Yazar: Tgumusay

MADAM KROPKA

Kocası öldüğünden beri tepeden tırnağa siyah giyinir. Siyah bisiklete biner. Siyah kahve satar. Genellikle siyah konuşur.

Siyah tenteli bir kafesi vardır. Onun önünde dikilir. Eteğinin altına kocasının siyah çoraplarını giyer. Elleri hep ceplerindedir. Cebindekiler her gün değişir.

Telaşlı, somurtkan, düşünceli birilerini görmesin, dişi örümcek gibi ağını atar. Kaldırımdan çekip, kafesine sokar.

“Beyefendi bakar mısınız?” diye laf atar mesela perçemini, kravatını ve paçalarını uçuşturarak koşar adım ilerleyen, genç iş adamına. Kurbanı, elinde bilgisayar çantası, önemli bir randevuya yetişme telaşındadır. Sesin geldiği yöne başını çevirdiği an:

“Benim kocam da sizin gibi genç ve yakışıklıydı.” der Madam Kropka. “Durun şöyle bir bakayım.” Adam yavaşlar. “Aynı asil burun. Aynı derin bakışlar.” Adam durur. “Sizin gibi iki dirhem bir çekirdek giyinir, parfümüyle kadınların başını döndürürdü. Başarılı bir iş adamı, harika bir eş, iyi bir baba, başkasının mutsuzluğunu dert edinen ince ruhlu bir dosttu.”

Adam bakışlarını önüne düşürerek üzüntüsünü belli ederken Madam Kropka devam eder:

“İşyerinde canını en çok sıkan kişi, yardımcısıydı. Onun yerine terfi etti, kocamı toprağa verdiğimiz gün. Bizim çocuklar hala yan gelip yatıyor. Onun damarlarını tıkama pahasına dişiyle tırnağıyla kazandığı parayı yiyor. Dostları her gece içki sofralarında kadeh tokuşturuyor. Sorsan mutsuzdurlar hala; sülük gibi kanını emecek birilerini ararlar. Boğaz yine pırıl pırıl. Kumrular cilveleşiyor. Bulutlar her zamankinden hayalperest. Bir ben siyah giyiniyorum. Bir de o toprağın altında.”

“Üzgünüm bayan…” der, iş adamı. “Kropka.” diye tamamlar kadın. “İsmim Kropka, tabelada yazıldığı gibi.” Başıyla arkasındaki tenteyi işaret eder.

“Dükkanımda ömrünü uzatmak isteyenler için kahve, koltuk ve caz var.” Başını adamın kulağına yaklaştırır. Sır verir gibi fısıldayarak konuşur: “Ama ben aslında zaman satıyorum. Herkesin, en çok da en yakınlarınızdakilerin sürekli sizden tırtıklamaya çalıştığı şeyi…”

Cebinden bir çiçek çıkarır. Adamın ceket cebine iliştirir. “Bunu takın. Bugünün keyfini çıkarın. Ve ona her bakışınızda onun gibi kırılgan ve ölümlü olduğunuzu hatırlayın.”

İş adamı kafeye girerken, Madam Kropka telefonda kavga ederek yaklaşmakta olan genç kadını gözüne kestirmiştir bile.

Genç kadın karşısındakinin yüzüne kapattığı telefonu bir hışım çantasına atarken, “Biliyorum şu an nasihat dinleyecek durumda değilsiniz.” der, sakince Madam Kropka.

Genç kadın başını kaldırıp sesin geldiği yöne bakar. “Ama yine de sizin iyiliğiniz için söylemek zorundayım.” Genç kadın, Madam Kropka’nın kendisi ile sohbete hazırlandığını fark edince, yüzünü buruşturarak adımlarını hızlandırır.

Tam hizasından geçerken, Madam Kropka konuşmayı sürdürür:

“Biriyle kavga ettiğimizde… Aslında kendimizle kavga ederiz. Unuttuğumuz ya da yüzleşmek istemediğimiz bir yönümüzle. İçimizde olmayan hiçbir şey, bizi kızdıramaz.”

“Şu an sizinle tartışacak durumda değilim, hanımefendi.” der, genç kadın omuz silkerek. “Ayrıca bu sözlerinizi hakaret olarak alıyorum.”

“İçimizdekinden başka bir gerçek yoktur.” diye devam eder Madam Kropka, kadının arkasından sesini yükselterek. “Dışımızdakilere dair hissettiklerimiz içimizdekilerin yansımasıdır. Ama biz içimize kulaklarımızı tıkayıp, dışımızda duymak istemediklerimizi söyleyenlere ateş püskürürüz.”

Genç kadın aniden durup, ince topuklarının üstünde döner:

“Keser misiniz sesinizi?”

“Tıpkı şu an yaptığınız gibi.” diye karşılık verir Madam Kropka, hınzırca gülümseyerek.

Sözlerini bitirdiği an genç kadının telefonu çalmaya başlar. Genç kadın öfkeyle çantasını karıştırıp telefonu bulur. Arayan numarayı görünce burnundan solur.

“Hemen açmayın.” der Madam Kropka. “Yoksa yine kavga edersiniz. Dükkanıma buyurun. Bir fincan kahve eşliğinde söylediklerimi düşünün. Sizi sinirlendirenin, içinizdeki karşılığını arayın. Nefret ettiğiniz kişi belki de şu an size en büyük iyiliği yapıyor, içinizdeki bir düğümü çözmeniz için fırsat sunuyordur.”

Genç kadın telefonunun meşgul düğmesine basar. Tereddüdü gözlerinden okunmaktadır.

Madam Kropka cebinden ufak bir ayna çıkarır. Kadına uzatır:

“Bu size yardımcı olacaktır.” der. “İçeride kahvenizi yudumlarken buna bakın.”

Kadın aynayı alır. Gülümsemeye çalışır. Kendisini de şaşırtan bir kararla “Kropka” yazılı tentenin altındaki kapıya doğru yürür.

Madam Kropka tutmakta olduğu nefesini bırakıp şöyle bir rahatlar. Sırayla ayakkabılarını park demirinin tepesine koyarak, siyah çoraplarını yukarı çeker.

Usulca arkasını döner. Genç kadın sırtı camekana dönük oturmuştur. Genç iş adamı cam kenarı masada, caddeyi seyrederek kahvesini yudumlamaktadır.

Madam Kropka el sallayarak iş adamının dikkatini çekmeyi başarır. Parmağıyla yakasını işaret eder. Adam ceketinin yakasındaki çiçeği göstererek, işaret diliyle onu mu kastettiğini sorar. Madam Kropka “evet” anlamında başını sallar. Çiçeği cebinden çıkarmasını ve sırtı dönük genç kadına hediye etmesini işaret eder.

Adam camın arkasından, çekingen ve çekici gülümser.

Madam Kropka’nın ısrarı karşısında dayanamaz, ayağa kalkıp kravatını düzeltir. Ufak el aynasında yüzünü incelemekte olan kadının yanına gider.

Cebinden çıkardığı çiçeği uzatır. Kadın bakışlarını aynadan çiçeğe çevirir. Sonra da çiçeği tutan eli takip ederek genç iş adamının yüzüne.

Karşılıklı gülümserler. Genç kadın, adama masadaki boş sandalyeyi gösterir.

Madam Kropka garsona, genç iş adamının kahvesini yeni masasına götürmesini işaret eder. Ve tekrar yüzünü caddeye çevirerek, her geçen gün sayıları çoğalan somurtkan, düşünceli insanlardan bir yenisini gözüne kestirmeye hazırlanır.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

PAPATYA GİBİ

Yasemin kokulu bir Ağustos gecesi… Ahşap köşklerden, mor salkımlı bahçelerden, geniş balkonlardan kahkaha sesleri yükseliyor. Sardunyalar, sokak lambaları, kediler, zakkumlar, taze sulanmış dükkan önleri… Her yerde, her şeyde abartısız bir güzellik, doğal bir hafiflik var. Hava limonata kıvamında. Meltem yanık tenleri ılık ılık okşuyor. Uzaklardan bir faytonun nal ve çıngırak sesleri duyuluyor.

YOĞURT KOVASI

Üç ay süren tadilat boyunca pazarları hariç hemen her günümü bu semtte, rutubet ve hikaye kokan tarihi apartmanda geçirdim. İlk günden itibaren en çok ilgimi çeken, bakkalın iki kat üstündeki esrarengiz daireydi. Biri hariç tüm pencereleri, lime lime olmuş demode desenli perdeler ile örtülüydü. Camları toz, kir ve martı dışkısından oluşan kalınca bir tabaka ile kaplıydı. Perdesiz tek giyotin penceresi ise her zaman aralıktı.

KARA TREN

Siyah bulutlar sini gibi örter ya bazen yeryüzünü. İşte öyle zamanlarda insanların içi tren gibi kapkara olur. Sis kaplar dört yanı. Bedenler gölgeye dönüşür. Kimse birbirini tanıyamaz. Ürkekleşir. Aynalar, göller, kuyular filan parlar nadiren. Derinlerde gizledikleri son ışıklarıyla. Onlara da pek kimse bakmak istemez. Bakan tek tük meraklı, kendini göremez yüzeylerinde.

DENİZ KIZI

“İsmail kardeş, Deniz Kızı’nı görmeye gidelim mi?” İsmail, Nuri’nin vurduğu topu ayak içiyle karşılarken, kıkırdadı. Sahile panayır kurulduğundan beri, Nuri bu saatlerde bakkalın önündeki kaldırıma oturup İsmail’in okuldan dönmesini bekliyor; o sokağın başında belirir belirmez topu asfalta dikip şutunu çektikten sonra bağırarak aynı soruyu soruyordu.

FEYLESOF YUSUF

“İnsan en çok ağlarken insan olur.” der Feylesof Yusuf. “Gözyaşı insanın özüdür.”

Elini kalbinden yüzüne götürür. İşaret parmağını göz pınarına bastırır. “Burukluğunu, pişmanlığını, özlemini, acısını birkaç damlaya dönüştürdüğünde kişi -ki en büyük mucizelerinden, en akıl almaz üretimlerinden biridir bu- yüreği eskisi gibi bir kaya parçası değildir artık. Su veren bereketli bir topraktır. Suyla toprak varsa şefkat vardır. Umut vardır. Hayat vardır, hayat!”

Bakışlarını mızrak gibi karşısındakinin gözlerine saplar. İşaret parmağını sallayarak devam eder. “İnsanoğlu ağlarken sezer görevinin hayatı sürdürmek olduğunu. Ve her zamankinden derin nefes almaya başlar. Ağlarken iç çekmenin nedeni budur.”

Sesi alçalır birden, sır verir gibi fısıldar: “Ağlayarak dışarı kendi özünü taşırırken, yer açılır ya içinde… İşte temiz havayı oraya çeker. Böylece usul usul, yeniden yaşam yeşermeye başlar içinde. O farkında bile değildir henüz bunun.”

Bir tebessüm yerleşir dudağının kıyısına. Gözbebeklerinde kıvılcım gibi çakan iki zeka pırıltısı: “Ağladım da rahatladım biraz, der utana sıkıla. Ağlamış da, yazgısıyla barışmıştır oysa. Ağlamış da özünü, var oluşunu hatırlamıştır.”

Meseleyi açığa kavuşturmanın aydınlığı yansır yüzüne. Otomobil lastiklerine, serçelere ya da önünden gelip geçen ayakkabılara dalar gözü. Sonra birden konuşmaya başlar yine. Bakışları hala başka noktaya takılı, sayıklar gibi: “İşte ben bu yüzden hep mendil sattım. Gençliğimde kumaşını, sonra kağıdını.”

Aklına bir şey gelmiş gibi dudağını büzüp, gülümser kendi kendine. “Burnunu silmek için alan da olur. Alnını kurulamak, elini temizlemek için de.”

Aniden ciddileşir, çatar kaşlarını. “Ama ben asıl müşterimi, ağlaması gerekenleri hemen tanırım. Yüz hatları silik olur onların. Bedenlerinin yarısı gölge…”

Tezgahından bir paket kağıt mendil kaldırıp devam eder. “Mendili uzatıp cesaretlendiririm onları. Paraları yoksa hediye ederim. Ağlasınlar da hayata dönsünler diye elimden geleni yaparım.”

Aniden sıkılır konuşmaktan. Sapsız gözlüğünü gözüne götürüp elindeki gazete parçalarına doğru eğilir. Feylesof Yusuf’un karşısında her kim varsa, o günlük sohbetin bittiğini anlar.

Başka bir gün sorulabilir ancak yarım gazeteden ibaret tezgahında mendilin yanı sıra neden sözlük ve kalem bulundurduğu. Eğer keyfi yerindeyse -ki büyük ölçüde üşümüyor olmasına bağlıdır bu- gazete okumayı kesip, sapsız gözlüğünün üzerinden karşısındakini ilk kez görüyormuşçasına süzer. Gözlüğünü mendillerin üstüne bırakır. Hikayesine doğru sözcüklerle başlamayı önemseyen usta anlatıcılara özgü bir sakinlikle, bir süre içine kapanarak sessizce dudaklarını kıpırdatır. Sonra tok bir ses tonuyla anlatmaya başlar.

“Galata Köprüsü’nde mendil satardım bir zamanlar. Memleketinden kopup Sirkeci Garı’na inenler; tarak izli ıslak saçlarıyla pazar piyasasına çıkan bekarlar; buğulu bakışları Galata Limanı’na her kayışta Rum, Ermeni, Yahudi komşularının mendil sallayışını hatırlayan Galatalılar; vapurla, martıyla, ezanla duyguları kabarmış aşıklar; köy kokan kolileriyle postaneden dönen gurbetçiler; Avusturya Hastanesi’nde bağlandıkları yatalak hastalarını kaybeden rahibeler; rutin muayene sonrası kürkçü dükkanına dönen fahişeler… Gözü nemli müşterisi boldu yani Köprü’nün. Ama telaşı, kargaşası da çoktu. O insan selinin ortasında durup mendil almak nadiren akıllarına gelirdi.”

Kitap gibi konuştuğunun, kısa sürede karşısındakinin tüm dikkatini ele geçirdiğinin farkındadır. Alaycı bir gülüş eşliğinde devam eder.

“Balıkçılar, muzcular, saatçiler, simitçiler, parfümcüler, şemsiyeciler, oltacılar, korsan kitapçılar, tarakçılar, kalemciler filan geçinir giderdik yine de. Köprü bizim memleketimiz, üstünde yaşayan herkes hemşehrimizdi. İş yapamayanın karnını doyurur, hasta olana ilaç parası toplardık.”

Karşısındakinin sabırsızlandığını fark etmekten hoşlanır. Elleri ile beyaz, seyrek saçlarını sıvazlayıp konuşmasını sürdürür:

“Bir gün benim tezgahın yanına yeni bir balıkçı geldi. Temiz yüzlü, beyaz tenli bir köse. Kafasında bir kasket, sırtında kalınca bir mont. Bahar sonu, yaz başı gibiydi. Öyle kalın mont giyilecek bir hava yoktu yani. Yine de onu köprüde montsuz görmedim hiç. Montu onsuz gördüm, o ayrı…”

Burada sessizleşir. Başı öne düşer. Uyuklar gibi. Sonra irkilerek kendine gelir.

“Konuşmazdı. Hiç konuşmazdı… Bir olta takımı satın aldı. Diğer balıkçıları izleye izleye balık tutmayı öğrendi. İlk günler pek bir şey yakalayamadı ama sonradan açıldı.”

Dolu çapari çeken balıkçılarınkine benzer, alçakgönüllü bir sevinç ifadesi belirir yüzünde.

“Peynir tenekesinde pişirmek üzere üç beş tane balık ayırır, gerisini akşamüstü balık pazarına götürüp satardı. Balıkçılar arasında bir tek o kağıt mendil satın alırdı. Her akşamüstü bir paket. Mendilini köprü boşaldıktan, lambaların hepsi söndükten sonra açardı.”

Derin bir iç çeker hikayenin burasında, dinleyeni de büsbütün içine alır.

“Köprü’de uyurdu benim gibi. Yağmur yağarsa aşağı, merdivenlerin altına kaçardı. Çok balığını yedim bedavadan. Ama o mendil parasını mutlaka verirdi. Bir gün çok ısrar ettim, parasını almamak için. İtiştik, hatta biraz. Sonunda mendili sallayarak: ‘Ben balığa para vermiyorum, ama sen buna veriyorsun.’ dedi. İlk kez konuştuğuna tanık oluyordum. Sesi öyle ince, öyle naif, öyle yumuşaktı ki, ne diyeceğimi şaşırdım. Aksanından yabancı olduğunu anladım tabi hemen. Tipinden bunu nasıl daha önce fark etmediğime şaşırdım.”

Gülümser belli belirsiz. Dudağı hepten incelir:

“Sesinin kırılganlığını ve o ana kadar hiç konuşmamış olmasını ecnebiliğine bağladım. Hak da vermedim değil hani. Her tür adam barınır Köprü’de. Sahipsiz, kibar bir yabancıya nasıl davranırlar, kestiremezsin.”

Serçeler eşelenir, bir araba korna öttürür, biri mendil ister. Dikkati dağılır Feylesof Yusuf’un. Tekrar hikayeye dönmesi, nerede kaldığını hatırlaması zaman alır.

“Bir tek benimle, o da hiç kimsenin bizimle ilgilenmediğinden emin olduğunda konuşurdu.” Öksürür burada. Bir sonraki cümleye geçmeden önce kısa bir ara verir.

“Ülkesinde garsonmuş. Bir gün çalıştığı lokantaya müşteri olarak esmer biri gelmiş. Tek başına bir masaya oturmuş. Bizimki onu daha önce defalarca rüyasında görmüşmüş meğer. O an vurulmuş. Şok geçirip elindeki tepsiyi düşürmüş. Onlarca bardak, tabak paramparça olmuş. Birkaç dakika içinde işten kovulmuş. Ama umurunda değilmiş. Birlikte lokantadan çıkmışlar. Aynı dili konuşmuyorlarmış. Ama bu da umurunda değilmiş. Bütün gece el ele, göz göze şehrin sokaklarını, parklarını dolaşmışlar. Gece yarısı onun ifadesiyle, nehre ışıklarını döken romantik bir köprüde öpüşmeye başlamışlar. Sabaha kadar… Gün ağarırken, esmer sevgilisi ona üzerinde bulundukları köprüye çok benzeyen Galata Köprüsü’nün kartpostalını hediye etmiş.”

Nefeslenip devam eder:

“Sonra rüya başladığı gibi aniden sona ermiş. Sevgilisi saatin kaç olduğunu fark edince paniğe kapılmış. Cebinden alelacele çıkardığı İstanbul uçak biletini kontrol edip, hemen havaalanına gitmesi gerektiğini söylemiş. Tam o sırada karşıdan gelmekte olan taksiyi durdurup, gözden kaybolmuş.”

Dinleyen, sözlüğü filan unutmuştur çoktan.

“Başka bir lokantada işe girip uçak biletine yetecek kadar para biriktirdikten sonra bizimki de atlayıp İstanbul’a gelmiş. Elinde adres filan yok tabi. Resmi millete göstere göstere Galata Köprüsü’nü bulmuş. O günden sonra da Köprü’de, bizimle yaşamaya başlamış.”

Avcunu açıp şöyle bir elini sallar Feylesof Yusuf. ‘Karasevda nelere kadir’ gibilerden.

“O, tuttuğu balıkları benimle paylaşmaya, üstüne her gün birer paket mendil satın almaya devam etti. Ben de karşılığında bizim köprünün korsan kitapçısından satın aldığım kitapları, ona okumaya başladım. Edebiyata pek düşkündü. Özellikle şiire. Orhan Veli’nin Galata Köprüsü şiirini ezberlemişti. Her gün mutlaka, tiyatrocu gibi elini, kolunu sallayarak okurdu.”

Burada şiirden bir bölüm okur. Bazı sözcükleri, Frenk arkadaşı gibi aksanlı söyler.

“Tekrar karşılaştıklarında onunla aynı dili kusursuz konuşabilmek için gece gündüz Türkçe çalışıyordu. Sarı bir sözlük almıştım ona. Balık tutarken kelime ezberliyordu. Arada bir sözlüğü gösterip, ‘Bundan da satmalısın sen Yusuf.’ derdi. ‘Mendille birlikte sözlük de satmalısın. İnsanının kullanmış olduğu ve kullanabileceği bütün sözcükler burada. Daha önemli neye ihtiyaç duyulabilir ki hayatta?”

Feylesof Yusuf, bu kısmı anlatırken tezgahındaki sözlüklerden birini tutup sallar, zamanında onun yaptığı gibi.

“Sisli, yağmurlu bir kış akşamı, şemsiye almaya merdiven altına inmiştim. Geri döndüğümde onu kanlar içinde oltasının dibine yığılmış buldum. Sırtıma alıp doğru Avusturya Hastanesi’ne yetiştirdim. Hemen müdahale ettiler. Neyse ki yarası pek derin değilmiş. İki tinerci cebini karıştırıp parasıyla birlikte kartpostalını da almaya kalkışınca kavgaya tutuşmuş. Kartpostalı geri almış ama bıçağı da yemiş.”

Başını ibretle sallar. Tek kaşı kalkar, bir konuda açıklama yapma ihtiyacında olduğunu belli eder:

“Onu montsuz görmedim hiç, demiştim ya… Köprüde montsuz görmedim. Hastanede gördüm mecburen. Montsuz ve şapkasız: Meğer bizim Frenk, kadınmış!”

Kendi kendine güler burada. Başını sallar uzun uzun. Burnunu çeker. Bir kez daha güler. Kimseyi görmez gözü. Eski arkadaşının karşısındaymışçasına, alaycı, şefkat dolu güler.

“Hastanede bütün gece konuştuk. Bana ikinci tavsiyesini orada verdi. Kanlı kartpostalın arkasını göstererek, ‘Kalem de satmalısın sen tezgahında.’ dedi. ‘O gece yanımda kalem olsaydı, şuraya adresini yazabilirdim. O zaman her şey çok daha kolay olurdu. İnsanlar için mendil ve sözlük ne kadar önemliyse kalem de en az o kadar gerekli.”

Feylesof Yusuf bu noktada tezgahını gösterir gururla. Mendil ve sözlüklerin yanındaki tükenmez kalemleri… “O gün bugündür, Frenk arkadaşımın sözünden dışarı çıkmadım.” diye fısıldayarak meslek sırrını açıklar.

Dinleyici dayanamaz, hikayenin sonunu merak eder. Feylesof Yusuf’un canı sıkılır ısrar karşısında.

“Aylar geçti böyle.” der, kaşlarını çatarak. “Sonra bir akşam…” derin bir ah çeker. Karşısındakini kötü sona hazırlamaya çalışan bir iki mimik yapar. “Bir akşam hiç olmadığı kadar bitkin gördüm onu. Omuzları çökmüş, beti benzi solmuş, narin gövdesi günbatımı gibi Haliç sularına düştü düşecek. Anladım hemen. ‘Onu mu gördün?’ diye sordum. Bıçak yarasını tutarak başını bir aşağı bir yukarı salladı. ‘Yanında güzel bir kadın, elinde de bebek arabası vardı.’ diye fısıldadı. Zor konuşuyordu.”

Of çeker bu kez. Dinleyici de katılır ona.

“Galata Köprüsü şiirini okuyarak hayata tutunmaya çalıştı. İlk kez bitiremedi şiiri. Yutkunarak yarıda kesti. Kanlı kartpostalı çıkardı cebinden. Yırttı, paramparça etti. Kamış takımını olduğu gibi fırlattı denize. Peşinden, içinde bir kaç balığın yüzdüğü kovasını. Yere oturdu. Sırtını köprünün demir korkuluklarına yasladı. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Bir mendil açtım. Gözlerini kuruladım. Bütün gece karşısında oturdum. Aynen böyle… Gözüm üstünde. Dizim dizinde. Yanlış bir şey yapmasın diye elim kolunda.”

Pişmanlıkla sallar başını iki yana.

“Sabaha karşı uyuyakalmışım. Gözümü açtığımda elim, montunun kolundaydı. Ama o içinde yoktu. Benim tezgahtaki bütün kağıt mendilleri almış, parasını cebime bırakıp gitmiş.”

Dili damağı kurumuştur. Dinleyicisinin avcuna bozuk para sıkıştırıp, büfeden soda almasını rica eder. O arkasını döner dönmez sapsız gözlüğünü gözüne yanaştırır. Battaniyesini sırtına örter. Frenk arkadaşı hakkında bir habere rastlayabilmek umuduyla, gazeteyi satır satır taramaya koyulur.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

SOKAK MANKENİ

İşte bir daha asla bulamayacağı o ara sokaklardan birinde rastladı ona. Depo girişi gibi görünen parmaklıklı bir kapının önünde, kırmızı bir yük arabasına yaslanmış bir vitrin mankeni, çırılçıplak, sırılsıklam dikiliyordu. Başı kel, tek eli kopuk, vücudu kusursuzdu. Sokakla esrarengiz bir uyum içindeydi.

ÇOK UZAKLARDA

Şimdi bardaki herkes; işten çıkmış iki takım elbiseli centilmen, sarmaş dolaş genç ve orta yaşlı çiftler, döne döne dans eden zarif, yaşlı kadın, İskandinav bir turist grubu, hep bir ağızdan neşe içinde parçayı söylüyorlar. Cenk geldiği günden bu yana, Londra’nın mutlu olmak için fırsat kollayan ve bunu kolayca becerebilen insanlarına gıpta ediyor. Sarah da onlardan biri. Dolgun omzunu Cenk’inkine bastırarak, onu düşüncelerden sıyrılmaya, eğlenceye katılmaya davet ediyor.

YAZGI

Gece gizlenmeye gereksinim duyanlarındır. Gündüz kendini beğendirmeye çalışanların… Sarhoşlar kusmuş, aşıklar susmuş, yazarlar yalanlarını uydurmuş, hepsi sızmıştır bu saatlerde. Sevişenler yalnızlaşmış, yalnızlar sevişememiştir yine. Bu dünyaya niçin geldiklerini asla öğrenemeyecekleri okullara gitmek üzere herkesten önce servisleri doldurmaları gereken uyku kokulu çocuklar mışıldamaktadır henüz.

AHMED

Poyrazın iliklere kadar işlediği bir Aralık günü. Asfalt bozuk. Trafik sıkışık. Çöpler vıcık vıcık. Ahmed hızlı hareket ettiğinden soğuğu hissetmiyor. Zaten uzun süredir, hiçbir şey hissetmiyor. Çekçek arabasıyla, adım adım ilerleyen araçların arasından yıldırım gibi geçiyor. Plastik saplı, ince bir demir çubuk tutuyor sağ elinde: Bir rulo fırça kalıntısı. Çöpleri onunla karıştırıyor.

KARAVANA

Ilık bir Eylül akşamıydı. İlk etüdü sona erdiren zilin peşi sıra öğrenciler yemekhaneye inmiş, girişteki panonun başına toplanmışlardı. Büyük sınıflar boy ve kıdem üstünlüklerini kullanarak listeleri hızla tarayıp kendi adlarını kolayca buluyor, yerlerini kaybetmeden panoya uzak sınıf arkadaşlarına da yıl boyunca oturacakları masanın numarasını haber veriyorlardı.

Yemekhane oturma planı her ders yılının başında yeniden düzenlenirdi. Masa ağabeyleri mutlaka lise son sınıflardan seçilir, her masada farklı sınıflardan öğrencilerin bulunmasına dikkat edilirdi. Böylelikle hem kaynaşma hedeflenir, hem de sınıf arkadaşlarının bir arada bulunmasından kaynaklanabilecek gruplaşma ve haşarılıkların önüne geçilmiş olunurdu.

Listede adını bulan, panonun başından ayrılarak masasına geçiyordu. Akşam güneşi cam kenarındaki masaları tatlı bir kızıllıkla aydınlatıyordu. İyimser ışık oyunları, gri yemekhanenin soğuk atmosferi ile tezat oluşturuyordu.

Masa başlarına ağabeyler oturmuştu. Diğer öğrenciler sandalye yerine kullanılan uzun oturaklara yan yana dizilmişlerdi. Hem acıktıklarından, hem de bir an önce yemeklerini bitirip bahçede top oynamaya can attıklarından yemeğe başlamak için sabırsızlanıyorlardı.

Bir grup hazırlık sınıfı öğrencisi ise hala panonun başındaydı. En öndekiler ayak parmaklarının ucunda yükselerek panonun üst kısmına raptiyelenmiş listelerde yazılanları okumaya çalışıyor, arkada kalanlar ise çaresizlik içinde sağa sola bakınıyorlardı. Sudan çıkmış balığa dönmüş çocuklar, yirmi dört saat içerisinde önce dolaplıkta, sonra bavul odasında, sonra yatakhanede, sabahleyin sınıfta, birkaç saat önce etütte yaşadıklarına benzer bir acemilik ve çaresizlik içinde şimdi de yemekhanede, yatılı hayatının çetrefilli düzenine ayak uydurmaya çalışıyorlardı.

Sona kalan sarışın çocuk da nöbetçi öğretmenin yardımıyla yerini öğrendi ve tamamı esmer öğrencilerden oluşan masanın köşesine ilişti. Aynı anda masadakiler, yemekhanedeki herkesle birlikte ayağa kalktılar. Sarışın çocuk da onları taklit edip, hazır ola geçti.

Nöbetçi öğretmen liselerden tıknaz, gürbüz bir çocuğa duaya başlaması için işaret verdi. Ve çocuk, göğsünü şişirerek, avaz avaz bağırmaya başladı.

“Tanrımıza hamdolsun.”

Öğrenciler aynı sözcükleri haykırarak tekrar ettiler. Ses öyle gür çıkmış, yemekhanenin çıplak duvarlarında adeta patlayarak öyle güçlü yankılanmıştı ki, bu sahneye ilk kez tanık olan birinin tüylerinin diken diken olmaması mümkün değildi.

Sarışın çocuk da soluğunu tutmuş, kirpiklerini kırpıştırarak bu yemekhane geleneğini kavramaya çalışıyor, endişelensin mi gururlansın mı, kestiremiyordu.

Bir an için masa ağabeyiyle göz göze geldi. Uzun boylu, geniş alınlı, çatık kaşlı biriydi. Yüzünden, göğsünden, hatta parmaklarından gür, simsiyah kıllar fışkırıyordu. Çocuğa gülümsemeden göz kırptı.

“Milletimiz var olsun.”

Gürbüz liselinin yüzü bağırmaktan morarıyor, şah damarı parmak genişliğinde şişiyordu. Bütün yemekhane bir kez daha onun sözlerini tekrarladı. Sarışın çocuk da ikinci kelimeden itibaren diğerlerine katıldı.

Kısa bir sessizliğin ardından bu kez ses yemekhanenin diğer ucundaki nöbetçi öğretmenden yükseldi:

“Afiyet olsun.”

Sarışın çocuk ne olduğunu anlamaya çalışırken tüm öğrenciler hep bir ağızdan karşılık verdiler:

“Sağol.”

Kurşun gibi patlayan bu son sözcüğün ardından herkes yerine oturdu. Yemekhane çekiştirilen masa ve bankların gıcırtılarından, metal tabak ve bardak çınlamalarından, çatal bıçak seslerinden, konuşma ve gülüşmelerin üst üste binmesinden oluşan telaşlı bir uğultuya gömüldü.

Sarışın çocuk herkesten sonra oturdu. Diğerlerini gözlemleyerek nasıl davranması gerektiğini anlamaya çalıştı. Herkes sırayla masanın ortasında üst üste dizili metal tabaklardan ve onların yanına yığılmış çatal kaşıklardan birer tane alıp önüne koyuyor, ekmekliğe uzanıp, kalın dilimlenmiş bayat görünümlü ekmeklerden ikişer üçer dilimi tabaklarının yanına yığıyor, çelik sürahilerden metal bardaklarına su dolduruyordu.

Sarışın çocuk da onlar gibi yaptı. Sürahi biraz ağırdı, suyu azıcık dışarı döktü ama kimse görmeden tabağını suyun üstüne çekerek kusurunu gizledi.

Masa ağabeyi, dağıtım için kendisinden sonra masanın en kıdemlisini görevlendirdi. Gözlüklü, üç numara saçlı, uzun boylu bir çocuktu. Çoğu yatılı gibi o da yaşından olgun görünen, ciddi, biraz da asık bir yüz ifadesine sahipti.

İsmi Erdoğan’dı. Ayağa kalktı. Karavanalardan birini kendine doğru çekti. İçindeki büyük kaşıkla önce masa ağabeyinin tabağını ağzına kadar doldurdu. “Buyur Ali Abi” diyerek, dikkat ve saygıdan hafif eğilerek uzattı. Sonra sırayla çorbayı diğerlerine bölüştürdü. Herkese dörder kaşık düşerken, sarışın çocuğa iki buçuk kaşık kaldı. Erdoğan elini açıp, sırıtarak:

“Nedecen?” dedi. “Sona kalan, umduğunu değil bulduğunu yer.”

Diğerleri çorbalarını kaşıklamaya başlamışlardı bile. Sarışın çocuk ağzına lokma atmadan yutkundu. Öğle tatilinde postaneye, annesi ile babasına telefon açmaya gittiğinden yemek yiyememişti. Açlıktan hafif hafif başı dönüyor, yemeğe saldırmamak için kendini zor tutuyordu. Öte yandan dağıtımdaki adaletsizlik kanına dokunmuştu.

“Diğer karavanalarda da ben mi sona kalacağım peki?” diye sordu.

Erdoğan, ekmeğinin yarısını çorbaya batırmış, ağzına sokmak üzereydi. Başını çevirip kaşlarını çatarak:

“Bütün sene sona kalacaksın, paşa çocuğu.” diye homurdandı. “Bu masadakilerin hepsi geçti bu yollardan. Hesap soran hazırlık bebesine de ilk defa rastlıyorum.”

Diğerleri şişik yanaklarıyla sırıtıp, kafa sallayarak Erdoğan’ı onayladılar. Sarışın çocuk başını öne eğdi. Ekmeğinden birkaç parça koparıp tabağının içine attı. Bebekliğinden beri yaptığı gibi ekmek lokmalarını çorbaya gömdü ve kaşıklamaya başladı.

Ali bu diyaloğu, bakışlarını tabağından kaldırmadan dinlemişti. İri pirinçli, ılık ezogelin çorbasını yutarken, okuldaki ilk günü geldi aklına. Yatakhane ağabeyi tarafından cam kenarındaki ranzanın üst yatağına gönderilişi… Bütün yılı iki metre yükseklikten betona düşme korkusu ile geçirmesi yetmiyormuş gibi, macunsuz pencere aralığından esen ayaz yüzünden zatürreye yakalanışı…

Ekmeğin kabuğundan bir parça koparıp ağzına attı. Sakız gibi çiğnemeye koyuldu. Etütte hemşehrisi Yücel’e ödev sorduğu için yediği tokat düştü aklına. Başkalarının önünde yediği ilk dayaktı. İnfaz anını beklerken yaptığı gibi, sımsıkı sıktı gözlerini. O zamanlar teni de kalbi gibi narindi: Tokadın sızısı dinmek bilmemişti.

Su bardağı kafasına dikti. Ağzında çelik kokusu kaldı. En sevdiği arkadaşlarıyla sınıfın ortasında düello (tek el arkada, ağabey saymayı bitirip “…üç” deyince diğer elle karşısındakinin yanağına kim önce tokat atacak kapışması) yapmak zorunda bırakılışları geçti gözünün önünden. Öyle çoktu ki sayıları, tokatlar birbirine karıştı.

Son lokma ağzında büyüdü. Düelloda bazen ilk o yapıştırırdı. Bir anlık zafer duygusu yaratırdı bu. Çok geçmeden yerini vicdan azabına bırakırdı. Bazen ummadığı şiddette bir şamar yerdi. Artık nereye isabet etmişse, yanağındaki, kulağındaki acı bir yana; kendini ihanete uğramış hisseder, etüttekilerin önünde arkadaşından dayak yemenin utancıyla kızarırdı. Bazen de iki kurban birbirlerine kıyamayıp yeterince sert vurmamışlarsa eğer, ağabey her ikisini de yanına çağırıp, okkalı birer tokatla cezalarını keserdi. Bu ağır ceza tokatlarından yiyen, sırasına dönerken mutlaka sendelerdi.

Kaşığı çorbaya daldırıp çıkardıkça belleğindeki tozlu yatılı bavulundan yeni acımasız zulüm metotları dökülüyordu. Sonradan arkadaşları ile gülüp hafife almaya çalıştıkları, ama kendini sarışın çocuğun yerine koyunca, boğazını düğümleyen üst sınıf işkenceleri…

Orta sondayken, psikopat bir etüt ağabeyleri vardı: Sivilceli Süleyman. Sevdiği kızın başkasıyla çıkmaya başladığı günün akşamında, çıt çıkaranı kürsüye çağırmış, pergel ucunu kurbanının parmakları arasında tık tık gezdirmişti. Gitgide hızlanıp sertleşen vuruşlar, pergelin sivri ucu parmaklardan birine ya da aralarındaki deriye saplanıncaya kadar sürmüştü. Etütteki herkesin eli az çok kanayıncaya dek bu gerilim dolu seanslar devam etmişti.

O akşamdan kalma iz var mı diye parmaklarını incelerken de zihni durmadı. Bahçede maç yaparken üst sınıfların sahaya el koymasına itiraz edilemediği gibi, bu durumdan hoşnutsuzluğunu belli edenler bir de üstüne meydan dayağı yerdi.

Evden getirdiği yiyeceği ağabeylerle paylaşmayanın kilidi kırılır, dolabı boşaltılırdı. Kışın en soğuk günlerinde küçük sınıfların battaniyeleri sırra kadem basardı. Ağabeylerin çift battaniyeyle yattıklarını herkes görür ama kimse gıkını çıkaramazdı.

Masadakiler çorbalarını bitirmiş, Ali Ağabeylerinin tabağını Erdoğan’a uzatmasını bekliyordu. Ali ekmekle iyice sıyırdığı tabağını elinin tersiyle itti. Erdoğan formika masada kayan tabağı yarı yolda yakaladı. İçine kuru köftelerden en iri ve iyi pişmiş üç tanesini koydu. Yanına dolu bir kaşık patates kızartması ekleyip geri uzattı. Patates kızartmaları fazla yağlı ve yumuşak görünüyordu ama tombul köfteler iştah açıcıydı.

Sarışın çocuk köfteye bayılırdı. Ağabeyin tabağını görünce gözleri parladı.

Erdoğan ikinci en iyi üç köfteyi kendine aldı. Orta sona giden Halim ayağa kalkıp karavanaya doğru iyice eğildi. Bütün köfteleri tek tek inceledi. Ve en büyük üç tanesini Erdoğan’a işaret etti. Sonrakiler sırayla sayıları giderek azalan köfteler arasından seçme haklarını kullandılar.

Ve nihayet sıra sarışın oğlana geldi. Yerinden kalkıp, tabağını uzattı. Erdoğan ince kuru bir köfte ile iki tane kısmen yanık, uçları kopuk kalıntıyı tabağa hoyratça fırlattı. Köfteler tabakta lastik gibi sekti. Yanık olanın ucundan bir parça koptu. Erdoğan kalan az sayıdaki kararmış patates kızartmasını da köftelerin üstüne boca ettikten sonra, tabağı çocuğa doğru ittirdi.

Sarışın çocuk kağıt gibi bembeyaz bir yüzle yerine oturdu. Erdoğan karavanada kalan son köfteyi kaşıkla yakaladı:

“Bugün bir tane fazla köfte düşmüş masaya Ali Abi. Afiyet olsun.” diyerek Ali’nin tabağına bıraktı.

Yerine oturur oturmaz ekmeğin köşesini eliyle ikiye böldü. Köftelerinden birini arasına koyup sandviç yaptı. Bir ısırıkta yarısını mideye indirdi.

Sarışın çocuk önce kendi tabağına, sonra Erdoğan’ın iri köftelerine, sonra da Ali’nin ağzına kadar dolu tabağına baktı. Çatal elinde, öylece kalakaldı.

Masadakiler, yemekhanede nadir çıkan kuru köftenin tadına doyasıya varabilmek için tek kelime konuşmuyor, iştahla lokmalarını çiğniyorlardı.

Sarışın çocuk burnunu çekti. Sonra bir kez daha. Ali göz ucuyla onu izliyordu. Çocuğun omuzları şöyle bir kalkıp indi. Sonra bir kez daha… Hıçkırmaya başladı. Ali metal su bardağını doldururken bir damla gözyaşının yanık köftelerden birinin üstüne düştüğünü gördü.

Diğerleri yemeklerine dalmıştı. Ali usulca başını çocuğa yaklaştırarak:

“Senin adın ne?” diye fısıldadı.

“Tamer”

“Ne oldu Tamer? Derdin nedir?”

Çocuk konuşmak istemedi. Başı öne eğikti. Ali’nin kocaman, güçlü eli omzunu sıkınca, mecburen bakışlarını kaldırıp ona çevirdi. Ali dikkatle ona bakıyordu. Bu okulda ilk kez biri ona böyle sevecen; akrabası ya da komşu çocuğu filanmış gibi, onu önemseyerek bakıyordu.

Bu bakış Tamer’in ev özlemini kabarttı. Okul bahçesinde tek başına kaldığı an içinde açılan çatlak büyüdü. Büyüdü… Ve o çatlağın içinden sızan yaşlar gözlerinden akmaya başladı.

Diğer çocuklar ağladığını fark edecek diye ödü patlıyor, burnunu silme bahanesiyle gözyaşlarını kurulamaya çalışıyordu.

“Köfteler mi canını sıktı?” diye sordu Ali.

Tamer konuşamadı. Başını usulca aşağı yukarı salladı.

“Az mı geldi?” diye sordu bu kez Ali.

Tamer koluyla gözlerini kurularken:

“Evde babam kestane dağıtırken bana hep birkaç tane fazla verir.” diye fısıldadı. “Sucuk yapılırken benim halkalarım daha kalın kesilir. Annem sevdiğimi bildiği için köfteleri hep…” Yutkundu. İç çekerek devam etmeye çalıştı. “Burdaysa…”

Sözlerini tamamlayamadı.

Hıçkırarak ağlamaya başladı.

Masadaki herkes donakalmıştı.

Ali bir kendi tıkabasa dolu tabağına bir de Tamer’inkine baktı. Kulaklarına kadar kızardı.

Elini bir kez daha Tamer’in omzuna koydu. Bu kez masadaki herkesin duyabileceği kadar yüksek bir tonda:

“Bak Tamer Kardeş.” dedi. “Bu masadaki herkes annesinin kuzusu. Babasının aslanı, kaplanı… Onlar da evlerinde özel muamele görüyorlar.” Derin bir nefes alıp devam etti: “Yani benden sizinkilerin yaptığı gibi sana ayrıcalık tanımamı, herkesten fazla yemek dağıtmamı bekleme.”

Tamer ağlamayı kesmiş, ıslak kirpiklerini kırpıştırarak Ali’yi dinliyordu.

Ali ise sanki gözlerinin önünden koyu renk bir perde kalkmış gibi, etrafındaki her şeyi daha berrak ve uyum içinde algılıyor; Tamer’in gözyaşlarındaki pırıltının, kendi çocukluğunun üzerine düşmüş gölgeyi aydınlattığını hissediyordu.

Diğerlerine bakarak konuşmaya devam etti:

“Öte yandan yatılı orman kanunlarına da son veriyoruz bundan böyle arkadaşlar. Bu masada yaşı, sınıfı ne olursa olsun hiç kimse diğerinden daha değerli ya da değersiz değil. Herkes eşit paylaşacak, eşit yiyecek, eşit içecek. Hiç kimsenin gözü ya da aklı başkasının tabağında kalmayacak.”

Masada çıt çıkmıyor, hiç kimse ağzındaki lokmayı çiğnemiyordu.

Ali fazla köftesini önce ortadan ikiye, sonra da o iki parçayı üçe ayırdı. Altı ufak lokmanın beşini sırayla çatalına takıp, diğer çocukların tabaklarına bıraktı.

Erdoğan yemeğinin çoğunu bitirmiş, en iri köftesini sona bırakmıştı. Önce tabağına, sonra güneşin tüm kızıllığını yüzüne toplamış Ali’ye ve en son iç çekmeye devam eden sarışına baktı.

Çatalını köftesine sapladı. Tamer’in tabağına bıraktı.

Tamer, bir köfteye, bir Erdoğan’a, bir Ali’ye baktı. Erdoğan’la Ali’nin gülümsemelerine mahcupça karşılık verdi. O da kararlılıkla çatalına sarıldı. Yanık köftelerinden birini aldı. Erdoğan’ın tabağına koydu.

Ali ikisine de “aferin” der gibi başını salladı. Erdoğan, Tamer’e göz kırptı. Tamer akraba ziyaretlerinde kendisine göz kırpan ağabeyler karşısında olduğu gibi yine göz kırpmayı beceremedi. Ağzını burnunu yamultup, gözlerini kapayıp açarak, tuhaf mimikler yaptı.

Masadakiler hep birlikte Tamer’in bu sevimli haline güldüler. Bir yabancıyla alay eder gibi değil, kardeşlerini bağırlarına basar gibi güldüler. O akşam, Ali’nin masasındakiler, hayatlarının en lezzetli köftelerini yediler.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

MAHALLENİN ÇOCUKLARI

Babaannelerin babaaanne, dedelerin ise dede olarak dünyaya geldiğini sananların çoğunluğu oluşturduğu bir mahallede yaşıyorlardı. Annelerin hep anne, babaların da oldum olası baba olduğu. Bakkal Niyazi anasının karnından kelebek gözlükleri ve kıvrık beyaz bıyıklarıyla çıkmış olmalıydı. Postacı Cahit şapkası ve çantasıyla…

TEZGAH

Yarım sandık eşyası, bir ufak kavanoz dolusu bozuk parası kalmıştı evde. Onlar da bitsin hele, sonra bohçasına aile albümlerini dolduracak, anılarını satmaya çıkacaktı. Çerçeve hediye edecekti almaya niyetlenen müşterilerine, fotoğrafları atmasınlar diye. Kendisi kurtulmak isterdi sahip olduklarından ama hiçbirinin çöp olmasına razı gelmezdi.

BİNDALLI

Etraflarından oluk oluk insan akıyordu. Esma babasının omzunu, çocukluğunu, annesinin elini bırakmak istemiyor, Cevat derin derin nefes alarak kendine gelmeye çalışıyor, beresini aşağa çekerek kulaklarına indiriyordu. “Sen benim…” dedi sonunda… “Biricik kızımsın. Kılına zarar verirlerse bir dakika düşünme dön evine.”

DEDEMİN KANTİNİ

Ayrıntılarını bu kadar canlı hatırladığım en eski tarihli anım… Sabah saatlerinde turuncu renomuzla Uzunköprü subay lojmanlarındaki evimizden yola çıkmış, akşamüstüne doğru Gönen ilçe sınırına ulaşmışız. Heyecandan yerimde oturamıyorum. Arka koltukta zıplayarak şarkılar söylüyorum. Aslında prova bu; az sonra dedemlere ne kadar büyüdüğümü göstermeye hazırlanıyorum.

KUYTU

Erkek sırt çantasıyla indi vapurdan. Omuzları herkesten daha dik. Martı gibi gövdesini rüzgara bırakarak kalabalığın arasında süzüldü. Kız onu iskele kapısında, uslu bir köpeğin yanında bekliyordu. Onun da çantası sırtında.

Gündüzün son saatiydi. Işığın düştüğü yerler altın rengi. Kızın yüzü de öyleydi. Erkek onu görünce gülümsedi. Gülümsemesi tatlı bir dalga gibi kızın yüzüne çarpıp geri döndü.

Konuşmadılar. Konuşmak geçmişi hatırlatır ne de olsa. El ele tutuştular. Şimdiki zamanda olabilir bu ancak. Parmaklarını birbirlerininkinin arasına sıkıştırdılar. Geleceklerine doğru yürüdüler. Yürümek geride bırakmaktır ne de olsa. Hızlı hızlı yürüdüler.

Balık pazarından geçerlerken Kız balık sesi duyduğunu söyledi. Erkek durdu hemen. Kız yön değiştirdi. Erkek de peşinden. Deniz rengine boyanmış bir balıkçı tezgahında istavritler zıplayarak can çekişiyordu.

“Duyuyor musun?” diye işaret etti Kız. Erkek cızırtıya benzer bir ses işitti. Kulakla değil de yürekle hissedilebilecek bir titreşim. Kız canlı balıkların hepsini istedi. Poşeti ağzına kadar suyla doldurtup parasını ödedi.

Birbirlerine baktılar. Kız gülümsedi. Erkek aydınlandı. Arkalarında yakamoz bırakarak yürüdüler.

Balık pazarını geride bıraktılar. Kız poşete baktı bir ara: “Balıklar şarkı söylüyor” dedi Erkek’e. “Sevinçten şarkı söyleyip dans ediyorlar.” Erkek inandı kıza. İnanır inanmaz, bir özgürlük türküsü düştü dudaklarına. Islıkla balıklara eşlik etmeye başladı.

Kız durdu. Erkek’e hayranlıkla baktı. “Nerden bildin bu şarkıyı söylediklerini?” diye sordu. Erkek kocaman güldü. Gün batamadı bu gülüşün üstüne. Martılar ancak nakarata yetişebildi.

Zincircilerin, çelik halatçıların, kepenk kapatmış dükkanların arasından ilerlediler. Binaların kırık camlarından kasvet yükseliyordu. Kimi çürük dişler gibi ağrılı, bazısının sinirleri de ölmüş çoktan. Çocuklukta içlerine mayalanan suçluluk duygusunu harekete geçirdi bu manzara. Sırt çantaları kaygıyla ağırlaştı, gülle gibi oldu.

Erkek yanından geçtikleri zinciri, kıvrılmış dev bir yılana benzetti. Korkuyla beslenen, üfleyerek ısıran, yavaş yavaş uyuşturan, huzura benzer bir kayıtsızlık hissi yaratan, bağlılığı yücelten ve kurbanını sinsice zehirleyerek, ağır ağır öldüren…

Kız’ın elini sıktı Erkek. Çürük kokulu binalarla göz göze gelmemeye çalışarak, güneşin giderayak turuncuya boyadığı gökyüzüne bakışlarıyla tutunarak, yılan ruhlu zincirden kurtardı kendini.

Bir balıkçı lokantası çıktı karşılarına. Önlüklü, iri yarı bir adam tezgahta taze soğan kıyıyordu. İnce ince doğradığı soğanları bıçağın kenarıyla kesme tahtasından sıyırıp, içi kıvırcık, havuç ve turp dolu mevsim salatasının üstüne alelacele bıraktıktan sonra kaldırıma doğru bir adım attı.

“İyi akşamlarınız olsun.” dedi. “Lokantamıza buyurmaz mısınız?”

“İyi akşamlar.” diye yanıtladı Erkek. “Teşekkürler, şimdi değil.”

“Şehirde herkes kalabalıktan şikayet ediyordu.” diye dert yandı Lokantacı. “O yüzden kuytuda açtık dükkanı. Ama günlerdir siftah yapamıyoruz.”

Erkek durdu aniden. “Salatayı ver o zaman bize.” dedi. Kız o sırada, Lokantacı’nın haklı olduğunu, insanların zincirlerinden de şikayet ettiğini ama onlardan da asla kopamadığını düşünüyordu.

Erkek, lokantacının kağıt tabağa aktarıp, limon, plastik çatal bıçak ve birkaç dilim ekmekle poşete koyduğu salatanın parasını verdi. Siftahı gören garson ve aşçı lokantadan çıkarak müşterilerini yakından incelemeye koyuldular. Lokantacı, iki eli belinde:

“Allah bereket versin.” diyerek müşterilerini uğurladı. “Sizin yolculuk daha da kuytulara anlaşılan.”

Kız öyle ışıklı gülümsedi ki, Lokantacı anladı, onun yanındayken Erkek’e hiçbir yerin kuytu sayılmayacağını.

Paslı kepenklerin kıyısından devam ettiler. Sol taraftaki inşaat perdelerinin üstünden başlarını uzatmış ağaç dalları usul usul yapraklarını sallıyor, şehirlileri baharın geldiğine ikna etmeye çalışıyordu. Şimdi ağaca yuvalanmış kuşlarla poşetteki balıklar kanon yapıyordu.

Kız aniden durdu. Gözlerini kapatıp dudaklarını Erkek’e uzattı.

Yolun sonundaki kuytuda uzun uzun öpüştüler. Şimdiki zaman büyüdü, genişledi, dev bembeyaz bir bulut oldu tepelerinde… Sırt çantalarından paraşütler açıldı. İlkbahar renkli yapraklarla şarkı söyleyen kuşların arasından süzülerek yükseldiler, yükseldiler…

Aslında bu dünyaya öpüşmek için gelmiş olduklarını anladılar o sırada. Aslında şu an yaşamakta oldukları gibi şimdiki zamanlardan birkaç tanesi için ömür boyu zincire mahkum edildiklerini idrak ettiler.

Bir meltem gibi, geldiği kadar belli belirsiz uçtu düşünceler zihinlerinden. Birbirlerinin dudaklarını salıncak yaptılar. Çocuklar gibi sallandılar, sallandılar…

Var olmanın ağırlığı, hiç kimse olmanın hafifliği ile dengelendi. Yaprak gölgeleri gıdıkladı yüzlerini. Meltem saçlarına deniz kokusu üfledi.

Bir kez daha el ele tutuştular ayakları yere basınca. Yürümeye devam ettiler. Yol bitti. Issız bir otoparkın içinden geçerek denize doğru ilerlediler. Güneş Haliç’e düşmüş, denizi koyulaştırıp turuncuya boyamıştı. İskeleye bağlı tek kayık, içindeki ufak tefek adamı beşik gibi sallıyordu.

Kayıkçı, Kız ile Erkek’i görünce ayağa kalktı. Tek hamlede iskeleye atladı. Yaşlı, güler yüzlü bir adamdı.

“Nereye yolculuk gençler?” diye sordu.

“Şimdi mi karar vermemiz lazım?” diye soruyla karşılık verdi Kız.

Adam önce afalladı. Sonra toparlanıp. “Yoo” dedi. “İsterseniz buyurun açılalım. Kaç saat gezmek isterseniz ona göre…”

Erkek: “Kayık kaç lira?” diye sordu.

Kayıkçı Erkek’in dalga geçtiğini sandı. Bakışlarını Kıza çevirdi. Kız, şimdi gövdesi pul pul parlayan bir denizkızına benziyordu.

“O… benim ekmek teknem” dedi adam.

“Yenisini alırsın.” diye ısrar etti, Erkek. Cebindeki paranın ağırlığından kurtulmak için dayanılmaz bir istek duyuyordu.

“Motoru yeni. Ekstra yakıt bidonu da dolu” dedi Kayıkçı. Erkek:

“Kürekler?”

“Bir sene olmadı değiştireli.”

Kız’ın gözlerinin içinde yıldız gibi, pırlanta gibi bir şeyler ışıldadı mutluluktan. Erkek, Kayıkçı’nın elini sıktı. İstediği parayı avcuna saydı.

Kız balık poşetinin ağzını açtı. Suya batırdı. Balıklar cızırdamıyordu artık. Dalgalanıyordu. Teker teker Haliç’e karışıp, gözden kaybolmalarını seyretti. Bir martı yaklaştı poşete. Kız parmağını sallayarak ona gözdağı verdi.

Kayıkçı, yağmurluğunu aldı kayıktan. Oltaların, suyun yerini gösterdi. Gülümsemesine engel olmaya çalışarak, Kız ile Erkek’in kayığa binmelerine yardım etti. Tam halatı çözmüş kayığı ittirmeye hazırlanıyordu ki, Erkek:

“Bir dakika.” dedi.

Kayıkçı, Erkek’in alışverişten vazgeçmesinden tedirgin, usulca bakışlarını ona çevirdi. Erkek cüzdanını çıkardı. Kayıkçı’ya yüz lira daha verdi.

“Az ileride, kuytudaki lokantayı biliyor musun?”

Adam paraya şaşkın şaşkın bakarken başını salladı.

“Git bu parayla orada güzel bir masa donat kendine.”

Kayıkçı sapsarı güldü. Kaçak tütününü çıkarıp kendine bir sigara sardı. Kayık aheste aheste iskeleden uzaklaşırken, küçüle karara arkasından el salladı. Nokta gibi kalınca, lokantaya yollandı.

Kız ile Erkek, küreğin her deviniminde biraz daha silikleştiler. Ne kararıp koyulaşmakta olan Haliç’in durgun sularında ne de geride bıraktıkları şehirde kendilerine ait en ufak bir iz göremediler.

Kimin Kız kimin Erkek olduğunu, nereye gittiklerini, neden orada bulunduklarını unuttular. Kendilerinden geçip, birbirlerinde ilerlediler. Birbirlerinde ilerlediklerini sanırken, kendilerine çıkıverdiler.

Hava kararıp serinledi. Kayıkçının fenerini yaktılar. Çantalarındaki kazakları giyip birbirlerine sarıldılar. Erkek, lokantanın poşetini açıp salatayı çıkardı. Plastik çatallarıyla hayatlarının en taze yemeğini yemeye başladılar.

Haliç’in sonundaki küçük adanın etrafını dolaşırlarken: “Duyuyor musun?” diye parmağıyla karanlığı işaret etti Kız. Erkek burun çekmeye benzer bir ses işitti.

Kız erkeğin elinden plastik çatalı çekip: “Dur” dedi yumuşakça. “Tavşanlar istiyor kalan yeşillik ve havuçları.”

Birbirlerine baktılar. Kız güldü. Erkeği aydınlattı dişleri. Arkalarında istavrit pullarından pırıl pırıl bir yakamozla adaya yaklaştılar.

Kız tabağı kıyıya bırakırken çalıların arasında bir kıpırtı oldu.

“Tavşanlar şarkı söylüyor” dedi Erkek’e. “Sevinçten şarkı söyleyip dans ediyorlar.”

Erkek Kız’a inandı. İnanır inanmaz, bir çocukluk şarkısı düştü dudaklarına. Islıkla tavşanlara eşlik etmeye başladı.

Kız durdu. Hayranlıkla baktı Erkek’e. “Nerden bildin bu şarkıyı söylediklerini?” diye sordu.

Erkek ıslığı kesip güldü. Mehtap çıkamadı bu gülüşün üstüne. Kız da Erkek’in şarkısına eşlik etmeye başladı. Kayığı kuytu bir yere çektiler. Ninnileriyle tavşanları uyutuncaya kadar orada kalmaya karar verdiler.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

SİYAH BEYAZ

Kafasında beresi, ağzında külü büyümüş sigarasıyla balık tutan bir adamla göz göze geliverirsin ya köprünün üstünde. O adamla bir de mezarlıkta karşılaşabilirsin. Balık yerine kürek tutuyordur.

FERAHFEZA

Ev arkadaşı kemençeci Yorgo ile Yedikule kapısından geçmektedirler bir Mayıs akşamüstüsü. Sazları ellerinde. Tatlı bir meltem yalıyordur yüzlerini. Sabah denize girmişlerdir surlardan. Saçları dalga dalga deniz kokmaktadır hala. Tenleri yanık. Beyaz gömlekler sırtlarında. Uçları sararıp kıvrılmış göğüs kılları yakalarından gençlik iştahıyla fışkırmış. Dünyayı fethetmeye hazırdır ikisi de.

YOSUNLU KAPI

Eski bir semtin yıkılmaya yüz tutmuş rutubetli binalarının kıyısından geçerken, denize inen bir yokuşta genzi iyot ve yosun kokusu ile dolarken, sahaflarda içinde neler yazdığından çok, daha önce kimlerin dokunduğunu merak ettiği kitapları karıştırırken…

GÜNEŞ TOPLAYAN KADINLAR

Körpecik gülümsedi kız. Deniz gibiydi o da; guruba karşı bir başka güzel. Dizlerine kadar suya girdiler. Bir avuç ışık aldı yaşlı kadın. Deniz’in güzel yüzüne doğru savurdu. Sonra iki elini tutarak güneş toplamayı öğretti ona. Güneşle gözlerini, bedenini, ruhunu yıkamayı… Birbirlerini güneşle sevdiler. Isıttılar.

FIRFIR HÜSNÜ

Sabah dokuz dedin mi Kariye Müzesi’nin önündedir. Sol elinde bir salkım çıngıraklı topaç. Sağ elinde ucuzundan bir dal sigara. Yakalar kalkık. Surat asık.

Turist olmaz pek o saatlerde. Olsun da istemez. Olmasın diye biraz erken gelir zaten. Tarihi kiliseye karşı oturur. Dumanı basar ciğerine. Arka taraftaki Pembe Köşk adlı kafeden tanıdık bir ezgi yükselir muhakkak. Romana tüm ezgiler tanıdık… Alır onu, kendi tarihine götürür.

Derme çatma da olsa baba yadigarı pembe bir evinin, cadaloz da olsa bir anasının, alkolik de olsa bir ağabeyinin, şaşı da olsa iyi göbek atan bir kız kardeşinin, veresiye veren bir bakkallarının, hastalansa hastaneye yetiştirecek, evlense kendisinden çok oynayacak komşularının olduğu zamanlara…

Her günü, her gecesi ayrı şenlik, şamatayla geçen; her türlü pislikle güzelliğin; kavga dövüşle eğlencenin; insanlarla, atların, tavukların, güvercinlerin koyun koyuna yaşadığı; dünle yarın dışında herkese, herşeye eyvallah denen kalaylı, dantelli zamanlara…

Romanların hafızası pek güçlü değildir aslında. “Ama bin yıl be kardeşim.” diye iç çeker, bir ucunu sarı topacın çıngırağına bağladığı ipin diğer ucunu işaret parmağına dolarken. “Bin yılın hafızası vardı Sulukule’de.”

Daha o kundaktayken cümbüşçü babası bir meyhane kavgasında kim vurduya gittiğinden, anası müzisyen olmasına izin vermemiştir. Ama kulağına iki nota çalınmayagörsün kanı kaynar, gizliden tempo tutmaya başlar; şu an işaret ve orta parmaklarının eklembacaklıları andıran devinimlerle topacın kafasına inip kalkması ondandır.

Sepet örmüş, atla talaş taşımış, simitçilik, tombalacılık, hurdacılık yapmış, güvercin yetiştirmiştir. Hiçbir meslekte sebat edememiş, aniden kapısını vurup çıktığı işlere geri dönebilmek için sonra çok yalvarıp yakarmış; tekrar kabul edildikten birkaç gün sonra yine firar etmiştir. Çıldırttığı ustasının, arkasından: “Ulan fırdöndüüüü!” diye avaz avaz bağırdığı gün, “Fırfır Hüsnü” diye anılmaya başlamıştır.

İzmaritini topuğuyla ezip, ayağa kalkar. Müzenin önünde volta atmaya başlar. Kafedeki tek tük yerli müşteriyi saymazsak ortalık bomboştur. Bir tur daha atar.

Geri döndüğünde, az önce oturduğu kaldırımda kara, iri bir köpek yatıyordur. Başını iki yana sallar. Ağzı açılmaz. Güldüğü kısılan gözlerinden, uzayıp derinleşen kırışıklıklarından anlaşılır. Topacı fırlatır kara köpeğe doğru. Ucundaki çivi tam hayvanın kıçına çarpacakken ipi ani bir hareketle gerisin geri çeker. Sarı topaç, parmaklarını açarak iyice düzleştirdiği avcunun içinde dönmektedir şimdi.

İşte ömrü böyle topaç gibi fır fır dönüp durmakla, çivisini bir türlü toprağa sabitleyemediğinden, güç bela ele geçirdiklerini etrafa saçmakla geçmiştir.

Topaç durunca kafenin masalarını saymaya başlar sıkıntıdan. Saymaktan da sıkılır… Mahalledeki devriye evlerini saymak da zordu bir ara… Her odasında ayrı eğlence yapılan tam otuz iki ev… Her birinde yirmi beş, otuz müzisyen… Onlarca dansöz… Otuz simitçi… Bir o kadar çekirdekçi. (En çok parayı çekirdekçilikten kazandığını hatırlar.) Yirmi otuz ayak işçisi. İstanbul’un her semtine müşteri taşıyan yirmi beş taksi şoförü… Zeki Müren’in, Müzeyyen Senar’ın eğlenmeye geldiği zamanları Sulukule’nin altın çağı diye anlatır büyükler. O günleri görmek nasip olmadıysa da, Fırfır Hüsnü’nün gençliği de lale devridir en azından.

İçi cız eder. Ateş basar birden. Yerinden fırlar. Hızlı hızlı yürür. Azıcık sakinleşince yavaşlar. Müzenin dış cephesine gerilmiş vinillere yaklaşır. Mozaik resimlerinden birindeki tavus kuşuna takılır gözü. Aklına Aysel düşer.

Ne aşıktı ona! Romanlar ayran gönüllü olur derler, onunki süzme yoğurttu o sıralar. Kız kardeşiyle aynı devriye evinde dans eden Aysel’in adeta uydusu olmuş, bir dönem fır fır dönmüştü etrafında.

Aysel de ona karşı boş değildi, hani. Herkese mavi boncuk dağıttığını söylerdi Gırnatacı Nuri ama… Ona karşı bir başkaydı. Tavus kuşu gibi uzun kirpiklerini kırpıştırıp badem gözlerini gözbebeklerine nişanladığı müşterilerden az çekirdek istememiş, Hüsnü düğün parasını biriktirip de onu bir an önce alsın diye beybabalara az cilve yapmamıştı.

İçi daralmaya başlar yine. Tavus kuşunu kovalayıp, Pembe Köşk’ün masalarına yönelir. Henüz afyonu patlamamıştır müşterilerin. Kimsenin gözünün topaç görecek hali yok.

Nurten’i surlara götürdüğünü duyunca mı suratına tokadı yapıştırmıştı Aysel, fırdöndü oynayıp çeyiz parasını kaybettiğini öğrenince mi; çatar kaşlarını ama hatırlayamaz.

İpi çabucak sarar topacın çivisinin çevresine. İki parmağı ile konik tahtayı ortasından sıkı sıkı kavrar. Sertçe fırlatır. Kız kardeşine sevdalı delikanlının, pembe evlerinin camlarını bir bir aşağı indiren taşları fırlattığı gibi hırçın ve kararlı.

Yemin billah, kız kardeşinin kemancıyı sevdiğinden haberi yoktu, delikanlıya söz verip parasını aldığı sırada. Fırdöndü oynamıştı evet, ama niyeti o parayı büyüterek, onlara dillere destan bir düğün yapmaktı. Ne dese boş; ismi fırfıra çıkmıştı bir kere, sabaha kadar yemin etse kimseyi inandıramazdı.

Dönerek inen topaç parke taşlarından birine temas eder etmez, ipi yukarı çeker. Avcunun içine alıp, orada döndürmeye devam eder.

Kıyak günleri olmuştu ama hayatını hiçbir zaman şu topaç gibi avucunun içine alamamıştı. Kentsel dönüşüm meselesi konuşulmaya başlandığında mahalleli ile bir olup isyan bayrağını çekmişti. Ama devletin, belediyenin kararlılığını görünce ilk dönenlerden olmuştu. “Hangi devlet, hangi devirde, hangi çingeneye kulak asmış ki? Nasılsa alacaklar evlerimizi elimizden, bari daha fazla para koparmaya bakalım.” diyerek kendini savunmuştu.

Köpürmüşlerdi ona yine. “Yalnızca evlerimizi değil, komşuluğumuzu, mesleklerimizi, kültürümüzü, hayatımızı yıkacaklar. Anlamıyor musun ulan Fırfır?” diye yüklenmişlerdi.

Anlamıştı anlamasına. Herşeyin iyisini, doğrusunu anladığı gibi bunu da almıştı kalın kafası. Ama her zamanki gibi iş işten geçtikten sonra… Şehrin 40 km dışına yapılan dairelerinin taksitlerini, aidatını ödeyemeyince; atlarını, tavuklarını yanlarında götüremeyince; o çevrede iş bulamayınca, buralara gelmek için harcadığı yol parası çoğu gün kazancını aşınca; kız kardeşi güneye iş bulmaya giden kemancıyla kaçınca; içki alacak paraları, veresiye satan bakkalları kalmayınca; alkolik ağabeyi camı açıp kendini beşinci kattan aşağı bırakınca; anasının yorgun kalbi bütün bunlara dayanamayıp uykusunda durunca…

Müzeye yönelen bir turist kafilesi görünce omuzları kendiliğinden dikilir. Hızla ipi topaca sarar. Tüm gücüyle fırlatır. Rahmetli Darbukatör Remzi’den öğrendiği gibi avucunda dönen topacı göstererek gruba yaklaşır.

Uğursuz daireyi elden çıkarıp, artık lüks bir siteye dönüşen eski mahallesine yakın kiralık bir odada yaşamaya başladıktan sonra komşu olduğu, eskinin iyi müzisyenlerinden Darbükatör Remzi sayesinde başlamıştır bu işe.

“Bu millette ne cüzdan ne de gönül zenginliği kaldı be Fırfır.” dediğini hatırlar bir gece portakal sandığının üzerinde rakı içerek, talihli bir günün hasılatını ezerlerken.

“Ben turistten başkasına çalışmam artık. Yüzleri güler. Kafaları hinliğe çalışmaz. Dolar’ı, Euro’yu trink basarlar. Bir de meşhurmuşsun gibi seninle fotoğraf çekinirler. Zaten biz de turist sayılırız kendi memleketimizde. Öyle değil mi Fırfır?”

Turist kafilesinden orta yaşlı, etine dolgun bir kadın, kısa saçlı arkadaşına topaççıyı göstermektedir. Fırfır Hüsnü, zokayı yutan avına hızla yaklaşır. Kadınlar gülümseyerek, topacın fiyatını sorarlar. Fırfır Hüsnü, bir avucunda sarı topacı döndürmeye devam ederken diğer eliyle rakamı işaret eder. Kısa saçlı turist, bütün kafileye birer tane hediye etmeye karar verir.

Fırfır Hüsnü yerlere kadar eğilerek topaç salkımının yarısını kadına uzatır. Nasıl çevirmesi gerektiğini birkaç kez uygulamalı gösterir. İki kadın pür neşe parayı verdikten sonra hatıra fotoğrafı çektirmek isterler.

Fırfır Hüsnü şevkle, her zamankinden daha hızlı çevirir sarı topacı. Parmaklarını iyice açar. Elini ileri uzatır. Avcunu düzleştirir. Kadınlar iki yanına geçip poz verirler. Fırfır Hüsnü’nün ağzı açılmaz. Güldüğü kısılan gözlerinden, uzayıp derinleşen kırışıklıklarından anlaşılır.

O sırada oynak bir parça yükselir Pembe Köşk’ten. Fırfır Hüsnü’nün, topaç salkımını tutan parmakları bacağına belli belirsiz vurarak tempo tutmaya başlar.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

SICAK SÜT

Anası onun için, o anası için yaşıyordu. İkisi de istedikleri hayatı yaşayamıyorlardı bu yüzden. İkisinin de istediği başka hayat yoktu öte yandan. Birbirlerini mutlu etmeye, hatta çoğunlukla mutsuz etmemeye uğraşıyorlardı. Konuya komşuya karşı alınları açık olsun istiyorlardı. Anası oğlunun, oğlu da anasının.

LİMAN

Erkek, denizde olmayı seviyordu. Bembeyaz bir gömlek sırtında, göğsü yelkenli gibi rüzgarla dolu… Güneşin altında büyümüş bir ter damlası gibi mavinin sırtında kayarak uzaklaşmaktaydı aklı fikri. Kendini bildi bileli… Kadın karada köklenmek üzere yaratılmıştı. Saçlarını, eteklerini uçuşturarak limanda dolaşmak… Yüzünü ufka çevirerek, evrenin tüm güzelliğini; dalganın ritmini, rüzgarın okşayışını, gökyüzünün kavrayışını, dağların yükselişini özümsemek…

YEMEKHANECİ

İçinden nasıl geliyorsa öyle davranıyordu. Yapmak değil, tanık olmak istiyordu. Boşalmaya değil, dolmaya ihtiyaç duyuyordu. Karışıp dağılarak değil, toplayıp büyüyerek iyi hissediyordu. Bu düşüncesi Hasan’la Ahmet’e çok tuhaf gelmişti ama o sevilmek değil, sevmek istiyordu.

OKUR YATAR

Buruşturduğu gazeteyi çöpe attı. İki büklüm banka geri döndü. Bitkin düşmüştü. Şapkasını çıkardı. Yastık yaptı. Banka kıvrıldı. Hava kararmıştı. Cadde, işten eve dönmeye çalışan insanları…

FERAHFEZA

Yamuk bir soba borusu çıkıyor pencereden. Borunun ucuna tozlu bir tutam pamuk gibi yapışmış, duman… Sarı köpek her zamanki köşesinde. Uzanmış, dumanı seyrediyor. Biliyor ki, o tütüyorsa Adem Bey’in keyfi yerindedir. Kocaman esniyor ama uyumuyor. Baca bu kadar yoğun tüttüğüne göre, işin içinde kestane olabileceğini seziyor.

Adem Bey oldum olası sever Pazar günlerini. Hele Cumartesi gecesi bir meyhanede çalıp haftalık odun parasını çıkarmışsa… Üç beş kuruş da kestane kebap için ekstra toplamışsa…

Bıçakla kestanelerin göbeklerini çizerken, çizgili pazen pijama vardır altında. Üstünde gömleği ve eski sevgililerinden birinin el emeği, göz nuru hırkası…

Frekansını hiç değiştirmediği lambalı radyosunu açmış, klasik türk musikisi kanalını dinlemektedir. Tıraş olurken, kanarya ötüşüne benzer içli, kıvrak ıslığıyla müziğe eşlik eder. Bir tek ince beyaz bıyıklarını keserken dudaklarını gerdiği sırada ara verir ıslığa.

Adem Bey’in ocağı, sobanın üstüdür. Kestaneleri çaydanlığın etrafına özenle dizer. Soba borusuna takılı askılarda kuruttuğu çorapları toplar. Elinde plastik sürahi, menekşesini sulamak üzere pencere kenarına doğru ağır ağır ilerler.

Çayın demlenmesini, kestanelerin pişmesini beklerken udunu alır kucağına. Çalmaya başlamadan önce yanaklarını, sarkık gıdısını tatlı tatlı tokatlar, tıraş sabunu ve kolonya kokusu şöyle bir dikleştirir omuzlarını. Sevgilisiyle buluşacakmış gibi dinçleşir.

Hayat arkadaşının elini tutar gibi kavrar udun sapını. Mızrap, parmakları arasında kıvrılıp, reverans yapar.

Gözlerini kapatır Adem Bey. Radyoda çalan peşrevi, taksimi ya da saz semaisini usul usul içine çeker. O an ne çalındığı hiç fark etmez. Adem Bey kah nazlı nazlı, kah çağlayarak akan musiki nehrinin kıyısına dikilip, gönül gözünü bir kez dikti mi notalarına, çok geçmeden onunla bir akmaya başlar.

Parmak uçları bilinç dışı bir gezginlikle perdesiz sazın tellerini belli belirsiz sıvazlar. Nasırları hamarat bir arının iğnesi gibi her defasında doğru noktaya kararlılıkla iner kalkar. Sağ eli kalp şeklinde bükülüp, kendine tutsak ettiği mızrabın ucunu sol elinin gelgitleri ile ahenk içinde tellere dokundurdukça, yorgun kalbi dinginleşir.

Uduyla sarmaş dolaş olmak, yaşlı adamın gergin omuzlarını, kalkık kaşlarını, buruşuk göz kapaklarını indirir. Onu yaşlı bedeninden, yoksul ahşap evinden ağır ağır koparıp başka alemlere doğru sürükler.

İşte tam öyle bir anda Ferahfeza Saz Semaisi başlar.

***

Ev arkadaşı kemençeci Yorgo ile Yedikule kapısından geçmektedirler bir Mayıs akşamüstüsü. Sazları ellerinde. Tatlı bir meltem yalıyordur yüzlerini. Sabah denize girmişlerdir surlardan. Saçları dalga dalga deniz kokmaktadır hala. Tenleri yanık. Beyaz gömlekler sırtlarında. Uçları sararıp kıvrılmış göğüs kılları yakalarından gençlik iştahıyla fışkırmış.

Dünyayı fethetmeye hazırdır ikisi de. Surp Kevork Kilisesi’nden dağılan düğün kalabalığının arasına dalmışlardır az önce. Musikileri ile şapkalı, tuvaletli, mis kokulu Ermeni kadınlarını; fraklı, smokinli ciddi bakışlı beyefendileri büyülemişlerdir… Gelinin babası okkalı birer bahşiş iliştirmiştir ceplerine. Lambalı radyo parasını toparlayıp hafta sonları canlı Zeki Müren konserleri dinlemelerine pek bir şey kalmamıştır artık.

Hayat para düşünmek ve plan yapmak için fazla uçucudur. “Yaşamak güzel be arkadaş” diye haykırır Yorgo. Kollarını birbirlerinin omuzlarına atarlar. Ferahfeza Saz Semaisi dudaklarında. Islık çalarak Yedikule Bostanları’na girerler.

Yemyeşildir surların dibi. Bin beş yüz yılın gölgesi sebzelerin üstünde. Dermeçatma Ayhan’ın kır bahçesine doğru ilerlerler. Ailecek uzak semtlerden gelmiş olanlar da vardır etrafta ama çoğu Yedikule’den, Samatya’dan, Yenikapı’dan tanıdık simalar…

Selamlaşmak ne güzel. Gülümsemek ne güzel. Kızlar ne güzel. Hayat ne güzel!

Ayhan ayakta karşılar müdavimlerini. Sakız gibi kumaş örtüler serili masalarda yalnızca tuzluk vardır. Her zamanki gibi havuz başındaki masaya otururlar. Havuzun suyu hemen yanı başındaki kaynaktan borularla aktarılmaktadır: Tertemiz, buz gibi… Ayhan havuzda yüzen yağlı, pırıl pırıl marulları teker teker kaldırıp, en iyisini seçer. Suyunu bahçeye doğru silkeler. Damlacıklar pırıl pırıl pırlantalar gibi dökülürler toprağa. Ayhan marulu beyaz kocaman bir tabağın içine koyar. Masaya zarifçe bırakır.

Yorgo’nun ön iki dişi biraz büyükçedir. Dişlek sayılmaz aslında ama kendisiyle dalga geçmeye bayılır. En dıştaki yaprağı marulun gövdesinden hoyrat bir hareketle ayırır. Dibinden başlayıp, tavşan gibi kırt kırt yemeye koyulur. Burnunu da oynatır arada. Adem’i her defasında güldürür bu çocuksuluğu. Kahkahasına arka masadan iki Rum kızı dönüp bakar.

Yorgo tanır onları: “Hey Agata, Fedora gelsenize yanımıza!”

Kızlar gülüşerek gelirler. Mehtaplı bir yaz gecesi gibi simsiyahtır ikisinin de saçları. Birinin teni süt beyaz. Mavi nehirler gibi damarları akmaktadır şeffaf teninin altından. Diğerinin cildi ise güneşi doyasıya çekmiş içine; teni esmer, gözleri pırıl pırıl. İkisi de gülmek için gelmişler dünyaya. Dişleri, dudakları gürül gürül havuza akan su gibi berrak ve iştahlı.

Bir büyük marul daha söylerler. Kızların ısrarlarına dayanamayarak sazlarını çantalarından çıkarıp çalmaya başlarlar. Deniz Kızı Eftalya gibi birinin sesi… Çevre masadakiler konuşmayı keser, yürüyenler yavaşlar, Ayhan işi gücü bırakır. Martılarla serçeler bile kıpırdamadan o billur sesi, o sevda şarkılarını dinlerler.

Gökyüzü pembelere, eflatunlara bürünerek nazlandıkça nazlanır. Rüzgar, Kumkapılı Ermeni balıkçıların selamını getirir. Theodosius’un Altın Kapı’sından, Genç Osman’ın kederli kulesinden geçerek dört genci şehirlerine, birbirlerine, hayata aşık eder.

***

Yanık kokusu gelir Adem Bey’in burnuna. Zihninin marullardan kestanelere dönmesi birkaç dakika sürer. Udu divanın üstüne bırakıp ayağa fırlar. Neyse ki, kömürleşmiş birkaç kestane dışındakileri kurtarır.

Üfleye üfleye, nasırlı parmaklarıyla hızlıca soyar. Soyduklarını emaye kasenin içine koyar. Kabuklarını sobaya atar. Giyotin pencereyi güçlükle kaldırıp paslı mandalın üzerine oturtur. Sarı köpek ayaklanır hemen. Adem Bey kasedeki kestanelerin yarısını ona doğru fırlatır.

Sarı köpek burnuyla, patisiyle kestaneleri bir köşede toplar. Sonra teker teker, tadını çıkara çıkara yemeye başlar. Adem Bey dostuna gülümser. Yüreği sıcacıktır. Evi soğutmamak için pencereyi kapatır.

Çay demlenmiştir çoktan. Demliği kaldırıp çay bardağına yanaştırır. Tam dökecek, Yorgo’nun hatırası tutar elini.

Çaydanlığı gerisin geri sobanın üstüne bırakır. Divanın altından rakı şişesini çıkarır. Çay bardağının yarısını doldurur. Üstüne plastik sürahiden su ekleyip, bardağı kestane kasesi ile birlikte, divana bitişik sehpaya taşır.

Düğmesini çevirip lambalı radyoyu kapatır. Divana oturur. Udunu kucağına alır. Ağzına bir tane kestane atar. Yanık değil ama fazla kurumuş olduğundan takma dişleri azıcık damağına batar. Yine de lezzetinden hoşnut kalır.

Çay bardağını Yorgo için kaldırır. Yukarı doğru: “Yasu” der. Ve okkalı bir yudum içer. Yorgo ile ilk rakı yudumlarının ardından yaptıkları gibi ağzını koluna silip muzipçe gülümser.

Uduna sarılır. Ferahfeza Saz Semaisi’ni tıngırdatmaya başlar.

Yorgo, o Mayıs akşamüstüsü Yedikule Bostanları’nda omuz omuza yürürlerken çaldığı ıslıkla ona eşlik eder.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

PAPATYA GİBİ

Yasemin kokulu bir Ağustos gecesi… Ahşap köşklerden, mor salkımlı bahçelerden, geniş balkonlardan kahkaha sesleri yükseliyor. Sardunyalar, sokak lambaları, kediler, zakkumlar, taze sulanmış dükkan önleri… Her yerde, her şeyde abartısız bir güzellik, doğal bir hafiflik var. Hava limonata kıvamında. Meltem yanık tenleri ılık ılık okşuyor. Uzaklardan bir faytonun nal ve çıngırak sesleri duyuluyor.

PAZAR OLA

1922 yılının yazdan kalma bir Ekim günüydü. İnci Mecmuası muhabiri Kemal Bey yazısını teslim etmiş, kahkülünü uçuşturan esintiye karşı Babıali yokuşundan Sirkeci’ye doğru iniyordu. Sigarasından derin bir nefes çekerken, artık bekarlıktan yorulduğunu düşündü. Zaten vazifesi gereği oldukça düzensiz, koşuşturmalı, muamma ve tehditlerle dolu bir hayatı vardı.

MUCİZELER

Yıkılmaya yüz tutmuş bir atölyenin üst katındaki camı kırık, tozlu pencerenin aralığından hüzünlü keman tınıları yükseliyordu. Yolun sonunda güneş sapsarı bir top olmuş, ışığıyla müziği okşuyordu. Avurtları çökük adam, çatlak parmaklarını rakı bardağına vurarak ritim tutuyordu. Başını Haliç’e doğru çevirdi. Süleymaniye’nin başında bulutlar geziniyordu. Sıradan hayat, gizli saklı mucizelerle doluydu.

ZAMANE PİNOKYOSU

Konuşurdu tahtayla. “Ağacın canı vardır” derdi, babası. “Damarları, kıvrımları, rengi, nemi, kokusu, sertliği ile o da konuşur seninle. Dinlemeyi bilirsen yol gösterir. Yardımcı olur. Ancak o zaman gerçek bir Pinokyo yapabilirsin. Diğer türlüsünü fabrikalar yapıyor zaten, senden çok daha hızlı ve ucuza.”

YOL ARKADAŞI

Delikanlı cam kenarındaki koltuğa ilişmiş, elinin tersiyle buğulanmış otobüs camını siliyor. Cam yer yer donmuş; sabahtan beri aralıksız kar yağıyor. Delikanlının gözü, buz tutmuş kaldırımda dikilen adamla kadında. Orta yaşlı çiftin gülümsemeye çalışan buruk ifadelerinden, çocuklarını uğurlamak üzere orada oldukları anlaşılıyor.

Baba soğukkanlı; arada elini indirip cebine sokuyor. Anne ise kanat çırparcasına, hiç durmadan el sallıyor. Aniden duruyor sonra. Salladığı elini ahize tutar gibi kulağına götürerek, İstanbul’a varınca telefon açmasını işaret ediyor. İstediği tepkiyi alınca yine kaldığı yerden el sallamaya devam ediyor.

İkisinin de ağızlarından buhar çıkıyor. Delikanlı onları şimdiden özlüyor. Rüzgar, kar tanelerini yukarı doğru üflüyor. Minik, beyaz kelebekler gibi yükseliyorlar. Düşmüyor, uçuşuyorlar. Yukarıdan gelen diğer kar tanelerine karışıyorlar.

Zaman da kar gibi asılı kalmış. Otobüs çalışıyor ama hareket etmiyor. Sevdiklerini yolcu etmeye gelmiş bir avuç insanın elleri havada, aşağı inmiyor. Yolcular dakikalardır onlara karşılık veriyor. Hiç kimse ayrılıktan memnun değil. Öte yandan herkes içinden otobüsün bir an önce yola çıkmasını ve bu bunaltıcı sahnenin sona ermesini diliyor.

Nihayet otobüs geri geri hareket ediyor. Eller son bir gayretle, daha hızlı sallanmaya başlıyor. Araç tıslayarak birkaç manevra yapıyor.

Delikanlının annesi ile babası oğullarını son bir kez görecekleri noktaya hareketlenerek el sallamaya devam ediyorlar.

Ve otobüs garajdan çıkarak gaza basıyor. Herkes derin bir oh çekiyor. Yorgun düşmüş eller istirahate çekiliyor.

Delikanlı bir aydır keyfini sürdüğü güvenli, konforlu, şefkat dolu hayatla vedalaşmanın sızısını duyuyor içinde. Annesi ile babasının bir kar küresinin içindeki biblolar gibi dakikalarca soğukta bekleyişleri gitmiyor gözünün önünden; kendisini her zamankinden daha borçlu ve zayıf hissediyor.

Karlı manzaraya dalgın dalıp gitmişken burnuna nane kokusu geliyor. Başını kokudan yana çevirince ağzı açık şeker paketiyle karşılaşıyor. Sonra da onu uzatan eli takip ederek kavruk yüzlü gençle göz göze geliyor.

“Alır mısın?”

Delikanlı, Anadolu insanının geri çevrilmekten hoşlanmadığını biliyor. Aslında limon kolonyası ve nane şekerini hiç sevmez. Yine de gülümsemeye çalışarak paketten bir tane alıyor. Ağzına atıyor.

“Benim adım Mustafa” diyerek bu kez diğer elini uzatıyor, genç. Kısa boylu, kemikli yüzlü, kara gözlü… Çenesinde tıraşlanmış bir tutam sakal olmasa, köse sayılır. Sırtında siyah ekoseli kahverengi bir ceket var. Delikanlı kaç yaşında olduğunu tahmin edemiyor. Tokalaşıp, o da kendini tanıtıyor.

“Üniversite öğrencisi misin?” diye soruyor Mustafa.

“Evet.”

“Hangi fakülte?”

“İşletme. İstanbul İngilizce İşletme.”

Bu cevabıyla Türkçe İşletme kazanan birine en az otuz puan fark attığının altını çiziyor. Mustafa’nın da hemşehrileri gibi “işletmeyi bitiren ne iş yapıyor” diye sormasını bekliyor.

“Lisan bilmek güzel şey.” diyor Mustafa. “Her geçen gün eksikliğini daha fazla hissediyorum.”

Kapalıçarşı’da, otelde filan mı çalışıyor acaba diye düşünüyor, delikanlı.

“Sen ne için gidiyorsun İstanbul’a?” diye, o soruyor bu kez.

“Ben de üniversiteye.” diye yanıtlıyor Mustafa. “Tıp okuyorum.”

Delikanlı şöyle bir doğruluyor.

“Öyle mi?” diye sorarken gencin yüzüne ilk kez bu kadar dikkatli bakıyor. “Kaça gidiyorsun?”

“Orası biraz karışık. İkinci yılım ama birin derslerini alıyorum.”

Muavin başlarında dikiliyor. Konuşmaya ara verip ellerini açıyorlar. Muavin avuçlarına limon kolonyası döküyor.

“Tıp çok zor diyorlar. Ağır mı geldi dersler?” diye soruyor delikanlı.

“Gitmedim ki okula, ağır gelsin.” diye kısa kesiyor Mustafa, kolonyalı eliyle yüzünü sıvazlarken. Kendisi hakkında konuşmaktan hoşlanmadığını belli eden gergin bir hareketle belden yukarısını koridora doğru eğip, ön camdan yolu izlemeye koyuluyor.

Bir süre konuşmuyorlar. Delikanlı başını cama yaslayarak dışarı bakıyor. Mustafa ile laflamalarının yuva özlemini unutturduğunu fark ediyor. Canı yeniden sıkılmaya başlayınca sohbet açmayı deniyor.

“Sivas’ta mı okudun liseyi?”

“Evet” diye yanıtlıyor, Mustafa. Az önceki soğukluğundan eser yok. “Annem okuma yazma bilmez benim. Babam desen ilkokul terk. Yalnız sen değilsin yani Tıp Fakültesi’ni kazanmama şaşıran.”

Mustafa’da neyin tuhaf olduğunu anlamaya çalışıyor delikanlı. Toy mu olgun mu, cahil mi bilge mi, mesafeli mi cana yakın mı, dürüst mü yalancı mı? Hiç belli etmiyor.

“Yurtta mı kalıyorsun?”

“Evet. Geçen yıl Edirnekapı’daydım. Bu sene Fatih’e geçtim.”

“Niye değiştirdin?”

“Her şeyi böyle kurcalar mısın sen?”

Yine o buz gibi bakışlar…

“İlginç bulduklarımı.”

“İlginç değilim ki ben. Baksana beni kimse uğurlamaya bile gelmedi. Seninkilerse neredeyse kurban keseceklerdi arkandan.”

Alaycı bir gülümseme yerleşiyor şimdi de yüzüne.

“Pek doyamadık birbirimize de ondan. İlkokuldan sonra hep evden uzakta okudum. ”

“Bizde herkes kendi derdindedir. Anamdan gayrı kimse hislerini açığa vurmaz. ”

Yollar bembeyaz. Otobüsün silecekleri deli gibi çalışıyor, kaşla göz arasında ön camı örten tipiyle köşe kapmaca oynuyor. Delikanlı, kısa bir tereddüdün ardından Mustafa’nın üstüne gitmeye karar veriyor.

“O yüzden mi anlatmıyorsun geçen yıl olanları?”

Mustafa dudağını büzüyor. Hoşlanıyor mu sorudan geriliyor mu; yine anlaşılmıyor.

“Ne yapacaksın ki benim hikayemi?” diye soruyor.

“Ne bileyim… Benim için ilk dönem tam bir hayal kırıklığıydı. Allah’ın dağında bir fakülte… Liseli gibi servisle okula gelip giden tipler. Okuyan yok. Tiyatroya, operaya giden yok. Şehri tanıyayım, kendimi geliştereyim diyen yok. Kızlı erkekli eğlenmeyi becerebilen bir grup yok… ”

Mustafa gözünü kısmış. Sabit bir noktaya bakıyor. Dalmış ya da bir şey hatırlamaya çalışıyormuş gibi… Delikanlı devam ediyor.

“Sanırım diğer üniversitelerin de benimki kadar sıkıcı olup olmadığını merak ediyorum. Ya da bundan sonrasını daha ilginç hale getirmek için tavsiye…”

Mustafa aniden delikanlıya dönüp sözünü kesiyor.

“Bizim okulda dersler çok ağır. Hayat sizinkinden daha eğlenceli değil yani.” Alnı kırış kırış oluyor. “Doğrusu, okuldaki insanların ne yaptığını…” Dudağını büküyor: “Çok da iyi bilmiyorum.”

Otobüs Yozgat’ta mola verince, Mustafa rahat bir nefes alıyor. “Çay içelim mi?” diye soruyor. Yanıtını beklemeden ayağa kalkıyor.

Boyunun ne kadar kısa olduğunu o zaman anlıyor delikanlı. Kapı açıldıktan sonra otobüsün içi hızla soğuyor. Paltosuz, tesise doğru koşuyorlar. Tipi iyice yoğunlaşmış.

Çaylar zift gibi. Neyse ki, sıcak… Delikanlı çay bardağı ile ellerini ısıtıyor. Mustafa ceketinin iç cebinden sigara paketini çıkarıyor. Delikanlıya tutuyor. Delikanlı tırnağının ucuyla bir tane çekiyor. Hayatında içtiği sigara sayısı iki elin parmaklarını geçmez oysa. Neden şimdi… Cevabını bilmiyor.

Tütün başını döndürüyor. Mustafa açılmış, geçtiğimiz yıldan bahsediyor. Fakültede tanıştığı, görüştüğü tek bir arkadaşı olduğundan… Aslında arkadaşının okula kayıtlı olmadığından… Yalnızca kadavra derslerine misafir öğrenci olarak girdiğinden… Geçtiğimiz yılın başında tanıştıklarından… İstanbul’u hiç bilmeyen Mustafa’yı sürekli değişik yerlere götürdüğünden…

Delikanlının başı tatlı tatlı dönmeye devam ediyor. Çay ocağından buharlar yükseliyor. Tesise park eden otobüslerin farları tipiyi belirginleştiriyor. Çaylar tazeleniyor. Aralıksız anonslar yapılıyor. Sözcükler arasında boşluk bırakmadan, tuhaf bir şiveyle, mikrofon ağıza sokularak yapılan bu konuşmalardan delikanlı hiçbir şey anlamıyor.

Mustafa cama bakarak konuşuyor. Delikanlı uyuşmuş gibi… Mustafa’nın söyledikleri dahil her şeyi rüyadaymış gibi, esrarengiz bir tülün ardından algılıyor.

Mustafa son anonsun kendileri için yapıldığını söylüyor. Çay paralarını ödüyor. Tesisin kapısından otobüse varıncaya kadar delikanlının saç dipleri donuyor.

Yerine oturup titremesi yatıştıktan sonra:

“Mesela…” diyor. O sırada Mustafa’nın verdiği nane şekerini emiyor. “Mesela… Nerelere götürüyordu seni?”

Mustafa gözlerini kısıyor.

“Mesela” diyor. “Bir gün köhne bir semte gittik. Ahşap, cumbalı evler… Kiminin camı kırık, kiminin çatısı… Kiminin yarısı yok. Arada moloz, hurda dolu boş arsalar… Dedim ya ben nereye gittiğimizi bilmezdim. O da pek söylemezdi. Gelir kendisi alır, sonra da yurda bırakırdı beni.”

“Eee ne yaptınız orda?”

“Müstakil bir evin önünde durduk. Merdivenleri beraber çıktık. Çift kanatlı, tokmaklı bir kapısı vardı. Kapı numarasının arkasındaki boşluktan paslı bir anahtar aldı. Bana “sen bekle” dedi. İçeride bağırış çağırış oldu. Kapılar çarpıldı. Ben bayağı gerildim. Birkaç komşu cama çıktı. Neyse ki, çok geçmeden arkadaşım geri geldi.”

Mustafa bunları hayal meyal hatırlar gibi. “Ne olduğunu sordum. ‘Boş ver’ dedi. Yakında bir meyhaneye gittik. Kapıda iki şarapçı vardı. Onları da doyurdu. Birinin sesi çok yanıktı. Hep beraber şarkı söylediğimizi hatırlıyorum en son… Herhalde o evden para almıştı. Epey de bahşiş bıraktı çünkü.”

Delikanlı hikayeden hoşlanıyor. “Başka?” diye soruyor, sabırsızca.

“Başka ne?” diye tersliyor, Mustafa.

“Başka nerelere gidiyordunuz?”

“Bunları…” derken sesi kısılıyor Mustafa’nın. “Hiç kimseyle konuşmadım bugüne kadar… Kafamda kopuk kopuk sahneler, resimler var.”

“Neden kimseyle konuşmadın?”

“Bilmem. Okulda başka arkadaşım yoktu dedim ya. Yurtta ikide bir oda değiştirdim. Zaten yatmadan yatmaya gidiyordum. Sonunda da atıldım.”

“Ne oldu ki?”

“Geceleri enteresan bir sokağa götürüyordu bir dönem beni. Karanlık, izbe bir yer. Bir oto yıkamacı vardı yakınlarında. Onu hatırlıyorum. Bir sürü adam içinde ateş yanan fıçıların etrafında toplanıyordu… Aralarında fakiri, sarhoşu, keşi de vardı… Bildiğin, kelli felli, giyimi kuşamı düzgün olanı da. Kimi şarap içiyordu. Kimi cigara tüttürüyordu. Kimi yalnızca sohbete katılıyordu. Demin dedin ya kitap konuşan yok etrafta diye. Bunların arasında kütüphane gibi adamlar vardı.”

Delikanlının gözleri yıldız gibi parlıyor.

“Hangi konularda konuşuyorlardı?”

Mustafa gülüyor. “Bana dün ne yediğimi sorsana…” Nikotinden sararmış dişleri ilk defa bütünüyle açığa çıkıyor. “Ne konuştuklarını hatırlamıyorum ama muhabbetler çok derindi. Filozof gibi uzun, beyaz sakallı, gerilla bereli bir adam hatırlıyorum mesela. Karşısında iki lafı bir araya getiremeyen yırtık pırtık paltolu bir sarhoş… Saatlerce konuştular bir gece. Biz de ağzımız açık dinledik…. Bazen mektepliler ağır basardı; bazen de sarhoşlar, fakirler onlara hayat dersi verirdi. Sokakta kimin kime üstünlük sağlayacağı belli olmaz.”

Muavin, avuçlarına bir kez daha kolonya döküyor. Mustafa yorulmuş gibi. “İşte böyle… Sabahlara kadar sokaklarda sürttüğüm için sonunda yurttan attılar beni. Eş dost araya girdi de başka yurtta yer bulduk güç bela. Yoksa mecbur dönecektim köye.”

Konuyu kapattığını gösterir bir hareketle koridora doğru bacak bacak üstüne atıyor. Delikanlı yine karanlığı gölgeleyen kar taneleri ile baş başa kalıyor. Birkaç saat önce yüreğini kabartan yuva özleminin yerinde, şimdi serüven duygusu var.

Mustafa gözlerini yumuyor. Delikanlı bunun, daha fazla konuşmamak için yapılmış bir taktik olduğunu hissediyor. Sonra sonra onun da göz kapakları ağırlaşıyor. Ve arka koltuklarda birbiriyle yarışan horultulara rağmen uyuklamaya başlıyor.

“Molaya iniyor musun?”

Delikanlı irkilerek, perdeye yaslı başını kaldırıyor. Mustafa’nın bu kez daha yaşlı gözüken yüzüne bakarak nerede olduğunu anlayabilmesi biraz zaman alıyor.

“Ben tuvalete gidiyorum. Çayhanede görüşürüz, inersen.” diyen Mustafa’ya başını sallıyor. Gerinirken annesini özlüyor. Derken Mustafa’nın tuhaf hikayelerini anımsıyor. Hemen toparlanıp peşinden gidiyor.

“Bu kez ben ödeyeceğim yalnız hesabı.” diyerek, iki kesme şeker attığı çayı karıştırmaya koyuluyor. Mustafa hiç uyumamış gibi, gözleri çakmak çakmak bakıyor.

“Sen uyurken düşündüm biraz.” diyor. “Hakikaten geçen senem çok tuhafmış. Sisler içinde, acayip olaylarla dolu. Ama hiç kimseyle konuşmadığım, üzerinde düşünmediğim için ben de bu gece anımsıyorum bazı şeyleri.”

“Aklına gelen başka şey oldu mu?”

“Evet” diyor Mustafa. Birer sigara yakıyorlar. Birer nefes alıp uzun uzun üflüyorlar.

“Bir akşam Taksim’de yürüyorum. Bizimki karşıda belirdi. O kadar kalabalık arasından beni nasıl buldu? O saatte orada olacağımı nereden bildi, bilmiyorum. Ama öyleydi, ummadığın anda karşına çıkıverirdi.”

“Eee?”

“Saatine baktı. Oyalanalım biraz, dedi. Meydanda hamburger filan yedik. Bir taraftan da etrafı gözlüyordu. Birilerini mi arıyordu, birilerinden mi kaçıyordu onu da tam bilmiyorum. Aslında bunları başlarda soruyordum ama ben soru sorunca birden değişiyordu. Sinirli, mesafeli birine dönüşüyordu. Ben de sorgulamamaya, kendimi olayların akışına bırakmaya alışmıştım o yüzden.”

“Korkmuyor muydun?”

“Yoo… Hiç tehlikeli bir durumla karşılaşmadım. Bazen onun için bir yerlerden paket alıp getiriyordum. Ya da otobüs durağında, sinema önünde filan bekleyip, bir arkadaşı gelip sorarsa, onun nerede olduğunu söylüyordum. Beni nasıl bulup tanıyorlardı? Onu da bilmiyorum.”

“Senin eşkalini veriyordur herhalde onlara.”

“Herhalde.” diyor dudaklarını büzüp başını sallayarak. “Onun dışında benden hiçbir şey istemedi. Hesapları hep o veriyor, beni sürekli ilginç yerlere götürüp, değişik insanlarla tanıştırıyordu. Hayal bile edemeyeceğim şeyler yaşıyordum.”

Çaylar tazeleniyor. “Peki hiç sormuyor muydun, bu cömertliğin nedenini? Yani İstanbul’da yeni tanıştığın biri insana günahını vermez, bilirsin.”

“Sordum bunu başlarda çokça. ‘Sen safsın, bozulmamışsın’ diyordu. ‘Bu şehirde herkesin leşi çıkmış. Senin gibi temiz bir dost bulmuşum, bırakır mıyım?’ diyordu. ‘Bundan böyle bu şehirde tanıdığım, bildiğim herkes, her yer, cebimdeki her kuruş senin sayılır…’ diyordu.”

Delikanlı bir süredir zihnini kemiren soruyu nihayet sormaya karar veriyor. Başını Mustafa’nın kulağına yanaştırıp sesini kısarak:

“Uyuşturucu işinde filan değildi, di mi bu arkadaşın?” diye soruyor. “Seni de kurye olarak kullanmış olmasın sakın. Paket filan da taşıtmış baksana…”

Mustafa’nın yüzüne gölge düşüyor. Kararıyor… Kararıyor…

Başını geri çekerek delikanlıdan uzaklaştırırken: “Ne alakası var?” diye tersliyor. İzmaritini kültablasına bastırıyor. Masanın üstüne birkaç bozuk para atıp aniden kalkıyor.

Delikanlı arkasından: “Bu defa çayları ben ödeyecektim.” dediyse de sesini duyuramıyor.

Bir saat boyunca otobüste ne uyuyabiliyor, ne de konuşabiliyorlar. Biri koridora, diğeri cama doğru yaslanmış birbirlerine sırtlarını dönmüş, mümkün olduğunca uzak oturuyorlar. Cam silecekleri şimdi düşük devirde çalışıyor. Kar lapa lapa yağıyor. Delikanlı, artık Mustafa’dan çekiniyor.

Mustafa aniden yüzünü delikanlıya çeviriyor. “Az önce bahsettiğim hatıranın devamını anlatacağım.” diyor. Delikanlı bu kez tepki vermiyor. Mustafa başlıyor:

“Biz hamburgerleri yedik, İstiklal’e çıktık. Hava iyice kararmış bu arada. Arkadaşım hızlı yürüyor. Ben de peşinden. Ara sokaklara giriyoruz. Sağ, sol, sağ, sol… Sokak lambasız, zifiri karanlık yollar. Daracık kapılardan, apartman geçitlerinden geçiyoruz. Tek tük dairede ışık yanıyor. İlerledikçe onlar da seyreliyor. Nihayet ışıksız bir yere geliyoruz. Sokakta mıyız, arsada mı, uzayda mı, o bile belli değil. Arkadaşım koluma girmiş. Köşeyi dönüyoruz. Karşımıza pencerelerinden mum ışığı sızan bir bina çıkıyor. Hani filmlerde ikinci dünya savaşında bombalanmış bitik binalar olur ya… Onlara benziyor. Arkadaşım, ‘Şimdi sessiz ol’ diyor. Kapıya darbukacı gibi ritimli vuruyor.”

Delikanlı başını sallıyor. Yine can kulağıyla dinlemeye başlıyor. Artık soru sormamaya, yorum yapmamaya dikkat ediyor.

“Aynı ritimle kapıyı birkaç kez çalıyor.”

Mustafa koltuğun arkasındaki servis tepsisine parmağıyla vurarak o tempoyu çalıyor.

“Kapının gerisinden bir bayan sesi duyuluyor. Bir soru soruyor. Arkadaşım onu yanıtlayınca paslı, dev kapı gıcırdayarak açılıyor. Bizi elinde şamdan tutan, beyaz entarili, uzun sarı saçlı, dünya güzeli bir kız karşılıyor.”

Arka sıradaki adamın horlaması zirve yaparak kendisini uyandırıyor.

“Kızın peşinden merdivenleri çıkıyoruz. Kırık dökük merdivenler… İkinci katta geniş bir salona giriyoruz. O sahneyi gerçekten gördüm mü rüya mıydı, emin olamıyorum şu an: Duvar dibinde dev bir şömine var. Onun başında bir sürü güzel kız, genç erkek… Kimi yerdeki örtünün üstünde çırılçıplak, üst üste uyuyor. Kimisi koltuklarda sayıklar gibi bir şeyler konuşuyor. Bazısı bizi karşılayan kız gibi beyaz entariler giymiş. Şömine alev alev yanıyor…”

“İnanılmaz.”

“Sahiden öyle. Arkadaşım şömine başındakileri tanıyor. Yanlarına gidip, onlarla sohbet etmeye başlıyor. Ben bir koltuğa oturuyorum. Bizi karşılayan sarışın kız yanımda. Arada bana bakıp gülümsüyor. Ben de ona karşılık veriyorum. El ele tutuştuk mu, başını omzuma yasladı mı, saçlarını öptüm mü, yoksa bunların hepsini hayal miydi bilemiyorum…”

Muavin yaklaşıyor… “Beyler rahatsız olan var, biraz sessiz olur musunuz?” diye uyarıyor.

Mustafa bu uyarı ile toparlanıyor. Sırtını dikleştirip ciddileşiyor. “Her neyse…” diyor. “Molada sana sinirlendim ama… Bir saattir düşünüyorum da…” derin bir nefes alıyor. “Anlattığım bütün bu tuhaflıklar dediğin gibi bir zıkkımdan kaynaklanıyor olabilir.”

Delikanlı bu konuda tek kelime etmemeye özen gösteriyor. Mustafa devam ediyor:

“Yani o insanlar, o ortamlar, o esrarengiz buluşmalar, telefonlaşmadan karşılaşmalar… Şüphe çekmeyen saf bir Anadolu çocuğuna taşıtılan paketler…”

Mustafa yutkunuyor.

“Peki ben bu işin içinde bir pislik olabileceğini hiç sezmedim mi?” Dudağını ısırıyor. “İlk zamanlar İstanbul’da çok zorlanmıştım. Tanıdık yok, para yok. Bildiğim bir tane adres yok… İçime kapandıkça kapandım. Bazı günler yurttan çıkmıyor, bütün günü battaniyenin altında geçiriyordum. Ciddi ciddi köye dönmeyi düşünüyordum.” Başını sallayıp kendini onaylıyor. “Sonra onunla tanışmak, hayata karışmak ilaç gibi geldi. Bu şehirde belki de normali budur; böyle yaşanıyordur diye düşünüyordum.” Sıkıntıdan başını kaşıyor. “Aksini düşünmekten, olayları kurcalayıp yine yapayalnız kalmaktan korkuyordum.”

Derin bir nefes alıp devam ediyor. “Ama hissediyordum demek ki. İçten içe bütün bunların normal olmadığını seziyordum ki… Hiç kimseye anlatmadım bugüne kadar…”

İç çekerek: “En çok da kendimden kaçtım.” diye fısıldıyor. Bunu söyledikten sonra yüzü geriliyor. Acı çektiği belli oluyor.

Delikanlı ona acıyor. Yine de merakına engel olamıyor:

“Peki hafızan sisli olduğuna göre, yani olayları kesik kesik hatırladığına ve her şeyi birbirine karıştırdığına göre ki, anlattığın sahnelerin normal koşullar altında değil bir yılda, ömür boyu unutulması mümkün değil bence; acaba sana da uyuşturucu vermiş olabilir mi?”

Mustafa yine uzaklaşıyor. Koridora doğru eğiliyor. Kaşları çatık, sinirli sinirli çenesini kaşıyor. Artık silecek çalışmıyor.

Mustafa ani bir hareketle dönüyor: Tütün kokan ağzını delikanlının kulağına yanaştırıp: “İşletmeci senin dilin bayağı uzunmuş…” diyor.

Dişlerini sıkıp fısıldayarak devam ediyor: “Bak yol arkadaşım. Hayatımı deştiğin yeter. Gerçeği bilmiyorum. Ve bu konu hakkında daha fazla düşünmek istemiyorum.”

Siyah gözleri hırçınca parlıyor. Sesini biraz yükselterek: “Anlaştık mı?” diye soruyor.

Delikanlı başıyla onaylarken Mustafa’nın yüzündeki öfkenin azaba dönüşmesine tanıklık ediyor.

Otobüs öndeki kamyonu sollamaya kalkışıp, bir çift farla karşılaşınca sert bir manevra ile kendi şeridine dönüyor. Birkaç dakika öncesine kadar serüven ateşiyle yanıp tutuşan delikanlı, şimdi güvenli evini, hatta üniversitedeki sıkıcı yaşamını özlüyor.

Bir saat boyunca ikisi de içlerine kapanıyor. Mustafa gülümsemeye çalışarak nane şekeri uzatıp, barış çubuklarını yakıyor. Havadan sudan bir kaç kelime ediyorlar. Sonunda delikanlı cesaretini toplayıp:

“Kızmazsan son bir sorum olacak.” diyor. “Hayatın nasıl normale döndü sonra?”

“Okuldan atılmak üzere olduğuma dair bir uyarı gitmiş köye. Babam kahvede okutunca bütün köy haberdar olmuş. Zaten yurttan atılınca işkillenmişlerdi, bu mektup da üstüne tuz biber olmuş.”

Muavin, terle karışık ucuz parfüm kokusu saçarak yanlarından geçiyor.

“Bir sabah yurtta babamla amcamı karşımda buldum.” diye devam ediyor Mustafa. “Babam arkadaşımla ilişkimi kesmem ve o günden sonra devamsızlık yapmamam konusunda annemle kardeşlerim üstüne yemin ettirdi.”

Mustafa bunu söylerken, delikanlının gözlerinin içine ilk kez bu kadar kendinden emin bakıyor. Delikanlı Mustafa’nın ettiği yemine sadık kaldığını anlıyor.

“Amcam, şehirde bir hısım bulmuş. Bizim okulun öğrenci işlerindeki memurlardan birinin yakınıymış. Her hafta yoklamalarımı faksla bizim köyün muhtarına gönderecekmiş. Sınav sonuçlarımı benden önce onlar öğrenecekmiş. Babam eğer ikinci senenin sonunda da derslerimi veremezsem, beni köyde hayvanlarla bir sabana vuracağını söyledi. Annemin okuyup üflediği muskayı boynuma takıp gitti.”

Mustafa muskasını gösteriyor. Delikanlının burun direği anne baba özlemiyle sızlıyor.

“O günden sonra arkadaşımla birkaç kez karşılaştık. Kendisiyle görüşmek istemediğimi söyledim. Önce inanmadı. Sonra sinirlendi. Boynumdaki muskayla dalga geçti. Birkaç kez kenara çekip uzun konuşmalar yaptı. Sonunda benden umudu kesti. Okulda da görmüyorun zaten epeydir.”

Mustafa derin bir nefes alıp, uzun uzun bırakıyor.

“Ben de senin bahsettiğin; okuldan yurda, yurttan okula giden sıkıcı tiplerden biri oldum anlayacağın.” Bunu söylerken göz kırparak gülümsüyor.

“Babanın kriz planı işe yaradı mı bari?” diye soruyor delikanlı dostça gülümseyerek.

“Valla yaradı. İlk dönem kırığım yok. Böyle giderse bu yıl derslerin hepsini verir, sabana sürülmekten yırtarım inşallah.”

Karşılıklı gülüşüyorlar. İkisi de yorgun ama rahatlamış görünüyor. Başlarını koltuklarına yaslayıp birkaç dakika içinde uyuyakalıyorlar.

Delikanlı sabah İstanbul Otogarı’nda muavinin sesiyle uyanıyor.

“Son duraaak… Cümleten geçmiş olsun.”

Otobüs döne döne park yerine giriyor. Delikanlı uyku sersemi, öteberisini toparlamaya çalışıyor.

Otobüs tıslayarak kapısını açıyor. Delikanlı paltosunu giyerken Mustafa’nın yanında olmadığını fark ediyor.

Bagajdan bavulunu aldıktan sonra aracın etrafında iki tur atarak Mustafa’yı arıyor. Bulamıyor. Bir an için gece olup bitenler gerçek miydi, rüya mı; şüpheye düşüyor. Muavine Mustafa’yı sormayı düşünüyor. O sırada yolcular muavinin etrafını sarmış, herkes bagaj fişini uzatıyor.

Delikanlının aklına annesine verdiği söz geliyor. Sağ salim vardığını haber vermek üzere ankesörlü telefon aramaya koyuluyor.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

ÇATI KATI

Kadın çatı katında yaşıyordu. Şehrin kirliliğinden, gürültüsünden uzak. Bulutlar arasında, tek başına… Bir kaç martı dostu vardı. Bir çift de kumru komşusu. Kedileri, kitapları, kemanı, çiçekleri…

PAZAR OLA

1922 yılının yazdan kalma bir Ekim günüydü. İnci Mecmuası muhabiri Kemal Bey yazısını teslim etmiş, kahkülünü uçuşturan esintiye karşı Babıali yokuşundan Sirkeci’ye doğru iniyordu. Sigarasından derin bir nefes çekerken, artık bekarlıktan yorulduğunu düşündü. Zaten vazifesi gereği oldukça düzensiz, koşuşturmalı, muamma ve tehditlerle dolu bir hayatı vardı.

ZAMANE PİNOKYOSU

Konuşurdu tahtayla. “Ağacın canı vardır” derdi, babası. “Damarları, kıvrımları, rengi, nemi, kokusu, sertliği ile o da konuşur seninle. Dinlemeyi bilirsen yol gösterir. Yardımcı olur. Ancak o zaman gerçek bir Pinokyo yapabilirsin. Diğer türlüsünü fabrikalar yapıyor zaten, senden çok daha hızlı ve ucuza.”

ÇOK UZAKLARDA

Şimdi bardaki herkes; işten çıkmış iki takım elbiseli centilmen, sarmaş dolaş genç ve orta yaşlı çiftler, döne döne dans eden zarif, yaşlı kadın, İskandinav bir turist grubu, hep bir ağızdan neşe içinde parçayı söylüyorlar. Cenk geldiği günden bu yana, Londra’nın mutlu olmak için fırsat kollayan ve bunu kolayca becerebilen insanlarına gıpta ediyor. Sarah da onlardan biri. Dolgun omzunu Cenk’inkine bastırarak, onu düşüncelerden sıyrılmaya, eğlenceye katılmaya davet ediyor.

KARANLIK

Geceleri şehrin kuytularına doğru çekiliyordu. Adımladığı sokak ne kadar sessizse hayatın sesini o denli güçlü işitiyor, ne kadar karanlıksa zihnindeki gölgeler o derece aydınlanıyor; ne kadar darsa, sonunda ufku o denli genişlemiş olarak çıkıyordu. Bazı yollar onu kendisine götürüyor, bazıları büsbütün uzaklaştırıyordu. Ama zifiri karanlık sokaklara her dalışında görme yetisi ile birlikte zihni ve hisleri de sıfırlanıyor, bir tür derinlik sarhoşluğu benliğini teslim alıyordu.

Elektrik trafosundan yükselen bir cızırtı, çöplükte eşelenen bir kedinin tırmık sesleri, yarısı yıkılmış bir binanın üst katlarından süzülen zayıf bir ışık, saçakta gezinen bir kuşun pıtırtıları, kağıt toplayıcının paslı tekerleğine sıkışmış gıcırtı, kenarlarından ışık sızan bir kepengin gerisinde vurulan çekicin tak takları onu ansızın bir yüzleşmeye mecbur edebiliyor ya da kendisine, tanıdığı, bildiği herkese, herşeye hepten yabancılaştırarak başka zamanların, bambaşka var oluşların esrarına davet edebiliyordu.

Soğuk bir kış gecesi iş çıkışında yine arka sokaklara doğru çekilmeye başladı. Haftalardır aynı soluksuz tempo içinde kendini yok sayıyor, gecelerdir yakasını bırakmayan kabuslar yüzünden doğru düzgün uyuyamıyordu. Hayatın floresan ışıklı yakasında fazla uzun kaldığı dönemlerde daha önce de yaşadığı gibi, ihmal ettiği ruhunun isyanlarına karşı koymakta zorlanıyordu.

Yol üstündeki bir büfeden ıslak hamburger satın aldı. Hiç değilse yemek yerken zorlanmak istemiyordu. Isırarak, yürümeye devam etti. Apartmanların açık perdeli pencerelerinde yemeğe oturmuş aileler, sokağa bakan yaşlılar, yemek masasında ödevini yapan çocuklar, haber seyreden babalar gördü. Bu huzurlu manzaralar ona çocukluğunu hatırlattı. Büyümüş olduğuna şükretti.

Işıkların önce sayısı, sonra feri azaldı. Karanlık, siyah bir pelerin gibi omuzlarından ayaklarına döküldü. Kösele tabanlı ayakkabısının topuk sesleri ıssız binaların yosunlu dış cephelerine çarparak geri geliyor, sokakla birlikte o da her adımın ardından biraz daha içine kapanıyordu. Gündelik yaşamın huzursuzluk yaratan, kaygı uyandıran meseleleri delik cebinden birer birer dökülüyor, daracık sokak onu daha derin ve tekinsiz yüzleşmelere doğru sürüklüyordu.

Uzakta ince bir ışık gördü. Sokakla bir kıvrılınca ışık genişledi, etrafındaki birkaç bitkin binayı aydınlatacak güce ulaştı. Işıkla birlikte, başlangıçta zihninde çaldığını sandığı melodi de kulakla işitilebilir oldu.

Adımları hızlandı. Evet… Bir piyano sesiydi. Öyle tanıdık, öyle dokunaklıydı ki…

Notalar kelebek sürüsü gibi sokak lambasının etrafında kanat çırpıyor, ışığın rengini altınımsı hale getiriyordu. Kösele tabanları ile kaldırım taşlarına değil de piyano tuşlarına basıyormuşçasına, müziğin ritminde ilerledi. Paslı oluklardan mazgallara diyezlerin, bemollerin aktığını hayal etti.

Sarı ışığın tam altında durup piyano sesinin nereden geldiğini anlamaya çalıştı. Hiçbir binada ışık yanmıyordu. Derken girişi dökük bir binanın en üst kat penceresinde belli belirsiz bir dalgalanma fark etti. Dikkatli bakınca kaybolup güçlenen bu ışığın bir mum ya da gaz lambasından kaynaklandığını tahmin etti. Piyano o dairede çalınıyor olmalıydı.

Piyanistle tanışmak, yanında dikilip parmaklarını tuşlarda gezdirişini izlemek, onun hikayesini dinlerken kendisininkini unutmak için dayanılmaz bir istek duydu. Binanın kapısına doğru yürüdü.

Dış kapı kilitliydi. Bir an ümitsizliğe kapılır gibi oldu. Çakmağını yakıp yakından bakınca kapı kolunun üstündeki camın kırık olduğunu fark etti. Elini içeri sokup, kilidin dilini çekti. Omuzuyla itince kapı gıcırdayarak açıldı. Otomat çalışmıyordu. Duvara tutunarak basamakları çıkmaya başladı. Arada içi ürperiyor, koşarak sokağa dönmek istiyor, sonra piyano ezgilerinin cazibesine kapılıyor, çakmağı yanan elinden diğerine geçirirken orada tesadüfen bulunmadığına dair bir sezgiye kapılıyordu.

Nihayet en üst kata ulaştı. Sokak kapısının altından çizgi halinde zayıf bir ışık sızıyordu. Derin bir nefes aldı. Yumruğunu sıkıp kapıya doğru yaklaştı. Cesaret edip vuramadı. Elini geri çekti. Sağlıklı düşünemiyordu. Piyano kreşendo ile parçayı sonlandırdı. Ani bir kararla kapıyı tıklattı.

Soluğunu tutup beklemeye başladı. En ufak bir tepki olmadı. Tekrar tıklattı.

Bir çıtırtı duyar gibi oldu. Tekrar vurdu. Çıtırtı, adım seslerine dönüştü. Kapıya doğru yaklaştı.

“Kimsiniz?”

Alçalıp yükselen çatlak bir ergen sesiydi. Böyle bir mekanda işitmeyi aklından bile geçirmeyeceği, toy bir ses.

“Müziğinizden büyülenen biriyim.”

“Şaka yapmayın lütfen. Burada ne işiniz var?

Sesi tedirgindi.

“Şaka yapmıyorum. Sokaktan geçiyordum. Piyano çalışınızı duyunca sizinle mutlaka tanışmam gerektiğini düşündüm.”

“Ben de isterdim ama bu imkansız.”

“Neden?”

“Sizi tanımıyorum. Saat çok geç…” Kısa bir duraksamanın ardından devam etti. “Ama asıl nedenler bunlar değil. Kapı kilitli ve benim hayata karışmam yasak.”

Sesinde olağanüstü bir tanıdıklık vardı. Yalnızca tınısında değil, seçtiği sözcüklerde… Verdiği boşluklarda…

“Neden?”

“Ailem konservatuvara gitmemi istemiyor. ”

“Eee. Ne var bunda, benimkiler de istememişti. Bu ülkede çoğu aile, çocuğunun iyiliği için, para eden bir mesleğe sahip olmasını ister.”

“Ama bu beni öldürüyor.” İç çekerek devam etti. “Anlıyor musun?”

“Abartıyorsun bence! Ben de senin kadarken benzer şeyler hissetmiştim. Ama ölmedim. Hayat devam ediyor.”

“Piyano çalmaya devam ediyor musun?”

“Hayır.”

İkisi de eşiğe oturmuş, ağızlarını kapıya yanaştırarak konuşuyorlardı.

“Ben senin piyano çalmakta ısrar eden halinim. Ve maalesef hayat benim için devam etmedi. Burada kilitli kaldı.”

Son sözcüklerin ardından derin bir sessizlik oldu. Adımlar uzaklaştı. Sandalye çekme sesi duyuldu.

Ve lise yıllarında, bahar bayramında, konferans salonu dolusu izleyicinin önünde çaldığı parça başladı.

Sırtını kapıya yaslamış, gözlerini kapamıştı. Her nota kalbine nakış gibi işleniyordu. İlk gençliği, müziğin yelkenlerini şişirdiği tatlı anılarla yüklü bir gemi olmuş, ruhunda usul usul yol alıyordu.

Delikanlı tam da o gün onun hata yaptığı yerde aynı şekilde tekledi. İyi müzik dinleyicileri dışındakilerin fark edemeyeceği bir kıvraklıkla durumu toparlayıp müziği sonlandırdı.

Elinin tersiyle gözyaşlarını sildi. Tüm gücüyle alkışlamaya başladı. Delikanlının kapının gerisinde, yıllar önce onun konferans salonunda yaptığı gibi eğilip selam verişini görür gibi oldu.

Artık onun, kendi gençliği olduğundan emindi.

Sesine şefkatli bir tonlama vermeye çalışarak:

“Seni nasıl özgürleştirebilirim?” diye sordu.

“Beni unutmayarak… Yok saymayarak. Acımayarak.” diye yanıtladı delikanlı.

“Başka.”

“Yeniden piyano çalmaya başlayarak.”

Karanlıkta başını sallamaya başladı. Nefesi açılıyor, zihni berraklaşıyordu.

“Söz veriyorum. Hemen başlayacağım.” dedi kararlı bir tonda. “Bundan böyle bize ait hiçbir şeyi karanlıkta bırakmayacağım.”

“Teşekkür ederim.” dedi, delikanlı. Sesinden duygulandığı anlaşılıyordu. Derin bir nefes alıp devam etti:

“İki kat aşağıda babam var. Ona da uğra lütfen. Yıllardır senin ziyaret etmeni bekliyor.”

Hıçkıra hıçkıra ağlayarak karanlık basamakları inmeye başladı. Yıllar önce ölen babasının elini öpmek, son aylarında onunla görüşmesine engel olan inatçılığından ötürü özür dilemek ve aslında onu ne kadar çok sevdiğini bir kereliğine dahi olsa söyleyerek, en karanlık sokağını aydınlatabilmek için telaşlı bir mahcubiyet yaşıyordu.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

MİDYECİ

Bir martı geçti başının üstünden. O midye açtı. Ay çekirdeği kabuklarının arasına iki telaşlı serçe kondu. O midye açtı. Bir karabatak şıp diye suya daldı. O midye açmaya devam etti. Tek gözü kör tekir, sarı lastik çizmelerine sürtündü. Hiç oralı olmadı. Bir midye daha açtı. Hava serinledi biraz. Önündeki midye dağı yarı yarıya eridi. O sabırla açtı… Açtı…

AMELE

“Ne zor hayatları var di mi lan Hasan?” dedi Yaşar, dudaklarını büzüp sigarasının dumanını havaya üflerken. “He ya… Ben de onu düşünüyordum, Yaşarcan.” “Ben sana diyim bak. Bunların çimentosu olsa kumu olmaz. Kumu olsa çimentosu. De ki ikisini de buldular; suyunu ayarlayamazlar…” Gülüştüler. Hasan devam etti: “Her gün kırk kişiyle muhatap olurlar. Kırkının da kafasından ayrı ses çıkar. Hepsine de kendilerini beğendirmeye çalışırlar.”

DİŞİ KUŞ

Hacer’i Süleymaniye sokaklarında uzun mantosu, başında örtüsü, elinde ekmek poşetiyle görseydiniz alelade biri sanırdınız. Dolgun pembe yanakları, zeytin siyahı gözleri, dışa basan küçük adımları onu Anadolu’nun pek çok mahallesinde yaşayan yüz binlerce kadından ayırt etmeye yetmezdi. Hacer de topluca gövdesini bir sağa bir sola yatırarak ağır ağır bakkala, pazara giderdi. Yolda eşe dosta rastladığında, laflayarak nefeslenmeyi severdi.

TAMİRCİ

Okulun paydos zili çaldı mı pantolonundaki tozu pası silkeler, yüzünü sabunlu suyla yıkar, aynanın sırları dökülmemiş köşesine yaklaşarak saçlarını ıslak eliyle tarardı. Kapıya çıkmadan montunu sırtına geçirmiş olurdu mutlaka. Fermuarını çekerek kirlenmiş tişörtünü; ellerini ceplerine sokarak yağ karasına bulanmış ellerini gizlerdi. Omzunu oto tamiranesine bitişik tahta kapıya yaslar, bir ayağını diğerinin üstüne atar, gözleri hep dalgın, hep uzaklara bakardı.

GÖZLERİNİN İÇİ

O sahneye çıkmadan önce Hamiyet, Zeki Müren ve Münir Nurettin plakları çalınır, sakız gibi bembeyaz masaörtülerinin üzerine dizili piyatalarda kekikli zeytin, çiroz salatası, Ermeni pilakisi, lakerda, midye dolma ve ince kesilmiş beyaz peynir ikram edilirdi.

Rakı kadehlerini tokuşturup, mezelerden tadarak günün yorgunluğunu atan konuklar, Laternacı Niko ile hepten havaya girerlerdi.

Arnavut ciğeri servis edilirken, meyhanenin köşesinde sırasını bekleyen laternanın başına geçerdi Niko. Otuzlarının ortasındaydı o zamanlar. Tepesi hafif açıldığından, başından kasketini eksik etmezdi. Her an şaka yapmaya hazır, muzip bir ifadesi vardı. Kırışık gözleri çocuk gibi parlak bakardı.

Niko’nun laternası, Bankalar Caddesi’ndeki Turconi’nin dükkanından çıkmaydı. Yani laternaların hasıydı. Kasabiko, sirto ve zeybekiko silindirlerini el çabukluğu ile değiştirir, manivelayı meyhanenin ruh haline göre hızlandırıp yavaşlatarak konukların nabzını tutmayı çok iyi becerirdi. Dinleyicilerini ağır ağır avcunun içine alır, onları imkansız sevdalarıyla baş başa bırakır, yitip giden çocukluklarına götürür, sonra aniden neşelenmeye davet eder, önce ayaklarıyla tempo tutan, sonra başlarını, omuzlarını usul usul oynatan misafirler çok geçmeden kendilerini meyhanenin ortasında sirtaki yaparken, çiftetelli oynarken buluverirlerdi.

Niko, “yaşa”lar “zito”lar eşliğinde yerlere kadar eğilip sahneyi terk ederken karafakiler doldurulur, sahneye iki sandalye bırakılır, çok geçmeden kemancı Hristo ile buzukici Markos o sandalyelere otururdu.

Sirto ve lingo ile açılışı yapan müzisyenlerin ardından ışıklar kısılır ve Niko’nun perde arkasında yanağına tutku dolu bir öpücük kondurarak yolcu ettiği Maria, alkışlar eşliğinde sahneye çıkardı.

Ölçülü bir baş hareketi ile konukları selamlar, iki çalgıcının ortasındaki boş sandalyeye oturur, zarifçe bacak bacak üstüne atardı. Puantiyeli elbiselerinden birini giymiş olurdu muhakkak. Saçları lüle lüleydi o zamanlar. Kurdelesiz sahneye çıkmazdı.

Ellerini kucağında kavuşturur, buğulu gözlerle uzaklara dalardı. Şarkısına ne zaman başlayacağını hiç kimse bilmezdi.

Hristo ve Markos’un taksimi esnasında, Maria kendi geçmişinde kaybolurdu.

***

Bizzat kendisinin de hatırladığı ya da annesinden dinleye dinleye öyle sandığı kopuk bir sahne: Annesi seke seke kanto söylüyor, Maria sahnede dekor olarak kullanılan, kenarına hava deliği açılmış bir bavulun içinde yatıyor. Hırsız rolü oynayan aktör doğaçlama bir hareketle bavulu kaldırınca kapak açılıyor ve Maria sahneye yuvarlanıp ağlamaya başlıyor.

Üç yaşında. İlk kez sahnede. Bir temsilde oynuyor. Annesinin üstünde kıpkırmızı, parlak bir elbise. Çok güzel ve her zamanki gibi çok süslü. Zengin bir tüccarla diz dize, gösteriyi en ön sıradan izliyor. Oyunun bitiminde annesi ve beyaz saçlı tüccar “bravo” diye bağırarak Maria’yı ayakta alkışlıyorlar. Annesinin bakışları ışıl ışıl… Küçük Maria’nın gözleri kamaşıyor.

Büyük bahçeli bir konaktalar. Ahşap evin üst katı çalgılarla, şarkılarla çınlıyor. Maria alt katta konağın ahçısının ve bahçıvanının kızlarıyla geç saatlere kadar evcilik oynuyor. Hava iyice soğuyunca ahçının karısı çocuklara bol tarçınlı salep yapıyor. Maria tam salepten ilk yudumunu alırken yukarıda tiz bir kahkaha kopuyor. Maria annesinin sesini hemen tanıyor. Salebini, önüne bakarak, hiç konuşmadan içiyor.

İlkokul mezuniyet töreni. Bir tek Maria’nın velisi gelmiyor.

Kanto sahnesinde. Baygın bakan, bıyık buran, laf atan, küfürlü konuşan erkek güruhun karşısında ergen Maria’nın sesi çatlıyor. Sonra şarkının sözlerini unutuyor. Ve ıslıklar, homurdanmalar eşliğinde hıçkırarak bordo perdenin arkasına kaçıyor.

Bir sonbahar gecesi, evlerinin camı sokaktan fırlatılan taşla kırılıyor. Annesi “Rum evlerini talan ediyorlar” diye bağırarak Maria’yı kucaklayıp arkadaki avluya kaçırıyor. Kapıları baltalarla, kazmalarla kırılıp evlerine bir yığın adam doluştuğunda, Maria ile annesi avludaki eski bir sandıkta iki büklüm istavroz çıkarıyor. Aralık kapaktan görebildiği kadarıyla hemen evlerinin arkasındaki kilise mum gibi yanıyor. İki üç adam annesinin piyanosunu camdan aşağı atıyor. Canım piyano kaldırıma çarparken hayatında duyduğu en acıklı ezgiyi çalıyor.

Gençliği, güzelliği geçtikçe gözden düşen annesini bir akşam evde baygın buluyor. Alkol komasına giren kadını komşularının yardımıyla Balıklı Hastanesine götürüyor. Annesi son kez yolda kızının gözlerinin içine bakıyor. İç donduran, bitik bakışlar… Maria, ertesi sabah koğuş kapısının aralığından, beyaz bir pike ile annesinin yüzünü örttüklerini görüyor.

Makyaj yapıp, yaşını büyük gösterecek giysiler giyerek Büyük Langa’da bir Rum meyhanesinde, Koço’nun Yeri’nde sahne alıyor. Başarısız kanto denemesinin etkisinden kurtulamamış bir türlü. Dili tutuluyor. Provalarda şakır şakır söylediği şarkıların hiçbirine başlayamıyor. Dakikalarca bu yeni yetme kızı dikkatle süzerek, marifetini bekleyen konuklar önce biraz homurdanıyor, sonra sandalyelerini düzeltip, arkadaşları ile sohbete dalıyor.

İşte o zaman… Hiç kimse gözlerinin içine bakmazken, Maria şarkı söylemeye başlıyor. Prova ettiği parçalardan birini değil… Çocukluğunda annesinin onu uyutmak için söylediği hüzünlü, ninniyi andıran bir rembetiko parçasını.

Şarkının bitiminde bütün meyhane ayakta. Maria şaşkın. Kelli felli adamların neden kendisini alkışladığını idrak edemiyor. Çalgıcılar koluna girip ayağa kaldırıncaya kadar seyircileri selamlamak aklının ucundan geçmiyor.

***

Ancak gözlerinin içinde başka kimsenin bakışlarını hissetmediğinde, zihnini durdurup yüreğiyle baş başa kalabildiğinde ve yüreği göğüs kafesine sığmayıp bir ezgiye tutunarak dışarı sızmak istediğinde şarkı söyleyebilirdi.

Türkçe, Rumca, rembetiko, sanat müziği, tango… Burnuna annesinin terle karışık lavanta kokusunu getiren kantolardan bile okuduğu olurdu bazen. Sahnede asla yerinden kalkmaz, omuzlarını bile oynatmazdı. Şarkı söylemek onun için iş değil, var olmaya devam edebilmesini sağlayan bir dayanaktı. Tek dayanak.

Güzel kadındı. Kıdemlilerin söylediklerine bakılırsa annesinden de güzel. İstese tiyatrolarda, kantolarda hatta müşterilerin yeni gözdesi gazinolarda çalışabilirdi. Ama o bütün bunları elinin tersiyle itti hep. Annesinin yaptığı her şeyin tam tersini yapmakta kararlıydı.

Niko’yu da bu yüzden sevdi belki. Çulsuz, iyi kalpli, duygusal… Kazandığı üç kuruşu çevresindeki yoksullara dağıtan, kahkahayı sermayesi, müziği eğlencesi, kitapları mektebi yapmış, kendi halinde bir gönül adamı olduğundan.

Niko sabırla beklemişti Maria’yı. Yıllarca… Ve Maria bir gece, Niko uzun uzun gözlerinin içine bakmasına rağmen bakışlarını kaçırmamış, şarkısını kesmemiş, hatta onunla göz gözeyken her zamankinden güzel söylemişti.

İçe kapanır gibi değil de çiçek açar gibi. Söner gibi değil de parlar gibi. Nefes verir gibi değil de alır gibi.

***

Maria, Niko ile hayatının en güzel yılını geçirdi. Az konuşuyor, çok gülüyorlardı. Kendileri çalıyor, kendileri söylüyorlardı. Birbirlerinin gözlerinin içine bakıyor, başka hayal kurmuyorlardı.

Bu arada Türkiye ile Yunanistan arasında Kıbrıs gerginliği büyüyordu. Birlikte çalıştıkları meyhanenin gayrimüslim müşterileri birer ikişer ülkeyi terk ediyordu.

Müslüman müşterilerin ayağı da yavaş yavaş kesildi. Sonunda Barba, zorbaların sıklaşan tehdit ve baskılarına dayanamayarak meyhaneyi kapattı.

Derken Yunan pasaportlu Rumların sınır dışı edileceği söylentileri başladı. Önce inanmak istemediler. Maria Türk, Niko Yunan pasaportluydu. Bir sabah Niko gazetedeki sürgün listesinde adını gördü. 4. Şubeye gitmesi gerekiyordu. Maria karşı çıktı. Ama Niko hayatını bir kaçak olarak sürdüremeyeceğini söyleyerek ertesi sabah kravatını takıp, şubeye gitti.

Niko’ya bir kağıt imzalattılar. Fotoğrafını çekip, parmak izini aldılar. 48 saat içinde ülkeyi terk etmesini emrettiler.

Niko’nun evlenmeleri için biriktirdiği bütün paraya bloke, baba mirası cumbalı evine tedbir konmuştu. O da diğer Rum pasaportlu vatandaşlarla birlikte 20 kg kişisel eşyası ve yanına almasına izin verilen 22 dolar ile vatanını, köklerini, Maria’sını terk etmek zorundaydı.

Son gecelerinde Niko ile Maria konuşamadılar. Sabaha kadar gözyaşları içinde Zeki Müren’in aynı 45’liğini dinlediler. Konuşmadan söz verdiler. Verdirdiler:

“Gözlerinin içine başka hayal girmesin.”

Ertesi sabah Pire Limanı’na doğru yola çıkan gemi sirenini acı acı öttürerek Galata Limanı’ndan ayrılırken, Niko güvertede laternasını çalıyor, beyaz mendili ile hiç durmadan gözlerini silen Maria’sını o son anda bile neşelendirmeye çalışıyordu.

Nasılsa çok yakında bir daha ayrılmamak üzere kavuşacaklardı. Niko bir iş ve ev ayarlar ayarlamaz Maria’yı da Atina’ya aldıracaktı. İşittiği kadarıyla orada laternacılar buradakinden çok daha fazla kazanıyordu.

Gemi simsiyah dumanını savurarak uzaklaşırken Niko’nun “Sana gelen yollarda daima beni bekle” diye haykıran sesi martı çığlıklarına karışıyordu.

***

Aradan tam elli üç yıl, altı ay, on yedi gün geçti.

Maria, Niko kendisini almak üzere geri döndüğünde kolayca bulabilsin diye hala, birlikte çalıştıkları meyhanenin sokağında, tek odalı ufak bir dairede oturur.

Her sabah uyanır uyanmaz Zeki Müren’in 45’liğini pikaba koyar. Takvimden bir yaprak kopararak, ayrı kaldıkları gün sayısını hesaplar. Niko ile yaptıkları gibi bir dilim beyaz peynir, üç dört siyah zeytin ve iki bardak çayla kahvaltısını yapar. Birkaç kere daha aynı şarkıyı dinler. Puantiyeli eteğini giyer. Saçlarına kurdele bağlar. Plastik taburesini alıp sokağa çıkar.

Tabureyi kaldırıma bırakır. Üstüne minderini koyar. Sırtını apartmanın duvarına yaslayıp, oturur. Başıyla kibar bir selam verir. Tıpkı sahne alırken yaptığı gibi bacak bacak üstüne atar. Ellerini kucağında kavuşturur

Hiç kimseyle göz göze gelmemeye çalışarak bütün gün orada sessizce oturur.

Herkesi, her şeyi unutur. Var olmaya devam edebilmek için buna gereksinim duyar.

Çok nadir de olsa bazı günler yüreği göğüs kafesine sığmaz. Bir ezgiye tutunarak dışarı sızmak ister. İşte o zaman şarkı söylemeye başlar. Her defasında aynısını:

“Gözlerinin içine başka hayal girmesin.”

Şarkı bittiğinde onu kendisi mi söyledi yoksa Zeki Müren mi, gerçekten söylendi mi yoksa hayal mi etti, idrak edemez.

 

BEKLENEN ŞARKI

Söz: Sabih Gözen

Müzik: Zeki Müren

https://www.youtube.com/watch?v=hhVCsxXxQ04

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

KARANLIK ODA

Haftalarca odasından çıkmadığı olurdu. Yarısı boş, hatıralarıyla birlikte duvarları da delik deşik olmuş, kocadıkça kararmış, nemlendikçe yosunlanmış, ceset gibi kokmaya başlamış bir hanın, en az kullanılan koridorunun ucundaki sığınağından.

LEOPAR

Alice’in yanağından kayan gözyaşı damlası ile leopar aynı anda toprağa inmişti. Alice, onunla göz göze gelince elindeki tahtadan bebeği bir kez daha yere düşürmüştü. Leopar yaklaşıp, bebeği koklamış, sonra Alice’e yönelmişti. Alice’in minik kalbi, göğüs kafesini adeta yumruklayarak, kaçması için yalvarıyor, ayakları ise toprağa kök salmış gibi kıpırdamadan öylece duruyordu.

MAVİ KUŞ

Kuş cıvıltısıyla uyandı. Su şırıltısıyla. Bir kavak dalı uzandı penceresine doğru. Yaprakları nazlı nazlı hışırdadı. Ağustos böceği öttü zeytinliklerin o yandan. Bir kurbağa atladı dereye. Yavru olsa gerek, az su sıçrattı…Tek gözünü araladı. Bir bulut belirdi köpük köpük. Sonra öteki göz kapağını. Mavi bir su kuşu kondu kavak dalına. Her sabah aynı kuş. Fatması gittiğinden bu yana, her sabah aynı sabah…

BOĞAZİÇİ NİN BÜLBÜLÜ

Boğaziçi, bir zamanlar özü su, ışık, bülbül sesi ve sazdan oluşan kendine has, tılsımlı bir alemdi. Bu alemin halkı yalı adı verilen dantel gibi işlenmiş ahşaptan, çok odalı konutlarda yaşardı. Boğaziçi’nin kıyısında yan yana boy vermiş yalılar; ön cephelerini usul usul okşayan tuzlu suyun gündüz güneş, gece ay vasıtasıyla gönderdiği aşk elçisi ışık yansımalarının camlarından içeri süzülerek…

SARMAŞIKLAR

Sonbaharın son günleri. Samaşıklar ya sarı ya kırmızı. Güneşle yeryüzü arasına kül rengi bir perde çekilmiş. Bir uyuşukluk var sokakta. Asfaltta kuru bir yaprak inceden dökülerek ilerliyor. Saçağa tünemiş bir kumru; başı gövdesine gömük. Kafede bir tek ben varım. Cam kenarı masada. Kahve tam istediğim gibi. Günün renksizliğine inat kırmızı fincanda.

Kitabım önümde açık. Ama kitaplardan sahici şeyler var hayatta. Kafeye iki kişi giriyor. Üşümüşler biraz. Sigara ısıdan daha mühim. Kafenin dışına oturuyorlar; biri tam önüme. Aramızda demir çıtalı bir cam. Onları gördüğüme ve dinlemek zorunda olmadığıma seviniyorum. Kahvenin yanında ikram edilen minik kurabiyeyi atıyorum ağzıma. Galiba kahveden çok bu kurabiyeleri seviyorum. Ve aslında kahve değil, fincanın rengi tam istediğim gibi olan.

Garson kız ağır ağır kapıya yürüyor. Ellerini göğsünde kavuşturup sokağa bakıyor. Karşı binanın cephesini sarmış, sarılı kırmızılı sarmaşıklar fon oluyorlar ona. Kız profilden daha güzel. Burnunun hoş bir kavisi var, uca doğru hafifçe havalanıyor.

Yalnızlık onu güzel yapan. Biri sarılsa böyle umursamaz duramaz. Büsbütün kendi gibi olamaz böyle. Ben de mesela bunları düşüneceğime kendimi nasıl daha fazla beğendireceğimi düşünürdüm yalnız olmasam. Oysa kız şimdi karşı duvardaki sarmaşıklar kadar geçici duruyor kafenin kapısında. Sert bir rüzgar çıksa aniden, dalından kurtulup uzaklaşabilir. Öyle bakıyor dünyaya. Rüzgarsız ve heyecansız.

Hayat akmıyor bir süredir. Kitap akmıyor. Sokak akmıyor. Kahve azalıyor biraz. Kız sipariş alıyor şimdi. Müşteriler ısıtıcı var mı diye soruyorlar el kol işaretleri ile. Kız “yok” bile demiyor. Başını sallıyor yalnız. Rüzgara kapılmış sarmaşıklar gibi. Yüzü sapsarı. Sarmaşıkların kırmızısı var hiç değilse.

Havanın renksizliği, kafenin kimsesizliği, sokağın akıntısızlığı hafifletiyor hayatı. Kitap ağır geliyor biraz. Yine de kapağını kapatmıyorum. Açık kalsın ama okunmasın. Askıda olsun her şey. Hafiflik buna bağlı. Hava ne açık, ne kapalı. Sokak bomboş değil. Dolu hiç değil. Saat sabahla akşama eşit uzaklıkta. Sarmaşıklar titriyor ama düşmüyor. Garson kız desen, öyle.

Düşlerin maddesi sızmış sanki dünyaya. Fincanla bazı sarmaşıkları saymazsak her şey renksiz. Herkes yarı saydam. Yalan söylesen belli olur. Bağırsan sesin çıkmaz. Kırmızı fincanı tutsan sıkı sıkı, uyandığında yatağında olmaz.

Kuru bir yaprak geçiyor sokaktan, inceden dökülerek. Tam önümde oturan adam da arkadaşına değil ona bakıyor. Bir tek o ilerliyor çünkü. Biz hepimiz saplanmışız. Şikayetçi değiliz bundan. Mutlu da sayılmayız. Askıdayız çünkü. O yüzden hafifiz. Huzurluyuz aslında ama mutlu sayılmayız. Bir amacımız ve ona ulaşma ihtimalimiz yok çünkü. Tesadüfen hafifiz, bu yüzden de huzurlu.

Ihlamur getiriyor garson kız müşterilere. Üşüseler dışarıda oturmazlar. Üşümeseler ıhlamur içmezler. Askıda işte onlar da. Sigara içmek için üşüyorlar. Buna rağmen yaktıkları sigaraları içmeyi unutuyorlar sık sık.

Garson kız kapının dışında duruyor. Kollarını göğsünde kavuşturuyor. Bu hareketini özlemiş olduğumu fark ediyorum. Kumru gövdesine gömdüğü başını çıkarıyor. Bir melodi işitiliyor uzaktan. Tatlı bir ezgi. Küçük kurabiyelerden çektiriyor insanın canını. Küçük bir çocuk görünüyor sokağın başında. Omzunda kırmızı bir akordiyon.

Notalar yaklaşıyor tıngır mıngır. Çocuk ne gülüyor, ne de üzgün. Askıda o da. Şarkısı desen öyle: Bembeyaz, ipeksi bir kumaş gibi örtüyor hepimizi akordiyonun körüğünde dokunarak.

Sokağın başında yakışıklı bir erkek beliriyor bu kez. Kirli sakallı, siyahlar giymiş. Elleri ceplerinde. Paltosunun önü açık. Kararlı adımlarla geliyor. Bizim gibi değil o; ne aradığını biliyor.

Çocuk, kafenin önünde. Müşteri kaykılıyor. Bahşiş verecek, pantolon cebini karıştırıyor. Çocuk güzel çalıyor. Ama sokakta bahşiş verebilecek başka kimse yok.

Garson kız, bakışlarını kumrudan aşağı indiriyor. Karşısında onu görüyor. Dikleşiyor birdenbire. Derin bir nefes alıyor. Sarmaşık yaprağına benzemiyor artık. Rüzgarla bir usul usul sallanmıyor.

Sakallı erkeğin gülümsemesine karşılık veriyor. O sapsarı yüzüyle kıpkırmızı gülüyor. Kahve fincanından bile canlı. Erkeğin elleri cebinden çıkarken, kızın göğsünde topladığı zarif kollar aşağı düşüyor.

Erkek usul usul ilerleyen, inceden dökülen yaprağı eziyor kıza yaklaşırken. Müşteri parayı buluyor sonunda. Çocuğun akordiyonuna tutturulmuş bahşiş kutusuna atıyor tıngır mıngır.

Romantik bir müzik kaplıyor sokağı. Erkek kafenin kapısına iyice yaklaşıyor. Kız ona doğru bir adım atıyor. Çocuk ikisine eşit mesafede çalıyor şimdi. Erkekle kızın önce bakışları kenetleniyor. Sonra gövdeleri.

Kumru pırrr diye uçuveriyor çatılara doğru. Onun rüzgarıyla sarmaşık oluktan kurtuluyor. Erkekle kızın dudakları buluşuyor tutkuyla. Birbirlerine sıkı sıkı sarılıyorlar. Bütün bir evreni kucaklar gibi.

Kitabın kapağını kapatıyorum. Ihlamurları ve sigaraları biten müşteriler hesap istiyor. Akordiyoncu çocuk, müziğini peşinden sürükleyerek ağır ağır uzaklaşıyor. Garson kız önlüğünü çıkarıp kasaya doğru yürüyor. Askıda değiliz artık hiçbirimiz. Hava ağırlaşıyor.

Karşı binanın cephesine bir tutam güneş düşüyor. Şimdi bazı sarmaşıklar fincanımdan daha kırmızı… Şekilleri basbayağı kalbe benziyor.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

SÜTLÜ KAHVE

Loş bir Latin kafesi. Kara sineğin biri boşalmış kola bardağının içinde aheste geziniyor. Sıcaktan ara sıra sandalyelerin bambuları çıtırdıyor. Yüksek tavanda geniş kanatlı bir pervane hafiften yalpalayarak dönüyor, dönüyor… Sanki her dönüşte biraz daha yalpalıyor. Duvara gömülü raflarda tenekeden kahve kavanozları, yaprakları sararmış kitaplar, sırları dökülmüş aynalar ve pastoral kapaklı dikiş kutuları dizili.

ÇATI KATI

Kadın çatı katında yaşıyordu. Şehrin kirliliğinden, gürültüsünden uzak. Bulutlar arasında, tek başına… Bir kaç martı dostu vardı. Bir çift de kumru komşusu. Kedileri, kitapları, kemanı, çiçekleri…

KARA TREN

Siyah bulutlar sini gibi örter ya bazen yeryüzünü. İşte öyle zamanlarda insanların içi tren gibi kapkara olur. Sis kaplar dört yanı. Bedenler gölgeye dönüşür. Kimse birbirini tanıyamaz. Ürkekleşir. Aynalar, göller, kuyular filan parlar nadiren. Derinlerde gizledikleri son ışıklarıyla. Onlara da pek kimse bakmak istemez. Bakan tek tük meraklı, kendini göremez yüzeylerinde.

SARI MELAHAT

Sirkeci Garı’nın önünden geçerlerken Bedri duraksıyor. Yavaşlamasının nedeni, garın kapısına yaslanmış hüngür hüngür ağlayan genç köylü kadın… Arkadaşlarına ufak bir işi olduğunu, beş dakika sonra Sarayburnu’ndaki çay bahçesinde onlara katılacağını söylüyor. Daha önce de İstanbul’a ayak basar basmaz paniğe kapılan pek çok taşralıya el uzatmışlığı var, gar çevresinde.