından sızan kan… Yıldızsız, bebeksiz kalan gözler… Yere düşen sigaradan yanık yanık tütmeye devam eden duman…

Babasının son sigarası gibi ince ince tüten gemi bacasına takıldı gözü.

Derken o dumanın içinden bir martı geçti. Kayığa doğru yaklaştı:

Tayfa’ydı bu!

Bu kez açığa doğru uçtu… Ve olanca gücüyle bağırmaya başladı… Hiç ara vermeden…

Çığlık çığlığa kayığa döndü. Küreğin üstüne kondu. Başını az önce uçtuğu yöne doğru çevirerek, konuşur gibi ötmeye başladı.

“O tarafa mı gidelim?” diye sordu Levent.

Martı tekrar havalanıp, aynı yöne doğru kanat çırptı. Bir noktada ilerlemeyi bıraktı. Ve avının üstünde dönen bir kartal gibi halkalar çizmeye başladı.

Levent sonunda tayfasının neyi işaret ettiğini kavradı. Misinayı hızla çekip, kasnağa sardı. İğneleri mantara saplamadan, oltayı olduğu gibi kayığın içine topladı. Küreklere asıldı. Tüm gücüyle martının bulunduğu yöne doğru ilerlemeye başladı.

Martı, suyun belli bir bölgesine babası gibi kararlı bakıyor, kendi dilinde “Voli burdaaa” diye bağırıyordu.

Reis, şimdi martının altındaydı. Martı, hafiften süzülüp, usul usul yer değiştirerek kayığın nerede durması gerektiğini belirlemeye çalışıyordu.

Nihayet tam istediği noktayı bulunca, o da eski yerine inip Levent’in karşısına kondu.

Levent, zokayı ağzına götürüp öptü. Fırlattı. Bu kez kurşunun parlayarak havada süzülüşünü, suyla buluşmasını, dibe doğru ağır ağır inişini, iğnelerin akıntının etkisi ile bir sağa bir sola salınışını, misinanın dalgalı denizde görünmez oluşunu içinde hissetti.

Çok geçmeden oltada öyle kuvvetli bir hareket oldu ki, neredeyse dengesini kaybederek misinanın peşinden suya sürüklenecekti.

Martı, balığın geldiğini anlamış, çığlık çığlığa havalanmıştı. Olta deli gibi sallanıyor, misina Levent’in ellerini kesiyor, kıyasıya bir mücadele yaşanıyordu.

Tayfanın çırpınışları ve Reislik sorumluluğu karşı tarafın inadını kırdı. Karanlık suyun dibindeki belli belirsiz ışıltı, gitgide büyüyüp parlayarak yüzeye çıktı. Levent balıkları kepçe ile teknenin içine aldı:

İki dev torik!

Babası ile çıktıkları gece avından beri çıplak gözle bu kadar irisini görmemişti.

Martı kayığa indi. Reisinin koltuğunun altına girdi.

Levent, başını tayfasına doğru eğdi. Eliyle ağzını örterek:

“Bana sen mi öğreteceksin denizle ilgili her şeyi?” diye fısıldadı.

Martı gagasını açmadan güldü. Gülerken gözbebeğinde minik bir yıldız kaydı.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

MİDYECİ

Bir martı geçti başının üstünden. O midye açtı. Ay çekirdeği kabuklarının arasına iki telaşlı serçe kondu. O midye açtı. Bir karabatak şıp diye suya daldı. O midye açmaya devam etti. Tek gözü kör tekir, sarı lastik çizmelerine sürtündü. Hiç oralı olmadı. Bir midye daha açtı. Hava serinledi biraz. Önündeki midye dağı yarı yarıya eridi. O sabırla açtı… Açtı…

YOSUNLU KAPI

Eski bir semtin yıkılmaya yüz tutmuş rutubetli binalarının kıyısından geçerken, denize inen bir yokuşta genzi iyot ve yosun kokusu ile dolarken, sahaflarda içinde neler yazdığından çok, daha önce kimlerin dokunduğunu merak ettiği kitapları karıştırırken…

SARI MELAHAT

Sirkeci Garı’nın önünden geçerlerken Bedri duraksıyor. Yavaşlamasının nedeni, garın kapısına yaslanmış hüngür hüngür ağlayan genç köylü kadın… Arkadaşlarına ufak bir işi olduğunu, beş dakika sonra Sarayburnu’ndaki çay bahçesinde onlara katılacağını söylüyor. Daha önce de İstanbul’a ayak basar basmaz paniğe kapılan pek çok taşralıya el uzatmışlığı var, gar çevresinde.

YEMEKHANECİ

İçinden nasıl geliyorsa öyle davranıyordu. Yapmak değil, tanık olmak istiyordu. Boşalmaya değil, dolmaya ihtiyaç duyuyordu. Karışıp dağılarak değil, toplayıp büyüyerek iyi hissediyordu. Bu düşüncesi Hasan’la Ahmet’e çok tuhaf gelmişti ama o sevilmek değil, sevmek istiyordu.

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir