Yazar: Tgumusay

BATMAN

Stockholm’deyiz. Aylardan Aralık. Geceleri ısı -20 dereceye düşüyor. Çatlak bir sanatçı emeklisinin evinde kalıyoruz. Daireyi adamakıllı ısıtmak yerine, kaban, bere ve dizlerine kadar çektiği yün çoraplarla dolaşıyor. Dışarıda sürekli kar yağıyor. Geceleri fırtına pencereleri zorluyor. Deniz buz tutmuş, üstünde ördekler geziniyor. Gemiler, buzları kırarak karşı yakaya insan taşıyor. Etrafta pek insan da yok, hoş. Yerliler noel tatilinde, evlerinden çıkmıyor. Turistler? Ev sahibimiz dahil, sohbet ettiğimiz herkes yüzlerimize tuhaf tuhaf bakarak “bu mevsimde turistin Stockholm’de ne işi var?” diye soruyor.

Büyüleyici bir masal kitabının karlı sayfalarında dolaşıyor gibiyiz eşim ve 7 yaşındaki oğlum Rüzgar’la. Rüzgar’ın meraklı nefesi rengarenk ışıklarla, müzik kutuları ve hareketli noel oyuncaklarıyla dolu sevimli dükkan vitrinlerini buğulandırıyor. Kimse bir yerini incitmesin diye ağaç gövdeleri süngerlerle sarılmış kütüphane bahçesindeki yamaçtan kızakla kayıyoruz. Yürümeyi sevdikleri için postacı olmuş bir çiftle karlar arasında sohbet ederek hayvanat bahçesi geziyoruz. Her şey değişik; geyik eti yiyoruz.

Çok sevdiği Pippi Uzunçorap’ın müzesinin tatil nedeni ile kapalı olduğunu öğrendiğinden beri Rüzgar’ın canı sıkkın. Haksız da sayılmaz; Stocholm’e dair en büyük hayali Pippi’nin evinde dolaşmak, atına binmek, maymunuyla tanışmaktı. Dönüş günümüzde açılacak müzeye uçuştan önce birkaç saatliğine de olsa uğrayacağımıza söz verince biraz olsun teselli buluyor. İnternette resimlerini coşkuyla incelediği Gröna Lund adlı dev eğlence parkını da beyazlara gömülmüş bulunca beklentileri hepten buz tutuyor.

Biz dükkanlara girip çıkarken; saatlerce nobel müzesini, noel pazarını gezerken, o elindeki Batman figürünü uçurup, ağzıyla tuhaf sesler çıkarıyor. Kahramanını bir yerlere kondurup, havalandırıyor. Onu konuşturuyor. Bazen de sıkılıp söylenmeye başlıyor. “Gidelim” diyor. “Nereye?” diye sorunca. “Bana göre bir yere.” diye yanıtlıyor.

Sokak köşelerinde, yoldan kürenen karların yığılması ile oluşturulmuş iki, üç insan boyunda beyaz tepecikler var. Rüzgar’ın sıkıntısını dağıtmak, biraz da ısıtmak için elinden tutuyorum. Koşarak karşımızdaki kar tepesine tırmanıyoruz.

Bayılıyor bu oyuna. Yeterince hızımızı almışsak zirveye ulaşabiliyoruz. Bazen de tökezleyip yarısında tükeniyor, hatta kayıp gerisin geri caddeyi boyluyoruz. Kıkır kıkır gülüyor o zaman. Babası ile beraber olunca bunu başarısızlık değil, eğlence olarak algılıyor. Tekrar deniyoruz. Zirveyi bulunca annesini selamlıyoruz. Batman’i havaya kaldırıyor. O da takımın parçası; bu gururu ona da yaşatıyor.

Eşim üzerinde dikilmekte olduğumuz kar tepesinin tam karşısındaki hediyelik eşya dükkanına gireceğini işaret ediyor. Viking şapkaları, buzdolabı mıknatıslar, noel mumları ve türlü hatıra eşyası ile dolu tipik bir turistik dükkan. Zirveyle vedalaşıp peşinden gidiyoruz biz de birkaç dakika sonra. Saat erken henüz ama hava kararmak üzere. Rüzgar yeniden sızlanmaya başlıyor.

“Sana bir şey alayım mı bu dükkandan?” diye soruyorum. Başını iki yana sallıyor. Hakkını Pippi Uzunçorap müzesinde kullanacağını söylüyor. Kararlılığı hoşuma gidiyor. Eşim kuzey ışıklarını evimizin penceresine taşımak üzere elektrikli bir yılbaşı şamdanı satın almış. Parasını ödüyor. Rüzgar bekleme sandalyesinde büzüşmüş, hepten ufalmış görünüyor. “Hemen gideriz, değil mi eve?” diye soruyor. “Bir şeyler yiyelim. Sonra…” diye yanıtlıyorum. En çok evi seviyor. İstanbul’da da öyle…

Dışarı çıkıyoruz. Dükkanlar sıra sıra. Kutu gibi, ufak ve şirin hepsi. Vitrinleri ışıl ışıl. Her şey özenli. Sıcacık. Rengarenk. Yollar daracık. Orta Çağ’dan kalma. Tiz bir çocuk korosunun ilahisi duyuluyor derinden. Lapa lapa kar yağıyor. Müzikli bir kar küresinin içinde gibiyiz. Rüzgar eve gitmekte ısrar ediyor. Biz şarkının nerede söylendiğini merak ediyoruz. Rüzgar’ı kucağıma alıyorum. Artık hafif değil ama böyle zamanlarda onu istediğin yere götürmenin tek yolu bu.

Dar bir yola sapıyor eşim. Kaymamaya çalışarak onu takip ediyorum. O kadar çok kar yağıyor ki, aramızdaki mesafe birkaç adım açılınca, birbirimizi göremez oluyoruz. Rüzgar’ın yanağı yanağımda; sesi çıkmıyor. Şarkı giderek yükseliyor… Ve bizi bir kiliseye ulaştırıyor.

Karanlığa gömülmüş sokakların aksine içerisi ışıl ışıl: Neredeyse tüm şehir burada toplanmış. Bordo cüppeli kadın ve çocuklardan oluşan bir koro, şefkat dolu bir şarkı söylüyor. Rüzgar’ınkine yaslı olmayan yanağıma kar taneleri düşüyor.

Eşim yer buluyor içerideki tahta sıralarda. Oturup birkaç parça daha dinliyoruz. Çocuk sesi kadar tiz, saf ve evrensel bir iyimserlik hepimizi sarmalayıp, kilisenin kapısından Stockholm sokaklarına taşıyor.

Rüzgar’ın uykusu geliyor iyice. Şarkılar ninni gibi, göz kapaklarını ağırlaştırıyor. Eşim: “Kalkalım” diyor. “Daha yemek yiyecek çocuk.”

Mesafe çok uzun. Yerler kaygan. Rüzgar’a anlatıyorum bunu. Mecburen yürümesi lazım. Biraz ayılsın diye bir kar tepesine koşmayı teklif ediyorum. Enerjisi kalmamış hiç. Elini sıkı sıkı tutup sürüklemeye koyuluyorum.

Eve yakın bir restorana giriyoruz. İçerisi sıcacık. Sosis, patates kızartması siparişi, Rüzgar’ın keyfini biraz olsun yerine getiriyor. Yemeğini beklerken annesine dönüp:

“Batman’imi verir misin?” diyor.

“Batman mi? Bende değil ki.” diye yanıtlıyor eşim. Bir yandan da çantasını kontrol ediyor. “Sen bana verdin mi ki?”

Rüzgar ellerini iki yana açıyor. Onun işi hatırlamak değil ki; oynamak.

Eşim “Yok işte” diyor. Cüzdanını, pasaportları ve birkaç parça eşyasını masanın üstüne çıkarırken. “Senden almadım ki ben onu, bir tanem.”

Rüzgar durgunlaşıyor iyice. Paltosunun cebine bakıyorum, ben. Eşim “Evet” diyor. Ordadır, başka nerede olacak?” Orada da olmadığı anlaşılıyor.

“Rüzgarcım kalksana ayağa” diyor eşim. “Pantolonunun ceplerine bakalım”

Pantolon ceplerinde de yok. Yemekler geliyor bu arada. Herkesin karnı açtı beş dakika önce. Ama şimdi kimse tabağına elini sürmüyor. Aynı konuşmalar birkaç kez tekrarlanıyor. Aynı yerler üç dört kez kontrol ediliyor. Tüm olasılıklar değerlendiriliyor.

Ve nihayet umutlar tükeniyor.

“Neyse Rüzgar’cım” diyorum. “Yapılacak bir şey yok. Yolda düşmüş anlaşılan.”

Rüzgar’ın soğuktan elma gibi kızarmış yanakları şişiyor, şişiyor. Çenesi büzüşüyor. Alt dudağı, üstü dudağının üstüne kapanıyor. İki damla göz yaşı yanaklarından çenesine iniyor ve iç çekerek ağlamaya başlıyor.

Eşimle donakalıyoruz. Bu kadar içten ve sessiz ağladığına tanık olmamışız oğlumuzun.

Hiçbirimizde iştah kalmıyor. Eşim sarılıyor Rüzgar’a. Ben teselli etmeye girişiyorum:

“Hemen yeni bir oyuncak alacağım sana.” diyorum. “Burdan çıkalım. Açık ilk dükkandan alacağım, söz.”

“İstemem” diyor.

“Hem Batman eskimişti biraz, daha yeni bir oyuncak alırız.”

“Ben daha yeni bir oyuncak istemiyorum. Batman’imi istiyorum.” diye söyleniyor kırık dökük.

“Peki yarın açık büyük bir mağaza buluruz belki. Yeni bir Batman alırım sana.” diye şansımı deniyorum.

“Ben yeni bir Batman istemiyorum ki Baba” derken göz yaşları hıçkırığa karışıyor. “Benim Batman’imi istiyorum.”

Eşimle birbirimize bakıyoruz. Herhangi bir oyuncağı değil, en yakın arkadaşını kaybettiğini o zaman idrak ediyoruz.

Lokmalar ağızlarımızda büyüyor her birimizin. Kimsenin çıtı çıkmıyor. Rüzgar iç çekiyor arada. Ağlamıyor artık. Donuk donuk bakıyor. Tabağına dalıp dalıp gidiyor. Annesi hatırlatmazsa, yanağını şişiren sosis lokmasını çiğnemeyi unutuyor.

“Sizi eve bıraktıktan sonra ben Batman’i aramaya gideceğim.” diyorum aniden.

Eşim şiddetle karşı çıkıyor. “Hava iyice soğudu. -25 derece şu an. Tipiyi görmüyor musun? Sokaklarda insan kalmadı. Delirdin mi sen?”

Rüzgar’la göz göze geliyoruz kısa bir an için. Bakışları yine önüne düşüyor. İç çekmeyi bırakıyor.

“Batman ne yapıyordur şimdi?” diye soruyor, gözünü tabağından ayırmadan. “Bu soğukta, tek başına üşüyor mudur?”

Yemekten sonra Rüzgar’ı kucaklayıp eşimle ikisini eve bırakıyorum. Çatlak ev sahibimiz ortalıkta görünmüyor. Eşim hala bana engel olmaya çalışıyor:

“Göz gözü görmüyor baksana. Her nereye düştüyse çoktan üstü karla örtülmüştür zaten. Telefonunun şarjı da yok. Donsan, kaybolsan yabancı memlekette, nerede arayacağımızı bile bilmiyoruz seni!”

Sokaklar bomboş. Hava daha da soğumuş. Titreyerek yürüyorum. Kentteki tüm çocukların heyecanla Noel Baba’nın getireceği hediyeleri beklediği bir gecede benim oğlumun en sevdiği oyuncağını yitirmesini kabullenemiyorum.

Kar fırtınası tokat gibi vuruyor yüzüme. Dengemi bozuyor, geriye doğru birkaç adım püskürtüyor. Gücümü toplayıp, ilerlemeye devam ediyorum.

Geçtiğimiz yerlere bakıyorum sırayla. Ama aklım kar tepelerinde. Batman’i en son Rüzgar’ın sol elinde görmüştüm çünkü… Kar tepelerine koşarken ise aynı eli benim sağ elimi tutuyordu. O ara Batman’i bırakmış olmalıydı yani. Ya annesine vermiş, ya da cebine koymuştu. Annesine vermediğinden emin olduğumuza göre cebine koymuş olmalıydı. Kar tepesine tırmanırken de sarsıntının etkisiyle cebinden düşürüvermişti.

Düşündükçe mantıklı geliyor bu senaryo. Kaşlarımın, sakallarımın donduğunu hissediyorum. Kulaklarımı hissetmiyorum bir süredir. Artık daha iyimserim yine de. Tipiyi yararak ilerlemeye devam ediyorum.

Uzaktan koronun sesi duyuluyor. Kilise yolundaki kar tepesinin dibindeyim. Etrafında dolaşıyorum. Üstüne çıkıyorum. Rüzgar yorgundu, bu tepeye tırmanamadı bile. Yine de her ihtimale karşı, onunla geldiğimiz yönden, onunla çıkabildiğimiz noktaya kadar yürüyorum. Eldivenlerimle taze karları temizliyorum. Orada olduğunu hiç sanmıyorum.

Başım önde, kiliseye doğru ilerliyorum. Koro insanın ruhunu okşayan bir şarkı söylüyor. Tertemiz bir çocuk kalbinin dünyada açamayacağı kapı olmadığını düşünüyorum. Hayatta biraz iyilik, azıcık adalet varsa, bu ilahiler boşa söylenmiyorsa, Batman’in bu kutsal gecede oğlumu yalnız bırakmayacağına inanıyorum.

Tekrar caddeye dönüyorum. Eşimin elektrikli şamdan satın aldığı hediyelik eşya dükkanı açık hala. İçeri girip Rüzgar’la oturduğumuz sandalyenin altına bakıyorum. Yok! Mağaza görevlisi yaklaşıyor. Derdimi anlatmaya çalışıyorum. Ellerini iki yana açıyor. Yok! Yok!

Dışarı çıkıyorum. Alt dudağının büzüşüp üst dudağını kapatışı geliyor gözümün önüne. Sicim gibi iki damla yaşın kırmızı yanağında yol alışı… İçim donuyor. Karşıdaki kar tepesine doğru koşmaya başlıyorum.

En tepesine… Eteklerine… Tabanına bakıyorum. Çevresinde turluyorum. Bir daha… Bir daha… Ellerimle temizliyorum karı. Ayaklarımla tekmeliyorum.

Dakikalarca tekrarlıyorum bunları… Belki yarım saat… Belki daha fazla. Caddenin ışıkları sönüyor. Hediyelik eşya dükkanının vitrini kararıyor. Tipi iyiden iyiye şiddetini artırıyor.

Kar tepesinin zirvesindeyim bir süredir. Oradan her yer görünür diye. Hiçbir şey görünmüyor halbuki. Elim, kolum üşümüyor artık. Kalbim üşüyor.

Beş yüz metre kadar ileride, bir projektörün altında, silahlı bir polis dikiliyor. Yüzü bana dönük… Başka da canlı yok etrafta. Polis, parlamentonun nöbetçisi olmalı. Uzun süredir beni gözetliyor; sanırım aklı başında kimsenin ortalıkta gözükmediği bu saatte, tek başına bir kar tepesinin etrafında debelenip duran karaltıdan şüpheleniyor.

Ürperti geliyor üstüme. Soğuktan, çaresizlikten ya da henüz farkına vardığım polis tehdidinden ötürü titremeye başlıyorum.

Polise doğru yürümeye başlıyorum. Neden böyle tuhaf davranışlarda bulunduğumu açıklamak, son çare Batman’i bir de ona sormak ya da umudumu uzun süre önce yitirmeme karşın bir türlü kopamadığım kar tepesinden uzaklaşmak için yapıyor olabilirim bunu.

Polis silahı bana dönük, kıpırdamadan bekliyor. Namluya doğru yaklaşıyorum. Fırtına kulaklarımı uğuldatıyor. Bilim kurgu filmlerindeki robot savaşçılar gibi kat kat, kabuklu giysiler giymiş. Yüzü kar maskesi ile örtülü; bir tek gözleri görünüyor.

“Özür dilerim.” diyorum sesime özgüvenli bir ton vermeye çalışarak. “Oğlum Batman oyuncağını kaybetti de onu arıyordum.”

Polis hayatında ilk kez benim gibi bir türe rastlamışçasına, hiç tepki vermeden yüzüme bakmaya devam ediyor.

Sonra ani bir hareketle arkasını dönerken: “Beni takip et.” diyor.

Birlikte binanın etrafında dönüyoruz. Beni sorguya götürdüğünden şüpheleniyorum.

Birdenbire duruyor.

“Nasıl bir oyuncak bu?” diye soruyor.

“Batman işte” diyorum. “Gri kostümlü, mavi pelerinli, on beş, yirmi santim boyunda bir süper kahraman figürü.”

Tarifimden tatmin olmuş gibi başını sallıyor. Kar maskesini aşağı çekip ağzını açığa çıkarıyor.

“Benden önceki nöbetçi arkadaşım şöyle bir şey bulmuş.” diyerek demir parmaklıklı büyük pencereye doğru yöneliyor. Başıyla pervazı işaret ederek:

“Bu olabilir mi?” diye soruyor.

Beli, dizleri bükülerek parmaklıkların arasına oturtulmuş Batman’i görüyorum karşımda.

Kulaklarımda çocuk korosu kreşendo yapıyor.

Minnetle, oğlumun arkadaşını teslim alıyorum. Onu sol avcumun içinde sıkı sıkı tutuyorum. Fırtınayı arkama alarak koşmaya başlıyorum.

Bağıra bağıra; masallara, süper kahramanlara, korolara, meleklere, mucizelere, adalete, iyi insanlara ve çocuklara sonsuza kadar inanacağımı haykırıyorum. Bir an önce çatlak ev sahibimizin dairesine ulaşıp, Batman’i oğlumun yastığına yatırmak için sabırsızlanıyorum. Sabah gözlerini açıp arkadaşı Batman’i yanı başında bulduğunda, bu mucizeyi Noel Baba’nın gerçekleştirdiğini düşünmesini istiyorum.

Stockholm, 24 Aralık 2010

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

YALNIZLIK

Siyah pardösüsü ile gece yarısı ışıksız sokaklarda yok oluvermekten hoşlanır. Metruk binaların buz gibi tırabzanlarını tutup, kırık basamaklarını tırmanmayı… Sahibiyle birlikte aklını da yitirmiş is kokulu odalarda dolaşmayı… Sanayi mahallelerinde ansızın köpek çetelerinin ortasında kalmayı… Sırtından beline doğru misket gibi soğuk ter damlalarının inmesini…

SAKALLI

Merkez Havana’nın her türlü olasılığa açık ara sokaklarında büyülenmiş gibi dolaşıyordum. İspanyol sömürge devrinden kalma yıpranmış rengarenk binaların dantel gibi işlenmiş rölyeflerini incelerken, balkonun birinden gülümseyen kahverengi tenli bir kadınla göz göze geliyor; onun sallandırdığı sepete buz gibi Küba birası ve papaya koyan altın dişli zencinin yanından geçerken, sarmaş dolaş bir çift taşıyan tenteli bir bisiklet tarafından ezilme tehlikesi geçiriyor…

YOL ARKADAŞI

Delikanlının başı tatlı tatlı dönmeye devam ediyor. Çay ocağından buharlar yükseliyor. Tesise park eden otobüslerin farları tipiyi belirginleştiriyor. Çaylar tazeleniyor. Aralıksız anonslar yapılıyor. Sözcükler arasında boşluk bırakmadan, tuhaf bir şiveyle, mikrofon ağıza sokularak yapılan bu konuşmalardan delikanlı hiçbir şey anlamıyor. Mustafa cama bakarak konuşuyor. Delikanlı uyuşmuş gibi… Mustafa’nın söyledikleri dahil her şeyi…

ALTIN SABAH

O sabah, hiç sabaha benzemiyordu. İstanbul aydınlanamamış, silueti sulu boya gibi dağılmıştı. Gökyüzünün ağzından burnundan buhar çıkıyordu; maviyi unutmuş, buluta üşenmiş, geceyi kaçırmıştı. Boğaziçi zeytinyağlaşmıştı.

YALÇIN ABİ

Fırına, bakkala sek sek gitmeye bayılırdı. Bir bahaneyle sokakta olmaya… Annesine ev işlerinde yardım etme konusunda ne kadar isteksizse, babasının kırdığı odunları balkonlarına taşımaya o kadar hevesli…

Kiralık daireleri apartmanın en üst katındaydı. Kucakladığı odunlarla dik merdivenleri inip çıkarken, incecik kolları titremeye başlardı. Pes etmezdi ama. En üstten birkaç parça eksiltir; sokaklarının iyot ve is karışımı nemli, soğuk kokusunu körpe ciğerlerine çeke çeke babasının kaldırımda parçalara ayırdığı ağaç gövdesini ufak ufak yukarı taşırdı.

Bazı soğuk kış gecelerinde, keyfi de yerindeyse; ısınmalarını Zerrin’e borçlu olduğunu söyleyiverirdi babası… Herkes Zerrin’e bakardı birden. Biraz müteşekkir, biraz kıskanç… Sanki odunlar bir başka harlı yanardı o zaman. Zerrin, yanaklarının sıcaktan kızardığını söylerdi.

Başka da kimse güzel söz etmezdi ona. Sokağa gerili iplerini tek başına çamaşırla doldurduğunda mesela, annesi muhakkak bir kusur bulurdu. Ya üst üste asmış olurdu çamaşırları, ya çok aralıklı; ya donları ortaya getirip el aleme sergi açtı diye laf işitirdi, ya da en uçtaki fanilayı karşı apartmandaki işyerinin kirli camına değdirdiği için.

Ablasıyla istasyon duvarının kıyısında midye ayıklardı bazen. Sabırsızdı: Parmakları, avuç içleri hep kesik içinde…

Teyze çocukları halı yıkamaya çağırdığında içi içine sığmazdı. Eniştesinin kuru temizleme dükkanının önüne serdiği halının üstü kaşla göz arasında çocuk ve köpükle doluverirdi. Zerrin yaz boyunca arap sabunu kokardı. Arada hortumun ucunu teyze çocuklarına çevirir, kıkırdayarak savaş başlatırdı.

Dedikoduya bayılırdı. Hele uyuma numarası yapıp, büyük ablasıyla amca kızının erkekler hakkında konuştuklarını dinlemeye… Gözbebekleri göz kapaklarının altında fıldır fıldır oynaşırken soluğunu tutar, erkeklerin kızlara yapmak istediklerine merak, korku ve utanç verici bir hevesle kulak verirdi.

Dinlerken dinlerken uyuyakalır, neyi onlardan işitti, neyi rüyasında gördü, birbirine karıştırır; ertesi sabah kendi kendine o gece muhakkak uyanık kalıp herşeyin iç yüzünü öğreneceğine söz verir ama yine sohbetin en heyecanlı yerinde, mesela tam amca kızı erkek arkadaşıyla terk edilmiş bir evin avlusunda buluşmaya giderken, o uykuya dalmış olurdu.

Bakkalın oğlu Yalçın Abi’nin yakışıklılığının yanı sıra ne kadar akıllı ve efendi olduğunu o dedikodular esnasında öğrenmişti. Mahallenin bütün kızları peşinde olmasına rağmen hiç kimseyle ilgilenmediğini, işten zaman buldukça ders çalıştığını, üniversiteyi dışarıdan bitirmeyi kafasına koyduğunu… Bir de tıpkı Zerrin gibi yeşil gözlü, kumral kızlardan hoşlandığını…

***

Son zamanlarda bir huy edinmişti Zerrin. Yolun ortasına kadar yürüyor, tek ayağını bir adım yana açıp belini hafifçe büküyor, biri korna öttürünceye ya da ne yaptığını soruncaya kadar orada öylece dikiliyordu. Sorana saatine göre babasını, ablasını, tüpçüyü, halıcıyı, midyeciyi, patatesçiyi beklediğini söylüyordu. Ya da kardeşine baktığını…

Ama aslında Yalçın Abi’nin yolun sonundaki bakkal dükkanından çıkmasını bekliyor olurdu. Çıkmasını ve uzun parmaklarıyla sigara içmesini… Midye kabuğu gibi siyah ve mat gözlerini gökyüzüne dikerek bulutları, martıları seyretmesini… Dükkanın önüne atılmış dondurma çubuğunu ya da gazoz kapağını sert bir vuruşla çöpe yollamasını… Başını hafifçe eğip, tentenin altında volta atarak telefonla konuşmasını…

Yalçın Abi dışarı çıkınca kalbi küt küt atmaya başlardı Zerrin’in. Bazen dayanamaz geri kaçardı sokaklarına. Apartmanlarının merdivenine oturur, derin derin soluk alıp vererek cesaretini toplamaya çalışırdı. Annesi enseleyiverirdi öyle zamanlarda. Eve çıkıp temizliğe, bulaşığa yardım etmesini söylerdi. Babasına kumanya götürmesini…

Bazen de çamaşır suyu filan alınması gerekirdi. Bir an için, yüreği yerinden fırlayacak gibi olurdu Zerrin’in. Parayı terli avucunun içinde sıkarak bakkalın yolunu tutardı. Önce sek sek, yaklaştıkça adım adım, kapıdan girerken – boyunu uzun göstermek için – balerin gibi ayak parmak uçlarında…

Ekmek, deterjan ve ciklet kokardı bakkalın içi. Her mevsim loş ve serin. Yalçın Abi en dipte yazar kasanın arkasında kitap okuyor olurdu genellikle. O oturduğu için gözleri aynı hizada; tam istediği gibi. Parmak uçlarında sessizce yürüdüğünden Yalçın Abi hemen fark etmezdi onu. Zerrin de fırsat bu fırsat uzun uzun incelerdi: Elini ciddiyetle çenesinde tutuşunu… Düşünmekten kırış kırış olmuş geniş alnını… Eşit aralıklarla yüzünü kaplayan, şakaklarında ve dudaklarının altında bıçak gibi kesilen simsiyah, dimdik sakallarını… Yakasından fırlayan gür, kıvrıcık, göğüs kıllarını… Kısa saçının hiç bozulmayan perçemini… Dudağının kenarında, ciddiyetle gülümseme arasında asılı kalmış kırışıklarını…

Soluksuz izlerdi Yalçın Abi’yi. Amca kızının, ablasının anlattıklarını hatırlayarak izlerdi. Rüyasında yıkıntılar arasında olanlar düşerdi aklına, yanakları kızarmasın diye başka şeyler düşünmeye çalışarak izlerdi. Herşeyi unutarak, bakkalın serin loşluğunda belli belirsiz parlayan bir kremalı bisküvi paketi gibi cansız ve edilgen, öylece tatlı tatlı izlerdi. Raftaki tozlu barbunya konservesi kadar içine kapanık, sonsuza dek dikkat çekmeden orada öylece var olmayı dileyerek, bir yandan da fark edilmek için yanıp tutuşarak izlerdi.

Sonra bir şey olurdu. Biri girerdi içeri. Ya da gürültülü bir kamyon geçerdi caddeden. Yan apartmandan biri sepet indirip “bakkaaaal” diye bağırmaya başlardı. Telefon çalardı. Elektrik kesilirdi. Kısacası bir biçimde hissederdi Yalçın Abi, onun orada olduğunu. Ağır ağır, uykudan uyanır gibi kaldırdığı gözlerini Zerrin’inkilere dikerdi. Midye matı gözleri belli belirsiz canlanırdı. Dudağının kenarındaki tereddüt, gülümsemeye dönüşürdü. Umut vermeden sevgi vermeyi bilirdi Yalçın Abi. Heveslendirmeden gönül almayı.

***

“N’aber Zerrin?” diye sordu o gün. “Yeşilmiş ya kız, senin gözlerin.”

“Hı hı” diye kekeledi Zerrin. Sıka sıka ıslak hamur parçasına çevirdiği parayı tezgahın üzerine bıraktı, parmaklarındaki kirli midye kesikleri görünmesin diye çabucak.

Derin bir nefes çekti içine: “Bir çamaşır suyu alayım.” dedi zorlukla.

Yalçın Abi tezgahın gerisinden çıktı. Arap sabunu kokan Zerrin’in yanından arka tarafa doğru yürüdü, tıraş losyonu kokusu saçarak. Uzun boyu sayesinde hiç zorlanmadan en üstteki raftan çamaşır suyunu aldı. Tezgaha dönüp toz beziyle plastik şişeyi silmeye koyuldu. İşte o zaman, Yalçın Abi tam kulbu temizlerken, gerçek hayatla düşler arasında kaldığı zamanlardakine benzer bir bilinç dışılıkla fısıldadı, Zerrin o cümleyi:

“Saçlarım da kumraldır.”

Sonrası titreyen kollar… Gülmeye karar veren kırışıklar… Kızaran yanaklar…

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

SAKIZ İLE CİNGÖZ

Kadırga’da bir evde yaşıyorlardı. İki kardeş… Sıradan ev kedilerinden değillerdi. Her şeyden önce evleri sıradan değildi. Dış cephesi kısmen yıkık, duvarlarının boyaları yaprak yaprak soyulmuş, merdivenleri çökük, ahşapları çürük tarihi bir konakta doğup büyümüşlerdi. Babalarının Mart aylarında Yenikapı ile Cankurtaran arasında turlayarak önüne gelene asılan, koca kafalı bir boş gezen olduğu söylenirdi.

LEOPAR

Alice’in yanağından kayan gözyaşı damlası ile leopar aynı anda toprağa inmişti. Alice, onunla göz göze gelince elindeki tahtadan bebeği bir kez daha yere düşürmüştü. Leopar yaklaşıp, bebeği koklamış, sonra Alice’e yönelmişti. Alice’in minik kalbi, göğüs kafesini adeta yumruklayarak, kaçması için yalvarıyor, ayakları ise toprağa kök salmış gibi kıpırdamadan öylece duruyordu.

TULUMBACI

Numan Ağa’nın kahvehanesinde alelade bir akşamüstü yaşanıyordu. Gedikpaşa Hamamı’ndan pelte gibi çıkmış bir grup kunduracı peykelere uzanmış huzur içinde kahvelerini höpürdetiyor, beyaz sakalları tütünden yer yer sararmış bir ihtiyar kapı ağzında çubuğunu tüttürüyor, uzun boyunlu bir yiğit gözlerini yummuş yanık sesiyle Erzurumlu Emrah’tan bir semai okuyordu.

MİDYECİ

Bir martı geçti başının üstünden. O midye açtı. Ay çekirdeği kabuklarının arasına iki telaşlı serçe kondu. O midye açtı. Bir karabatak şıp diye suya daldı. O midye açmaya devam etti. Tek gözü kör tekir, sarı lastik çizmelerine sürtündü. Hiç oralı olmadı. Bir midye daha açtı. Hava serinledi biraz. Önündeki midye dağı yarı yarıya eridi. O sabırla açtı… Açtı…

BİNDALLI

Hızlı adımlarla ilerliyorlardı. Hiç konuşmadan. Önde Klarnetçi Cevat, arkada güzel kızı Esma.

Tarihi çarşıları, başı kalabalık tezgahları, çığırtkan seyyar satıcıları hiç tınmadan geride bırakıyor, insan seline bata çıka ilerliyorlardı.

Esma, caddenin iki yakasında sergilenmekte olan allı pullu giysilerden, dantelli iç çamaşırlarından, işlemeli yatak örtülerinden, saten geceliklerden gözünü alamıyor, babası ile arasındaki mesafeyi korumakta zorlanıyordu. Elindeki poşeti sıkı sıkı tutuyor, arada kaldırıp altına bakarak Mısır Çarşısı’na komşu aktardan satın aldıkları kınanın dökülüp dökülmediğini kontrol ediyordu.

Klarnetçi Cevat, sigara üstüne sigara yakıyordu. Herkesin kumaşını, plastiğini, simini, pulunu, dikişini, sesini, itibarını, akrabasını, tecrübesini, sermayesini, geleceğini bas bas satışa çıkardığı memleketin en büyük pazarının göbeğinde, hiç kimseden, hiçbir şeyden etkilenmiyor, iri gövdesiyle kalabalığı yara yara ilerliyordu.

Esma ilk kez geliyordu buralara. Otobüsten inip, ürkek bir güvercin gibi Eminönü Meydanı’na ayak bastığından bu yana kalbi küt küt atıyordu. Haftalardır, aylardır, esasında çocukluğundan beri bu günü bekliyordu.

Ya çelimsiz vücuduna uygun beden bulamazlarsa, ya paraları yetmezse, ya babası son anda vazgeçerse diye ödü patlıyordu aslında. Derken birdenbire rüyalarındaki o sahne, aynaya yansımış bembeyaz gelinliğin içindeki görüntüsü çakıyordu zihninde. İstemsiz gülümsüyordu.

Dudaklarını ısırıyor, kah azgın nehirler gibi akan, kah daralıp kıvrılarak tıkanmaya yüz tutan sokaklarda, tarihi han avlularında, pasaj oluklarında bilinçsizce sürükleniyordu.

Babası, Eminönü’nden beri iki adım önden yürüyordu. Kendini çaresiz hissettiği anlarda olduğu gibi, anacığının ruhu tutuyordu yine Esma’nın heyecandan buz kesmiş elini.

Birden elinin, ona bir şey söylemek istercesine sıkıldığını hissetti.

Başını kaldırınca tam karşısında, rüzgarla bir etekleri uçuşan kırmızı bindallıyı gördü. Pırıl pırıl atlastan yapılmış, altın rengi çiçek ve dallarla bezenmişti. Sultanlara layık bir kaftan gibi salınarak kim bilir hangi şanslı genç kızın kına gecesini taçlandırmayı bekliyordu.

Anacığının, sağ olsaydı ne yapıp edip o bindallıyı ona giydireceğini sezdi, Esma. Öteki dünyada bile rahat durmuyordu baksana. Zaten hep böyle ince düşünmekten göçmüştü erkenden. Aklına koyduğunu ardında bırakamamaktan. Herkese, her şeye meydan okumaktan… Sevdikleri için kendini ince ince tüketmekten.

Kınayı o yakacaktı halbuki Esma’nın eline. “Kına yakmak ne kelime, Roma’yı yakacağım ben o gün” derdi. Küçük gülerdi aslında anacığı. Esma’ya gelince kocaman…

Cevat göz ucuyla kollayageldiği Esma’yı göremeyince, ilk kez durdu. Arkasına döndü. Esma’nın bakışları askıdaki bindallıya kilitlenmişti. Babasına yetişmek istiyor, ama sanki bir güç elinden tutmuş hızlanmasına engel oluyordu. Kızının mahsun, güzel yüzüne baktı: Gözünden yanaklarına sicim gibi iki damla yaş iniyordu.

“Yapma be kızım” diye mırıldandı, sigarasının kalanını sert bir fiske ile mazgala doğru fırlatırken.

Zor zamanlarda kafayı üşütmemek için yaptığı gibi, o gün de yaz sıcağını umursamadan kafasına yün bere takmıştı. Yola çıktıklarından beri gırtlağında büyüyen düğümü duman basarak ufaltmaya çalışmıştı. Konuşursa sesi titrer diye Esma’nın hep iki adım önünde yürümüştü. Bir an önce gelinlikçiye ulaşıp, daha fazla duygusallaşmadan, şu işi halledip kurtulmaktan başka bir şey istemiyordu.

Esma, bakışlarını bindallıdan kurtardığı an babasıyla göz göze geldi. Çenesi buruştu usulca. Titremeye başladı. Dudaklarını ısırmaya çalıştı. Beceremedi.

Ağlayarak babasına doğru koştu. Çocukken dizini kanattığında yaptığı gibi… Klarnetin ağızlığını kırdığında, ilk yalanı ortaya çıktığında, annesinden aldığı parayı rüzgara kaptırdığında olduğu gibi… Çocukluğundan beri (annesinin cenazesinde bile) yapamadığı gibi… Hüngür hüngür ağlayarak babasının kollarına bıraktı kendini.

Kızının başını omzuna bastırırken, Cevat’ın gırtlağındaki düğüm damla damla çözülüp gözünden akmaya başladı… En son ortaokula başladığı sene ağlamıştı. Esma’sına belli etmemeye çalışıyordu ama kör olasıca omuzlarının inip kalkmasına mani olamıyordu.

Etraflarından oluk oluk insan akıyordu. Esma babasının omzunu, çocukluğunu, annesinin elini bırakmak istemiyor, Cevat derin derin nefes alarak kendine gelmeye çalışıyor, beresini aşağa çekerek kulaklarına indiriyordu.

“Sen benim…” dedi sonunda… “Biricik kızımsın. Kılına zarar verirlerse bir dakika düşünme dön evine.”

Esma başını sallayıp kirpiklerini kırpıştırdı. Yanağı, babasının sırılsıklam ettiği omzuna yaslıydı.

Cevat, derin bir nefes aldı. Bir eliyle Esması’nın saçını okşamaya devam ederken diğeriyle cebindeki paketten bir sigara çekip ağzına götürdü. Aynı eliyle yaktı.

“Önce şu gelinlik işini bir halledelim hele. Paramız kalırsa dönüşte alırız ananın istediği bindallıyı da.”

Esma’nın omuzları titremeye başladı yine. Cevat, elinin tersiyle gözünü sildi.

“Olmadı, klarneti koltuğumun altına alır dolaşmadık düğün, meyhane bırakmam bu şehirde… Ne yapar eder, o kaftanı, senin kına gecene yetiştiririm.”

Esma ıslak ıslak gülümsedi babasına. Yanağına bir öpücük kondurdu. Cevat elini tuttu kızının. Öteki elini işaret etti, Esma. Cevat anladı. Diğer elini tutup sıktı. Üçü beraber gelinlikçiye doğru hızlı adımlarla yürümeye koyuldular.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

LEOPAR

Alice’in yanağından kayan gözyaşı damlası ile leopar aynı anda toprağa inmişti. Alice, onunla göz göze gelince elindeki tahtadan bebeği bir kez daha yere düşürmüştü. Leopar yaklaşıp, bebeği koklamış, sonra Alice’e yönelmişti. Alice’in minik kalbi, göğüs kafesini adeta yumruklayarak, kaçması için yalvarıyor, ayakları ise toprağa kök salmış gibi kıpırdamadan öylece duruyordu.

FERRARİ

Sıcak bir Ağustos günü, kuğulu çay bahçesinde, havuzbaşına oturmuş, çay eşliğinde peynir ekmeklerini yiyorlardı. Turist, evden çıkarken bir poşete dokuz tane zeytin koymuştu. Poşeti çıkarıp ağzını açtı, masanın ortasına bıraktı. Pilot, Turist’in sırtını sıvazladı. İkisi iştahla zeytinlerini yerken, Kopi’nin gözü ekmeğini sardığı gazete kağıdındaki bir habere takılmıştı.

DİŞİ KUŞ

Hacer’i Süleymaniye sokaklarında uzun mantosu, başında örtüsü, elinde ekmek poşetiyle görseydiniz alelade biri sanırdınız. Dolgun pembe yanakları, zeytin siyahı gözleri, dışa basan küçük adımları onu Anadolu’nun pek çok mahallesinde yaşayan yüz binlerce kadından ayırt etmeye yetmezdi. Hacer de topluca gövdesini bir sağa bir sola yatırarak ağır ağır bakkala, pazara giderdi. Yolda eşe dosta rastladığında, laflayarak nefeslenmeyi severdi.

ŞIMARTMAK

Kapıyı ille de yumuk elleriyle kendi açıp, öyle bir sarılırdı ki babasının boynuna… Terini duymaz, kirini, pasını görmez, parası var mı yok mu bilmez; doğarken cennetten toplayıp getirdiği demet demet öpücüğe boğardı, çalı gibi dikenli yanakları. İşte o kavuşma anlarında eklemleri kasılır kalır, gözleri sıkı sıkı kapanırdı. Kendini bu kadar saf ve sınırsız sevgiye layık görmediğinden mi, böylesinin var olabileceğine bir türlü inanamadığından mı…

COŞKUN’UN ASANSÖRÜ

Çınar yapraklarının arasından sızan güneş ışınları, şeffaf sundurmanın altındaki beton zeminde, nazar boncuklu masa örtülerinde, asırlık kahvehanenin duvarlarında serçeler gibi ürkek ve neşeli oynaşıyordu. Otuz yıl önce bir gazetenin kuponlarını toplayarak kazanılmış kasetli müzik setinin radyosundan yükselen sanat musikisi, kahvehane sakinlerinin hareketlerini hepten ağırlaştırmıştı.

“Coşkun nasıl?” diye sordu, Kahveci Hasan. Seksen yaşlarında, sert bakışlı, iyi kalpli bir adamdı.

“Pek iyi değil be abi.” diye yanıtladı Mehmet, iri mavi gözlerini kaçırarak. Kahvehanenin en genç müdavimlerindendi. Altmış yaşına basalı bir hafta olmuştu.

“Kahveye inememek hepten moralini bozuyor. Üç öğün yemeğini çıkarıyoruz ama doğru düzgün bir şey yediği yok. İp gibi incecik kaldı iyice.”

Kahveci Hasan’ın karşısındaki plastik sandalyelerde çay, kahve içmeden, birbirleriyle konuşmadan, yan yana oturmakta olan üç yaşlı adam, gömüldükleri iç dünyalarından sıyrılıp ağır ağır Mehmet’ten yana döndüler.

“Hey gidi Coşkun be…” dedi Ohannes Baba, gözlüğünün camını gömleğinin eteğine silerken. “Yedi yaşında ya var ya yoktu, mahalleye geldiğinde. Konuşamıyordu o zamanlar garip.”

Belki yarım saat hiç kimsenin sesi çıkmadı. Coşkun’un karlı bir kış günü, at arabasında mahalleye gelişini hatırladılar. Hırpani babasıyla birlikte önceleri ahırda at arabasının kasasında, sonra garajda kartonların üzerinde uyudukları ayları… Coşkun’un yuvasından düşmüş, hastalıklı bir kuş yavrusunu andıran ürkek hallerini… Konuşamayan, yaklaşan olursa kollarını başının üstüne kanat gibi gerip korunmaya çalışan, ilk zamanlarını…

Efkar bastı iyice kahvehaneyi. “Herkese çay ver” diye seslendi Kahveci Hasan, Arnavut’a.

Arnavut, yetmişine merdiven dayamış, kır bıyıklı, her mevsim bağrı açık gezen bir adamdı. Yarım saattir parmaklarını çıtlatarak yere bakıyordu. O sandalyesinden kalkarken:

“Şurda olaydın da bi’ Cüneyt Arkın gibi bakaydın ya kerata!” diye hayıflandı, Mustafa Hoca.

Coşkun’un tek kaşıyla çenesini hafif yukarı kaldırışını, ağzını kapatıp dudaklarını büzdükten sonra gözlerini kısıp, uzaklara sert ve derin bakışını hatırladılar. Hepsinin yüzünde irili ufaklı tebessümler belirdi.

Babası gider dönmezdi; bazen birkaç gün, bazen birkaç hafta… Sonra sonra hiç dönmez olmuştu. Coşkun’un karnını doyuran, el birliğiyle okuma yazmayı öğreten onlardı. Kekemeliği geçene kadar sabırla dinleyen, bir kere olsun sözünü kesmeyen… Soğuk havalarda sobanın yanına oturtup sırtını sıvazlayan… Sırayla elmalı oralet ısmarlayan… Tavlada, piştide yenilerek özgüven aşılayan… Kahvenin duvarındaki takvime işaretledikleri aşı günlerini hiç aksatmayan…

Coşkun büyüyüp delikanlı olduğunda, arabalarını – temiz de olsa – ona yıkatırlardı. Boyadan anlamasa da kovaları taşıtırlardı. Başka iş bulamazlarsa kaldırımı, bahçeyi sulatırlardı. Hiçbir giysiyi, yiyeceği, harçlığı karşılıksız vermez, onu asla yetersiz, mahcup, borçlu hissettirmezlerdi.

Zamanla Coşkun şakır şakır konuşmaya başlamıştı. Cem Karaca hayranıydı. Bazı akşamlar Kahveci Hasan bütün kahvehaneyi susturur, “Haydi Coşkun Karaca. Sahne senin…” diye takdim ederdi. O da gözlerini kısarak, ellerini iki yana açarak, sesini kalınlaştırıp yanıklaştırarak bağıra bağıra söylemeye başlardı. Şarkı bitince alkış, ıslık, kaşıkla çay tabağına vurmalarla ortalık adeta çınlar, Coşkun ayağa kalkıp yerlere kadar eğilerek dört yandakileri selamlayıncaya dek tezahürat devam ederdi.

Arnavut çayları dağıtırken, Büyük Yılmaz:

“Peki ne yapalım da bu çocuğu yeniden hayata bağlayalım?” diye sordu. Eskilerden, meşhur bir futbolcuydu. Hep aynı köşede ağır ağır rakısını yudumlar, mümkün olduğunca az konuşur, neredeyse hiç gülmezdi.

Yıllar önce yine böyle bir sohbet esnasında Coşkun’a yaz kış rahat edeceği bir barınak düşünmeye koyulmuşlardı. Sonunda birinin aklına camide depo olarak kullanılan oda gelmiş, ertesi gün hep birlikte imamı ikna ederek, depodaki malları kahvehanenin kilerine taşımış, odayı boşaltmışlardı. İmamın tek şartı; avlu kapısının üzerindeki odaya giriş çıkışın cami avlusundan değil dışarıdan yapılmasıydı. Bunun üzerine el birliğiyle odanın kahvehaneye bakan cephesine bir kapı açılmış, kapının altına sacdan bir balkon yapılmış ve Mehmet’in evden getirdiği yüksekçe alüminyum merdiven balkona dayanmıştı. Böylece odanın cami ve Kuran Kursu ile ilişkisi kesilmiş, Coşkun’un kahvehane manzaralı bir yuva sahibi olması sağlanmıştı.

Coşkun, kahvehane müdavimlerinin evlerinden, dükkanlarından kucak kucak taşıdıkları karyolayı, döşeği, perdeyi, dolabı, aynayı, elektrik sobasını, lambayı, halıyı, nevresimi, battaniyeyi bir güzel yerleştirip odasını çiçek gibi yaptıktan sonra balkona çıkmış, İmam: “Ezan okuyacağım, in artık aşağı” diye bağırıncaya kadar kahvehanedekilere Cem Karaca konseri vermişti.

Ohannes Baba: “Ne demiş son muayenede doktor?” diye sordu. Kederli iç çekişinden, yanıtı az çok tahmin ettiği anlaşılıyordu.

“Daha ellisinde bile değil. Bünyesi de sağlam. Moralini yüksek tutsun, demiş.” diye yanıtladı Mehmet.

Coşkun hastalandıktan sonra her geçen gün biraz daha güçten düşmüş, sonunda balkona dayalı merdivenden inip çıkamaz olmuştu. Hayatı sokaklarda ve kahvehanede geçen adam için ufacık bir odaya tıkılı kalmak ölümden beterdi.

“Arnavut, sen ne yaptın kuyunun kompresörünü?” diye sordu Mustafa Hoca.

Kahvehanenin emektar işçisi, baba yadigarı ahşap, bahçeli evi satmamak için yıllarca direnmiş ama en sonunda çatısından, cumbasından düşen parçalar mahalleli için tehdit oluşturmaya başlayınca, geçtiğimiz yılın başında elden çıkarıp, yokuştan ufak bir apartman dairesi satın almıştı. Eski evin bahçesindeki kuyudan su çekmek için kullandığı kompresör de kıyamadığı eski eşya yığınıyla birlikte apartmanın bodrum katındaydı.

“Ne yapayım be Hoca?” diye yanıtladı Arnavut. “Bilirsin bir şeyciği atamam ben. Depoda duruyor öyle.”

“Çalışıyor mu hala o?”

Arnavut boşları tepsiye dizerken, duraksadı. Avcunu açıp: “Valla epey oldu ama son denediğimde aslanlar gibi çalışıyordu…” diye cevapladı.

Kahveci Hasan: “Ne var aklında Mustafa Hoca?” diye araya girdi.

“Dur bakalım.” dedi, Mustafa Hoca. Yakın gözlüğünü burnunun üstüne indirmiş, tuşlu telefonunun ufacık ekranında Nalbur Naci’nin numarasını bulmaya çalışıyordu.

“Alo Naci?” diye gürledi nihayet. Öğretmenlikten kalma alışkanlıkla yüksek sesli konuşurdu. Telefonda daha da abartır, bağırmazsa sesinin duyulamayacağını sanırdı. “Baksana, sende çelik halat var di mi, aslanım?” Nalbur Naci eski öğrencisiydi, bir dediğini iki etmezdi.

“Çok iyi… Hurdacı Fikret’te de demir inşaat makarası vardır. Sen ondan sağlam bir parça al. Elektrikçi Kadir’i de tut kolundan, kahveye getir akşamüstü. Hat çekecek, kablo getirsin bol, bir de anahtar lazım, devreyi açıp kapamak için. Düğmeli olsun. Coşkun’a asansör yapacağız… Hadi Allah’a emanet ol.”

Kahvehanedekiler çıt çıkarmadan Mustafa Hoca’yı dinliyordu. Telefonu kapatıp yakın gözlüğünü boynuna indirinceye kadar sessizlik bozulmadı. Sonunda:

“Helal sana be Hoca…” diye haykırdı, Büyük Yılmaz.

“İşte bu.” deyip, masaya sertçe vurdu Kahveci Hasan: “Desene akşama Cem Karaca konseri var.”

Arnavut, boş tepsiyi dolaştırdı. Herkes cüzdanında, cebinde ne varsa tepsiye atınca, asansör bütçesi üç aşağı beş yukarı toplanmış oldu.

Ohannes Baba: “Ben de damadı arayayım. Bir çift pabuç getirsin akşama. Ne zamandır ayakkabı giymiyor, özenir şimdi çocuk” diyerek telefonuna sarıldı. Damadı, Gedikpaşa Yokuşu’nda, Ohannes Baba’dan devraldığı ayakkabı dükkanını işletiyordu.

Mehmet: “Arnavut, bak bakalım, elmalı oraletin var mı? Bittiyse aldıralım.” diye bağırdı, boş bardakları ocağa götürmekte olan adamın arkasından.

Arnavut döndü. Tek kaşını ve çenesini hafif yukarı kaldırdı. Ağzını kapatıp dudaklarını büzdü. Gözlerini kısarak uzaklara sert ve derin baktı. Cüneyt Arkın bakışı, kahvehanedeki herkesin, Büyük Yılmaz’ın bile gülmesine, neden oldu.

Çınar yapraklarının arasından sızan güneş ışınları, şeffaf sundurmanın altındaki beton zeminde, nazar boncuklu masa örtülerinde, asırlık kahvehanenin duvarlarında serçeler gibi ürkek ve neşeli oynaşıyordu.

Şimdi kahvehanedekiler de benzer bir iyimserlik içinde birbirleri ile şakalaşıyor, sabırsızlıkla Coşkun’un aralarına katılmasını bekliyorlardı.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

FERAHFEZA

Ev arkadaşı kemençeci Yorgo ile Yedikule kapısından geçmektedirler bir Mayıs akşamüstüsü. Sazları ellerinde. Tatlı bir meltem yalıyordur yüzlerini. Sabah denize girmişlerdir surlardan. Saçları dalga dalga deniz kokmaktadır hala. Tenleri yanık. Beyaz gömlekler sırtlarında. Uçları sararıp kıvrılmış göğüs kılları yakalarından gençlik iştahıyla fışkırmış. Dünyayı fethetmeye hazırdır ikisi de.

KUYTU

Erkek sırt çantasıyla indi vapurdan. Omuzları herkesten daha dik. Martı gibi gövdesini rüzgara bırakarak kalabalığın arasında süzüldü. Kız onu iskele kapısında, uslu bir köpeğin yanında bekliyordu. Onun da çantası sırtında. Günün son saatiydi. Işığın düştüğü yerler altın rengi. Kızın yüzü de öyleydi. Erkek onu görünce gülümsedi. Gülümsemesi tatlı bir dalga gibi kızın yüzüne çarpıp geri döndü.

TEZGAH

Yarım sandık eşyası, bir ufak kavanoz dolusu bozuk parası kalmıştı evde. Onlar da bitsin hele, sonra bohçasına aile albümlerini dolduracak, anılarını satmaya çıkacaktı. Çerçeve hediye edecekti almaya niyetlenen müşterilerine, fotoğrafları atmasınlar diye. Kendisi kurtulmak isterdi sahip olduklarından ama hiçbirinin çöp olmasına razı gelmezdi.

BÜYÜK YILMAZ

Her akşam iş dönüşü, evden önce arsaya uğrar. Minare, kilise ve ağaçların omuz omuza verdiği açık tribündeki yerini alır; içinde ekmek, meyve, bazen de 250 gram kıyma taşıdığı poşetini…

KARA SEVDA

Yenikapı ışıklarda durdu. Trafik levhasının direğine yaslandı. Cart sarıya boyalı ince örgü saçlarıyla kahverengi tenli Jessica geçti önünden. Yanında uzun mesafe koşucularını andıran zayıf, hafif kambur duruşlu bir arkadaşı vardı. Senegalli üç kadından ikisi caddenin karşısında, kır saçlı, bıyıklı iki adamla pazarlık ediyorlardı. Üçüncüsü avını ağır ağır takip eden taksi şoföründen kurtulmaya çalışıyordu.

Langa tarafındakiler, caddenin kıyısında renkli, parlak tüylü siyah kuşlar gibi seri adımlarla geziniyorlardı. Kurmalı oyuncakları andıran otomatik hareketlerle, ikişerli gruplar halinde belli bir rotada ilerliyor, sonra aniden durup yön değiştiriyorlardı. Sanki bir uzaktan kumanda tarafından kalabalık neredeyse, oraya doğru yönlendiriliyorlardı.

Bütün bu devinim Yenikapı ışıklar civarında oluyordu. Yirmi kadar Afrikalı kadın, geniş caddenin iki yakasında biriken kalabalıkla beraber kırmızı ışığın değişmesini bekliyor, yeşilin yanmasıyla yaya geçidine iniyor, kısa süre yol arkadaşlığı yaptıkları topluluk kendi yoluna giderken onlar ara sokaklara doğru göstermelik bir yürüyüşün ardından gerisin geri ışıklara dönüyor, yeni bir kalabalığın arasında bir kez daha karşıya geçme bahanesiyle şanslarını deniyorlardı.

Caddeyi geçen grubun içinde Luciba’yı gördü. Pembe, pullu bir bluz giymiş, yorgun gözlerini yeşil farla örtmüştü. Luciba Zimbabveli’ydi. Hasan’ın kaldığı dairenin karşısında, Kumkapı’daki bir bodrum katında iki arkadaşı ile birlikte yaşıyordu.

“Selam Luciba” dedi, Hasan. “Jasmine’i gördün mü?”

Genç kadın açık renk avuçlarını açarak bembeyaz gülümsedi: “Yok, görmedim bugün hiç.”

Kolkola yürüdüğü kız yavaşlamasına izin vermeyince son sözcüklerini başını geriye çevirip, sesini yükselterek sarf etmişti.

Hasan saatine baktı. Ustasından laf işitmeden tezgahın başına geçmesi için on dakikası vardı. Elini kaşının üstüne siper ederek, güneşi arkasına alan caddeyi son kez dikkatlice gözledi.

Gönülsüzce arkasını dönüp, elleri ceplerinde yürümeye başladı. İlk sokağın başındaki bakkala yarım ekmek salam yaptırdı. Öğle yemeğini dişleyerek atölyeye doğru yola koyuldu.

***

Bütün öğleden sonra hiç kimseyle konuşmadan çalıştı. Jasmine’in görüntüsü gözünün önünden gitmiyordu. Çizgili beyaz elbisesi, oyuncak bebeklerinkini andıran kuzguni gür saçları, açık alınlı, zeytin gözlü, kiraz dudaklı, abanoz renkli yüzü ve sert, bir o kadar ritimli, bir o kadar kendinden emin adımlarıyla karşıdan güldür güldür gelişi zihninde hiç durmadan yineleniyordu.

Onu gördüğünden bu yana her gece rüyalarında tekrarlandığı gibi meydan okurcasına, her şeyi göze alırcasına, hiç kimseyi umursamazcasına; sımsıkı sarılacakmış gibi yaklaşıyor, yaklaşıyor, Hasan elini uzatsa dokunacakmış kadar yaklaşıyor, sonra birden yanından geçip, görünmez oluyordu.

Hasan ona dokunmamış, dokunamamış olmanın acısını yaşıyordu her saniye. Hayatında herhangi bir yabancı kadına dokunmuşluğu yoktu oysa ki. Ama Jasmine herhangi bir kadına benzemiyordu. Hasan’ın tanıdığı hiç kimseye, hiçbir şeye benzemiyordu.

Öyle başka türlüydü ki, varsa da tüm kusurlarını örten gergin siyah teniyle, kıvrımlı kalçası, çıkık elmacık kemikleriyle, kabadayı kadar sert, dansöz gibi kırıtkan yürüyüşüyle… Gülmeye, öpmeye, alay etmeye ve tükürmeye eşit ölçüde yakın yüz ifadesiyle… Gerçek olamayacak kadar kusursuz gözüken, kafatasının ortasından fışkırmış gibi iki yana dalga dalga dökülen saçlarıyla…

İncecik beli, kısacık eteği, dantelli çoraplarıyla Hasan’a ve Hasan’ın bildiği, gördüğü, duyduğu her şeye öylesine yabancıydı ki; Hasan, kendini bu şehirdeki herkese yabancı hisseden, otogarına ayak bastığından bu yana kendini bir sokak köpeğinden daha yalnız, değersiz, biçare hisseden Hasan, onun varlığında kendisininkine benzer, bir başka aleme ait olma hali sezmiş ve işte onun bu hali öylesine güçlü, yürekli, umursamazca göğüslemesine aşık olmuştu.

Hasan işte tam buna aşık olmuştu. Ve bunu Jasmine’e ya da herhangi birine açıklayabilmesinin olanak dışı olduğunu biliyordu.

***

Ayakkabıcılık kolay iş değildi. Yaz sıcağında cehenneme dönen atölyede bütün gün deri ve ilaç kokusu solumak, kesmek, dikmek, çakmak, bütün bunları firesiz yapmak, fire verince bir araba küfür yemek, üstüne de yevmiyeden olmak herkesin çekeceği dertler değildi.

Artık bu işi yalnızca başka çaresi olmayanlar yapıyordu. Onlar arasında ise Hasan gibi eli yatkınını, namuslusunu bulmak zordu. Ustası bunu gayet iyi biliyor, üç dört gündür hali tavrı değişen, hepten ketumlaşıp dalgınlaşan delikanlının durumunu endişeyle takip ediyordu.

Sigara molası bahanesiyle günün yarısını kaldırıma ya da çöpten kurtardıkları kanepe eskisine yayılarak geçiren, ağızlarına gelen herkese, her şeye küfretmeyi marifet bilen diğer işçilerden başkaydı, Hasan. Ara vermeden çalışır, öğlen oldu mu tek başına yokuşu inip ya Kumkapı’ya deniz kıyısına, ya Kadırga’ya havuzlu kahveye ya da Langa sokaklarından Yenikapı’ya gider; denizin, tarihin, kalabalıkların karşısında yalnızca kendisinin değil dertlerinin de aslında ufak olduğunu duyumsar, ancak öyle zamanlarda biraz olsun nefes aldığını hissederdi.

O öğlenlerden birinde rastlamıştı Jasmine’e. Bugün dikildiği yerde, ışıkların kıyısındaki trafik levhasının dibinde. Adeta içinden geçmesine karşın onu fark etmeyen onlarca, yüzlerce insanın karşısında dimdik, dalgakıran gibi dururken… Jasmine aniden ortaya çıkmış, simsiyah bir kısrak gibi dört nala karşıdan gelip Hasan’ın soluğunu kesmiş, o kendini toparlayıncaya kadar yanından geçip, kalabalığın arasında gözden kaybolmuştu.

***

Akşamüstü, kaldırımda sigara molası veren işçilerden biri merdiven arasından aşağıya, atölyeye doğru bağırdı:

“Hasan zenci bir kadın seni arıyor.”

Hasan duyduğunu idrak edene kadar, çekiç tutan eli bir süre havada asılı kaldı. Sonra aniden silkinerek yerinden fırladı. Gerisin geri dönüp çekici masaya bıraktı. Ustasına doğru birkaç adım attı. Usta hiç istifini bozmadan elindeki ayakkabı tabanına çivi çakmaya devam ederken, başıyla Hasan’a çıkabileceğini işaret etti.

Kapının önünde dikilen Luciba’ydı. Yeşil farları solmuş, gözlerinin altındaki çökükler belirginleşmişti. Hasan’ı görünce bembeyaz gülümsedi. Hasan, pembe bluzlu komşusunu kuytu bir köşeye çekip mesai arkadaşlarının ilkel bakışlarından kurtarır kurtarmaz:

“Ne oldu Luciba?” diye sordu.

“Jasmine geldi az önce. Bilmiyorum neredeymiş. Yine kaybolmadan haber vereyim dedim.”

Hasan’ın yüzü, fener tutulmuş gibi aydınlandı.

“Bekle Usta’dan izin alayım da beraber gidelim.” deyip aşağıya indi.

Usta, sigarasını yakmış Hasan’ı bekliyordu.

“Usta… İzin verirsen Yenikapı’ya kadar gitmem lazım.”

Usta, cebinden cüzdanını çıkardı.

“Kaç para lazım?

Para mevzusu Hasan’ın hiç aklına gelmemişti. Şaşkınlığını üzerinden atar atmaz, minnettar bir ifade ile “bir dakika” diye işaret yapıp, yukarı koştu. Az sonra tekrar ustasının karşısındaydı. Soluk soluğa:

“200 lira lazımmış, Usta.” dedi. “Varsa çok makbule geçer. Haftalığımdan kesersin.”

Usta 200 lirayı Hasan’ın eline saydı. Delikanlının ilk kez yıldızlı gördüğü kahverengi gözlerine baktı. Cüzdanından iki tane yüzlük daha çıkardı.

“Bu da benden olsun.” dedi. “Olur da ne kadar şanslı olduğunu anlaması için bir saat yetmezse, bunu da verirsin.”

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

YAZGI

Gece gizlenmeye gereksinim duyanlarındır. Gündüz kendini beğendirmeye çalışanların… Sarhoşlar kusmuş, aşıklar susmuş, yazarlar yalanlarını uydurmuş, hepsi sızmıştır bu saatlerde. Sevişenler yalnızlaşmış, yalnızlar sevişememiştir yine. Bu dünyaya niçin geldiklerini asla öğrenemeyecekleri okullara gitmek üzere herkesten önce servisleri doldurmaları gereken uyku kokulu çocuklar mışıldamaktadır henüz.

BOĞAZİÇİ NİN BÜLBÜLÜ

Boğaziçi, bir zamanlar özü su, ışık, bülbül sesi ve sazdan oluşan kendine has, tılsımlı bir alemdi. Bu alemin halkı yalı adı verilen dantel gibi işlenmiş ahşaptan, çok odalı konutlarda yaşardı. Boğaziçi’nin kıyısında yan yana boy vermiş yalılar; ön cephelerini usul usul okşayan tuzlu suyun gündüz güneş, gece ay vasıtasıyla gönderdiği aşk elçisi ışık yansımalarının camlarından içeri süzülerek…

ÇOK BULUT

Hava ısındıkça bulutlar alçalıyordu. Nallar yumuşayan asfalta her adımda biraz daha gömülüyor; tahta arabaya tepelemesine yüklenmiş ot yığını, nemlendikça beton gibi ağırlaşıyordu. Sahipleri gibi sıska ama güçlü atlar bütün bunlara aldırış etmeden, köylerine doğru dört nala ilerliyorlardı. İki arabaydılar. Taze biçilmiş otları, Fidel’in durumu her geçen gün kötüleşen annesine götürüyorlardı.

İŞARET

Önünde iki feribot babası. Birinin boynuna deniz rengi halat sarılmış. Diğeri çıplak ve hür. Ona yakın duruyor kız. İki yeşil halat çımacıdan habersiz yılan gibi sarkmışlar geminin korkuluğundan aşağı. Uçları denizde, feribot ilerledikçe denizi çiziyorlar. Dokundukları yeri tatlı tatlı gıdıklıyorlar. Kızın üstünde krem rengi bir trençkot. Önünü kapayınca altındaki şort görülmez olmuş. Çıplak yani bacakları. Yakın durduğu iskele babası gibi: Yalnız ve hür.

KOLYELER

Yeşilin içinde yürüdüler, yürüdüler… Çiğ düşmüştü otlara. Ayaklarını ıslatacak kadar değil, ayakkabılarını parlatacak kadar.

Saçlarına kelebekler kondu. Arılar neşeyle vızıldadılar etraflarında dört dönerken. Sanki çiçek sandılar onları, basbayağı kur yaptılar. Ağaçlar tatlı bahar meltemini bahane ederek dallarını eğdiler yerlere kadar. Bulutlar tam tepelerinde birlik oldu. Gökyüzünü pamuk tarlasına çevirdiler.

Otobüsteki gibi yan yanaydı kızlar. Üstlerinde aynı giysiler. Saçları sabah evden çıktıkları gibi özenle taranmış, birinin boynunda ismini yazan, diğerininkinde burcunu simgeleyen kolyeler.

Gerçek olamayacak kadar güzeldi her şey. Rengiyle, zarifliğiyle, tınısıyla, kokusuyla… Büsbütün uyum içinde. Bir tarla faresi topraktan başını uzatıp geri kaçırıyor, onları saklambaç oynamaya davet ediyordu. Masmavi bir su kuşu geçiyordu tarla faresinin tam yuvasının üstünden. Açıklı koyulu yeşil yaprakların arasında kayboluyordu. Bir sincap pıtır pıtır koşuyordu dalın ucundaki o yapraklara doğru. Aynı dalın arka yüzünde karıncalar tek sıra olmuş, yuvalarına tarla faresinin yiyecek artıklarını taşıyordu.

Ve bunların hepsini tarla faresi, mavi kuş, yaprak, sincap, dal, karınca gibi en ince ayrıntısına kadar görebiliyor, işitebiliyor, hissedebiliyordu iki kız. Daha doğrusu tarla faresi, mavi kuş, yaprak, sincap, dal, karınca ve iki kız olabiliyorlardı peş peşe. Kim olduklarını unutuyor, aslında her şey olduklarını seziyor, farklı yaşam olasılıkları arasında gezinirken, aslında tek bir varoluş olduğunu anlıyor ve kendilerinin de o varoluşun maddesinden yapıldığını kavrıyorlardı.

Otobüste erkeklerden bahsederek kıkırdadıkları, annelerine trafikten ötürü geç kalacaklarını bildiren mesajlar gönderdikleri, yeni aldıkları ojeleri sürseler otobüstekilerin kokudan rahatsız olup olmayacağını fısıldaştıkları anları tamamen unutmuş gibiydiler.

Yeşilin ucunda bir ışık huzmesi vardı. Oraya doğru çekiliyorlardı. Usul usul… Güneş ayaklarına kapanmıştı. Işıktan bir tünel göndermiş, onları da yanına çağırıyordu. Huzurun, iç barışın, dinginliğin hiç bilmedikleri sularına ulaşmışken, daha ötesi olamayacağını zannederken; attıkları her adımla ışığa biraz daha yaklaştıkça varlıklarını daha da, daha da hafiflemiş buluyorlardı.

İçleri gıdıklanıyordu. Kendilerini tutamıyor, gülümsüyorlardı. Kolyeleri sallanıyordu. Birininkinin ucunda ismi, diğerininkinde burç simgesi bulunan…

Ojeyi sürmeye karar verdikleri sırada otobüs ani bir fren yapmış, bir süre yan yan kaydıktan sonra uçurumdan aşağı taklalar atarak yuvarlanmaya başlamıştı. İşte son hatırladıkları birbirlerinin bir düz, bir baş aşağı olan, dehşet içindeki yüzleri ve onlar takla attıkça saçları ile birlikte delice sallanan kolyeleriydi. Birinin gördüğü diğerinin ismi. Ötekinin karşısında ise diğerinin burç simgesi.

Papatyalar seriliyordu ayaklarına. Sapsarı göbekleri hemen unutturuyordu korkudan büyümüş, ölümü görmeye hazırlanan arkadaş gözlerini. Bir solucan kıvrılıyordu kökler arasında. Arka bacaklarını kanatlarına dokundurarak ses çıkarmakta olan çekirge, solucandan uzaklaşmak için havalanıyordu. Kızlar da içlerinden sıçrıyorlardı onunla bir. Otobüsün kırılan camından sıçrayıp nehir kıyısına doğru uçtukları gibi.

Işığa yaklaşıyorlardı giderek. Ya da ışık yaklaşıyordu onlara. İçlerini aydınlıkla doldurarak. Işığın öte yanında birileri vardı. Işık kadar parlak ve kesintisiz. Belki melektiler. Kanatları yoktu ama. Işık istediği yere uçar zaten, kanatla ne işi olur?

Bütün beyazlar ışığa çekiliyordu işte. Pamuk pamuk bulutlar, tiril tiril kelebekler, zeytin dalı taşıyan beyaz güvercinler, papatya ve zambak yaprakları… Kızlar da bembeyaz tenleriyle büyülenmiş gibi ışığa doğru ilerliyorlardı. Uçmamak için kendilerini zor tutarak…

Işığın içinden hararetle el sallayan varlıklar seçtiler hayal meyal: Birinin tonton dedesi ile pamuk anneannesi, diğerinin doyamadan yitirdiği gencecik, yakışıklı babası…

Onları görünce, sevinçten kaybetti kızlar kendilerini. Bütün güçleriyle koşmaya başladılar. Işıktan sevdikleri de aynı şekilde sabırsızlanmış, yerlerinde duramıyorlardı. Öyle mutluydular ki, rengarenk sevgilerini görünür hale getiriyor, ışıktan nehirler halinde kızlara doğru akıtıyorlardı.

Kolyeleri sallanıyordu kızların saçlarıyla birlikte. Nehir kıyısına yuvarlandıklarında olduğu gibi kanlı değildiler şimdi ama. Giysileri ve saçları gibi pırıl pırıl… Birinin ucunda ismi, diğerininkinde burcu…

İçleri içlerine sığmıyordu ikisinin de. Koşuyor, koştukça ana rahminden çıktıkları kaygısız, saf hallerine dönüyor, öyle oldukça büyük varoluşun içinde eriyip aynı anda hem hiçbir şey, hem de her şey oluyorlardı.

Tonton dede, pamuk anneanne ve babanın nurdan yüzleri şükranla, sonsuz kabulün huzuruyla ışıldıyordu. Onlarla buluşmak üzereydi artık kızlar. Kollarını uzatmışlardı. Kolyeleri sallanıyordu. Bir adım kalmıştı ışığı yakalamalarına… Saf sevgiyle kucaklaşmalarına… Varoluşun özüne kavuşmalarına…

Derken ayağı takıldı birinin… Diğeri onun elini tutuyordu. İkisi birden havalanıp, aynı anda yere düştüler. Sırtüstü yatıyorlardı şimdi. Yan yana… Çok güçlü bir ışık kaynağının altında. Kolyeleri zıplıyordu. Birininkinin ucunda ismi, diğerininkinde burcu.

“Döndüler!” diye bağırdı doktor. “Elektroşoka devam… Şükürler olsun döndüler…”

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

FERRARİ

Sıcak bir Ağustos günü, kuğulu çay bahçesinde, havuzbaşına oturmuş, çay eşliğinde peynir ekmeklerini yiyorlardı. Turist, evden çıkarken bir poşete dokuz tane zeytin koymuştu. Poşeti çıkarıp ağzını açtı, masanın ortasına bıraktı. Pilot, Turist’in sırtını sıvazladı. İkisi iştahla zeytinlerini yerken, Kopi’nin gözü ekmeğini sardığı gazete kağıdındaki bir habere takılmıştı.

UFUKTA AŞK VAR

Hayatın kollarını ardına kadar açmış; tüm bilgeliği ve cömertliği ile beni kucaklamaya, sırlarını kulağıma fısıldamaya hazır olduğu zamanlar. Herkesi, her yeri, her şeyi merak ediyorum. En çok da kızları. Yırtık biri değilim. Hatta utangaç sayılırım. Ama keşfedileceğime inancım tam. Çünkü bana bir kere şans tanıyan, yarı yolda bırakmamış o güne dek.

PAZAR

Durgun bir Pazar günüydü. Boğaz’ın usul usul çalkalandığı, gökyüzünün bulutlarını şişirip mavisini sakındığı; güneşin sızacak aralık bulamadığı. Üstünü gri bir battaniye gibi örten gökyüzünden aşağı indirdi, bakışlarını. Boğaz, gökyüzünü taklit ediyordu. Elleri ile ensesini hafifçe kaldırarak balıkçı silüetlerini izlemeye koyuldu.

UZUN RÜYA

Seviyordu be, heyt! Hem de ne sevmek. Serçe parmağına, saç diplerine, burun direğine kadar… Böyle oluyormuş demek insan. Kalbi bir kurtulsa göğüs kafesinden, martılarla yarışacak. Çığlık ata ata, Boğaz’a dala çıka… Sokak köpeklerine sarılmamak, yaşlıların ellerinden öpmemek için zor tutuyordu kendini. Kestanecinin al yanaklarından makas almamak… Polislerle halay çekmemek için…

EGE MASALI

Simsiyah bir at, zeytin dallarını yararak ilerliyordu. Üstündeki delikanlı yelesine sıkı sıkı sarılmış, kah topuklarını hayvanın karnına vurarak, kah eğilip kulağına fısıldayarak onu daha da, daha da hızlanmaya zorluyor, at gövdesini çizen dallara, çalılara aldırmadan tüm gücüyle koşuyordu.

Delikanlının gözü, Ege’nin hafif hafif dalgalanan mavi atlasını keskin bir makas gibi keserek ilerleyen, köpük rengi yelkenleri kanatlanmış teknedeydi.

Atıyla geçtikleri yerlerden kumrular, yusufçuklar, arılar havalanıyordu. Kuru ot ve dallar, zeytinler, kaplumbağa kabukları nalların altında ezilip parçalanıyordu. Yelkenli hızlandıkça, delikanlı atın boynuna daha sıkı sarılıyor, “Hadi kızım” diyordu. “Onsuz yapamam biliyorsun. Hadi, uçur beni ona!”

***

Yalnızca on dakika önce, siyah at düğün meydanının arkasındaki merada aheste aheste otlanıyor, kuyruğuyla sinekleri kovalıyordu oysa.

Delikanlı ise (adı Mustafa’ydı) atının az ilerisinde, yüzünü yalayan kekik kokulu Ege esintisi eşliğinde rakısını yudumluyor, bekar erkekler için kurulmuş arka masada, hepsi tiril tiril beyaz gömlekler giymiş arkadaşları ile sohbet ediyordu.

Zeybek havası başlayınca delikanlılar rakı bardaklarını masaya bırakıp ciddileşmiş, gururlu adımlarla meydana yürümüşlerdi.

Mustafa zeybek oynamayı babasından öğrenmişti. O da kendi babasından. Onlar için oynuyordu. “Boşuna şehit olmadınız efeler” diye hakırıyordu kanatlarını kartal gibi açaraken… “Toprak yarılsa da bir kez daha sarılabilsem size” diye mırıldanıyordu dizlerini sertçe toprağa vururken…

Davulcu coşmuş, tokmağını gergin dana derisinin göbeğine, patlatırcasına indiriyordu. Zurnacı yanaklarını balon gibi şişiriyor; kamışı rakı bardağı gibi havaya dikmiş, soluk almaksızın üflüyordu. Düğün ahalisi laflamayı, gülüşmeyi bırakmış, bu nefes kesici gösteriye kilitlenmişti.

Gelinle damadın kara gözlerinde, beyaz dişlerinde mutluluk pırıldıyordu. Her hareketi ile biraz daha büyüyen, adeta tek başına meydanı dolduran Mustafa’nın heybetli dansını, İzmir’e giren Türk ordusunu izler gibi gururla seyrediyor, alkışla tempo tutarken birbirlerine kaçamak bakışlar atıp çapkınca gülüşüyorlardı.

Yazdan kalma pırıl pırıl bir Eylül günüydü. Yıllar boyu meydandakilerin erkekleriyle, namuslarıyla, gençlikleriyle, umutlarıyla, ekmekleriyle beslenip semiren savaşın hem de zaferle sona ermesinin ardından herkesin gözünün, gönlünün ışıldadığı, silahların çatışma değil düğün kutlaması için ateşlendiği, beyaz güvercinlerin zeytin dalları arasından mavi göğe doğru havalandığı, meltemin yüzlere buram buram iyot ve anason kokusu üflediği, tatlı bir rüyayı andıran bir gün…

***

“Mustafa Abi koş!” demişti çocuk nefes nefese. Yanakları pancar gibi kırmızı, saçları terden sırılsıklamdı. Derin bir soluk alıp devam etmişti. “Vladimiros Bey’ler köyü terk ediyor. Eski İskele’de bir yelkenliye eşyalarını yüklerlerken gördüm. Son birkaç parça kalmıştı. Angela Abla çok ağlıyordu!”

Çocuk lafını bitirmeden Mustafa siyah atına atlamıştı bile. Kaşla göz arasında Eski İskele’ye onu en çabuk ulaştıracak zeytinlik yoluna girmiş, tozu dumana katarak gözden kaybolmuştu.

***

Ve işte şimdi atının boynuna sıkı sıkı sarılmış, uçarcasına yol alan tekneye yetişmeye çalışırken, kamçı gibi yüzüne, gövdesine çarpan zeytin dallarının arasında avazı çıktığı kadar haykırarak, haberi aldığı an taşlaşan ciğerlerini açmaya çalışıyordu.

Atı bunun ölüm kalım koşusu olduğunu, dünyaya bu koşu için geldiğini idrak etmişti. Sahibi daha karnına vurmadan, kırbacı kıçında şaklatmadan çukurların, tümseklerin üzerinden havalanıyor, çılgın bir güdünün etkisinde çalı ve dallarla birlikte kendi sınırlarını da parçalayıp atıyordu.

Dışarıdan izleyen biri için, beyaz yelkenliyle siyah atın yarışının galibi belliydi. Ama Mustafa da at da yenilgiyi akıllarının uçundan geçirmiyorlardı.

***

Eski iskele göründüğünde ne delikanlı yuları çekti, ne de at yavaşladı. Son zeytin ağaçlarını da geride bıraktılar. Ufukları bir anda açıldı. Ege’nin uçsuz bucaksız mavisi ile gökyüzünün sonsuzluğunun kucağında buldular kendilerini. Atın nalları iskele ile buluştuğunda delikanlı belinden silahını çıkardı. Gökyüzüne doğru arka arkaya ateşledi.

Denizin ortasından bir kız çığlığı yükseldi. At, başını o yöne, beyaz yelkenliye doğru çevirdi. Silah sesi ve tanıdık çığlık hayvanı daha da coşturmuştu. Delikanlı bacakları ve kolları ile atına sıkı sıkı sarılarak hazırlandı. Gözlerini kapadılar, birlikte Ege’nin üzerinde havalandılar.

Aynı anda Angela, teknenin burnuna çıktı. Durumu son anda fark eden annesiyle babasının haykırışlarına aldırmadan, bembeyaz entarisinin eteklerini şişiren rüzgarın üstüne basarak siyah karaltıya doğru yürüdü.

***

Güneş, hiç kimsenin bitmesini istemediği günün sonunda, mavisi koyulaşmış gökyüzünü pembeyle morun tonlarına boyamış, düğün meydanındaki cümbüşü göğe taşımıştı.

Düğün ahalisi dev bir çember oluşturmuş, çılgınca göbek atıyor, gerdan kırıyor, elleriyle tempo tutuyordu. Yaşlılar, çocuklar, evlenme çağındaki kızlar, beyaz gömlekli delikanlılar hepsi ayaktaydı.

Davulcu ile zurnacı çemberin tam ortasında kendilerinden geçmişlerdi. Zurnacı, ne nefes alıyor, ne nefessiz kalıyor, giderek gürleşen taksimleriyle ahaliyi hayrete düşürüyordu. Davulcu tek başına, koskoca bir bölüğün çıkarabileceği kadar gümbürtü çıkarıyordu.

Konuklar mest olmuş, arada naralar atıyor, yaşlı kadınlar sevinç gözyaşlarına hakim olamıyor; meltem yanakları okşayıp kurutarak, buruşan çeneleri yeniden gülümsemeye davet ediyordu.

Davulcu ile zurnacının bir tarafında gelinle damat vardı. Elleri birbirlerinin omuzlarında ayakları yerden eş zamanlı kalkıp, gerisin geri konarak ahenkle sirtaki yapıyorlardı.

Onların karşısında ise Angela ile Mustafa oynuyordu. Her ikisinden de toprağa deniz damlıyordu. İkisinin de uzuvları aynı dalga boy ve devinimleri ile hareket ediyordu. Dişleri bembeyaz, pırıl pırıl, açık deniz köpükleri gibi parlıyordu.

Kalabalık gözlerini onlardan alamıyordu. Aşk vücuda gelmiş, karşılarında dans ediyordu. Mustafa ile Angela’nın ayakları yere basmıyor, başları göğe uzanıyordu.

Arada dört nala, siyah bir bulut geçiyordu üstlerinden. Mustafa ile Angela minnetle ona doğru el sallıyorlardı. Zurnacı bir tek o zaman yutkunuyordu. Davulcu hemen kasap havasına geçiyor, çemberdeki konukları delikanlı ile Angela’ya sarılmaya davet ediyordu.

Düğün halkı onlara sarıldıkça her yer, herkes Ege kokuyordu buram buram. Barış kokuyordu. Mavi kokuyordu. Aşk kokuyordu. Kimsenin evine dönmeye niyeti yoktu. Herkes masallardaki gibi düğünün kırk gün, kırk gece sürmesini istiyordu.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

YOKUŞ

İhsan’la Musa… Biri muslukçu, öteki kaynakçı. Biri yapılı, öteki ufak tefek. Birinin başı üşür, ötekinin bağrı hep açık. Biri öteberisini bollaşmış ceplerine tıkıştırır, ötekinin elinden poşet eksik olmaz. Birinin dört çocuğu var, ötekinin üç. Sabahları işe beraber giderler. Yolda Kürt böreği alır, Çaycı Halit’in taburelere çöküp yerler.

SARI SÖZLÜK

Cumaları bekliyordum… Eğer hava çok karlı değilse, eğer Beden Öğretmeni geç kalmazsa, eğer yoklamayı aldıktan sonra kasadan taklayı ilk benim atmama izin verirse, eğer son otobüsün yirmi beş dakika sonra kalkacağını bilen Müdür Yardımcısı izin kağıdımı imzalarsa, kirli çamaşır ve defter kitap dolu çantamı sırtlanıp koşmaya başlıyordum.

LOKANTACI YARİM

Sevmemesi gerekenleri sevmeyi severdi. Sigarayı… Babasını… Tırnak kemirmeyi… Mustafa’yı… Bütün gün arı gibi işlenir, müşterinin seyreldiği akşamüstü saatlerinde kapının önündeki masaya ilişir, mutfaktaki ocakta yaktığı sigarasından derin bir fırt çekerdi. Yeşile çalan gözlerini sabit bir noktaya diker, sevmemesi gerekirken…

GÖNÜL GALERİSİ

“Çocukken babamın soyduğu meyveleri mi düşürür aklıma bilmem; şu çerçeveli takvim sayfasını mesela, servet dökseler söktürmem o duvardan.” Yumruğunu hafifçe vurdu masaya: “Bazısını da ister dünyanın en meşhur ressamı yapsın, ister en iyi fotoğrafçısı çeksin, sokmam hana. Bizimki sanat değil, gönül galerisi neticede.”

GÖNÜL GALERİSİ

“Peki sıkılmıyor musunuz burda, yedi gün, yirmi dört saat, hapis gibi dört duvar arasında?” diye sordu oraletinden bir yudum alan kirli sakallı, temiz yüzlü üniversite öğrencisi.

Eminönü hanları hakkında araştırma yapıyordu. Az konuşan, dik ve derin bakan Çaycı Dayı’yla sohbet etmekten keyif alıyor, aklının bir köşesinde, samimiyeti biraz daha ilerletirse hanın fotoğraflarını çekmek için izin koparabileceği ümidini taşıyordu.

“Yoo.” dedi Çaycı Dayı. “Allah’a şükür yediğim önümde, yemediğim arkamda. Handa çalışanlarla akraba gibi olduk. Eh onların müşterileri, hamallar, seyyarlar, komşular derken gündüzleri geleni gideni çok olur buranın. Sıkılacak vakit olmaz yani. Akşamları herkes evine gidip han bana kalınca da…”

Dudağının kenarında bir gülümseme belirdi. İlk kez gözünü kaçırdı delikanlıdan. Sessizleşerek, ikinci katta ağır ağır yürüyen kediyi izlemeye koyuldu.

Öğrenci meraklanmıştı: “Ee, ne yaparsınız akşamları?”

Çaycı Dayı ayağa kalktı. Elinde boş çay bardağı ile ağır ağır yürüdü. Ocaktan yükselen buharlar arasında iyice esrarengiz göründü öğrencinin gözüne.

“Kepenkleri indirir, içeriden kapıyı kilitlerim önce. Sonra hanı süpürür, silerim.”

Höpürdeterek çayından bir yudum aldı. Bardağını kilim desenli masa örtüsünün üzerine bıraktı.

“Yanına bir salata yapar, öğlenden kalan yemeği yerim. Biraz dinlenmiş de olurum o ara… Sonra ertesi günün yemeği için kolları sıvarım.”

Öğrenci, az önce Çaycı Dayı’yı gülümsetenin bunlar olmadığını seziyordu.

“Peki sonra?” diye sordu sabırsızlanarak.

“Sonra radyomu açarım.” Ayağa kalktı bir kez daha. Çay ocağından siyah, eski bir el radyosu alıp döndü. Taburesine oturmadan düğmesini çevirdi. Loş sofayı yumuşak bir sanat müziği ezgisi sardı. Başını ağır ağır çevirip arkasındaki duvarı gösterdi.

“Görüyor musun, şu resimleri?”

Çaycı Dayı’nın oturduğu taburenin gerisindeki duvar rengarenk, yağlı boya tablolarla, çerçevelenmiş takvim yapraklarıyla, büyütülmüş fotoğraflarla, dokuma duvar halılarıyla, resim işlenmiş kilimlerle doluydu. Duvarın sıvası, ancak resimler arasındaki ufak tefek boşluklardan görülebiliyordu.

“Görülmeyecek gibi değil ki…” derken gülümsedi, Öğrenci. “Hana girdiğimden beri gözlerimi onlardan alamıyorum.”

Yanıtı Çaycı Dayı’nın hoşuna gitmişti. Bir yudum daha aldı çayından. Bu defa daha iştahlı.

“Bunların her biri ayrı alem benim için.” Dudaklarını büzüp devam etti:

“Bak şu yelkenliyi görüyor musun? Ne zaman dar gelse yerim, açılır giderim onunla. Kaptanı da benim, tayfası da… Çarkçısı da benim, mutfakçısı da… Kürekçisi, miçosu, yelkeni, rüzgarı… Dalgası da benim, balığı da… Karayı müjdeleyen martısı da… Direği kıran fırtınası da…”

Delikanlı şaşırmıştı. Radyodan yükselen tambur sesi eşliğinde Çaycı Dayı’yı dinliyor; adamın kendi sözcükleriyle mi konuştuğunu, yoksa ezberden şiir filan mı okuduğunu sormaya cesaret edemiyordu.

“Bir bakmışsın kürek olmuşum, dalgayı yarıyorum. Denizi çekiyorum, gemiyi itiyorum tek başıma. Bir bakmışsın balık olmuşum, kürekten ürkmüş, dibe kaçarken büyük bir balığın radarına girmişim. Dost bir istiridyenin kaygan yatağında soluklanıyorum…”

Soluklanıp devam etti.

“Sonra bir bakmışsın, küreği çeken kolun sahibinin göğsünde sakladığı kıvırcık saçlı bir oğlan resmiyim…”

Öğrenci bir an için, denize inip kalkan küreğin çıkardığı sesi duyar gibi oldu. Başını kaldırınca, hışırtının yukarı katta plastik bidonu tırmıklayan kediden geldiğini anladı.

“Oğlan demişken… Şu kadın resmini görüyor musun, çerçevesi güllü, gümüşlü olan…”

“Evet” dedi, Öğrenci.

“O benim şefkatlim, merhametlim… Ne zaman pişman olsam, eskiden yediğim bir haltı kafaya taksam, biçare kalsam, vicdanım sızlasa açılırım ona. Kadın annem olur. Ben kucağındaki çocuk. Bebekliğimdeki gibi ninniler söyler, okşar yüzümü.”

Çayını bir kez daha höpürdetti.

“Bir başka gece, o kadın benim rahmetli hanımım olur. Bir türlü doğmayan çocuğumuz olur kucağındaki de. Bir gececik olsun hep beraber mutlu oluruz. Bebek gibi uyurum, ben de.”

Öğrencinin oraleti bitmişti. “Dur sana bir de ada çayı vereyim.” dedi, Çaycı Dayı. “Keskin muhabbetle iyi gider.”

Ada çayını öğrencinin önüne bırakırken: “İşte böyle…” diye mırıldandı.

“Resimlere zaafımı bilenler, uğrarlar sık sık. Antikacı, kırtasiyeci, eskici, ressam… Resme uzun uzun bakarım önce. İçimi kıpırdatıyor mu? Bir şey çağrıştırıyor mu? Nefesimi açar mı? Canımı yakar mı?”

Biri girdi hana, adres sordu. Çaycı Dayı tarif edip gönderdi adamı, fazla uzatmadan. Öğrenciye dönüp devam etti:

“Bazı resmi gördüğüm anda bir yarama iyi geleceğini, bir özlemimi dindireceğini anlarım. Rüyamdan mı; gazeteden mi; bizim memleketteki bir dereyi, ormanı benzettiğimden mi; her nedense kanım kaynayıverir işte ecnebi dağlarına, ırmaklarına… Çocukken babamın soyduğu meyveleri mi düşürür aklıma bilmem; şu çerçeveli takvim sayfasını mesela, servet dökseler söktürmem o duvardan.”

Yumruğunu hafifçe vurdu masaya:

“Bazısını da ister dünyanın en meşhur ressamı yapsın, ister en iyi fotoğrafçısı çeksin, sokmam hana. Bizimki sanat değil, gönül galerisi neticede.”

Delikanlı gözlerinin dolduğunu belli etmemeye çalışarak gülümsedi.

“Dininize de bağlısınız anlaşılan.” dedi, Çaycı Dayı’nın hemen arkasındaki camili, Kabe’li duvar seccadesini göstererek.

“Elhamdülillah.” derken avcunu iki kere göğsüne vurdu adam. “Her gün beş vakit bakarım ona.”

Öğrenci saatine baktı. Gitmesi gerekiyordu. Gönülsüzce ayağa kalktı. Çaycı Dayı oraletle ada çayının parasını almadı.

Dostça tokalaşırlarken: “Son bir ricam olacak.” dedi, Öğrenci.

“Hanın değil ama sizin fotoğrafınızı çekebilir miyim, resimlerinizin önünde? Tezim için değil, kendim için.”

“Eyvallah.” dedi Çaycı Dayı. “Han benim değil ama resimler benim sonuçta.”

Tabureye oturdu tekrar: “Çek bakalım şöyle Kabe’nin önünde. Yelkenliyle anne, çocuk da çıksın ama mutlaka.”

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

SAKIZ İLE CİNGÖZ

Kadırga’da bir evde yaşıyorlardı. İki kardeş… Sıradan ev kedilerinden değillerdi. Her şeyden önce evleri sıradan değildi. Dış cephesi kısmen yıkık, duvarlarının boyaları yaprak yaprak soyulmuş, merdivenleri çökük, ahşapları çürük tarihi bir konakta doğup büyümüşlerdi. Babalarının Mart aylarında Yenikapı ile Cankurtaran arasında turlayarak önüne gelene asılan, koca kafalı bir boş gezen olduğu söylenirdi.

CANKURTARAN

Yalnızlıktan nefret eder. İnsanlardan daha çok. Karanlığı sevmez. Güneşi hele hiç. Bulutların, pişmanlıkların, isyanların insanıdır. Yeryüzünden çok gökyüzünün. Suyun üstünden çok altının. Nadiren, şafak vakti dışarı çıkar. Omzunda kamış oltası. Elinde yoğurt kovası. Kovanın içinde ağlı kepçesi. Boynunda yunus düdüğüyle. Tedirgindir. Balıkçı gibi görünmektedir çünkü. Oysa balıkçılardan nefret eder.

FERAHFEZA

Ev arkadaşı kemençeci Yorgo ile Yedikule kapısından geçmektedirler bir Mayıs akşamüstüsü. Sazları ellerinde. Tatlı bir meltem yalıyordur yüzlerini. Sabah denize girmişlerdir surlardan. Saçları dalga dalga deniz kokmaktadır hala. Tenleri yanık. Beyaz gömlekler sırtlarında. Uçları sararıp kıvrılmış göğüs kılları yakalarından gençlik iştahıyla fışkırmış. Dünyayı fethetmeye hazırdır ikisi de.

ÇATI KATI

Kadın çatı katında yaşıyordu. Şehrin kirliliğinden, gürültüsünden uzak. Bulutlar arasında, tek başına… Bir kaç martı dostu vardı. Bir çift de kumru komşusu. Kedileri, kitapları, kemanı, çiçekleri…

SOKAK MANKENİ

Arkadaşlarıyla yeni açılmış, pahalı bir içkili lokantada buluşmuştu. Biraz memleket meseleleri, biraz iş güç, biraz da çoluk çocuk üzerine lafladıktan sonra, her buluşmada tekrarladıkları üzere eski güzel günleri özlem ve şakalarla anmış, tam mekanla ve birbirleriyle aralarındaki mesafe kapanmaya başlamışken; önce aralarından biri huzursuz hareketlerle saatini kontrol ederek sohbete ara verilmesini beklemeye koyulmuş, onun peşi sıra diğerlerinin de birer birer eşlerini, çocuklarını, ertesi sabahki toplantı ve seyahatlerini mazeret göstermesinin ardından on beş dakika içinde masa boşalıvermişti.

Sona kaldığından bahşişi halletmek ona düştü. Lokantanın buğulu cam kapısını açan kibar garsonu başıyla selamlayıp, kendini tenhalaşmış caddede buldu. Hava buz gibiydi. Şidddetli rüzgar, sulu kar tanelerini iğne ucu gibi yüzüne batırdıkça canı yanıyordu. Caddedeki tek tük yaya, şemsiyelerine hakim olmaya çalışarak oradan oraya savruluyordu.

Köşedeki taksi, sinyal çakarak onu kısa yoldan sıcacık evine götürmeyi teklif etti. Yakalarıyla omuzlarını kaldırarak kulaklarını örttü, adımlarını hızlandırarak taksinin yanından geçti.

Böyle biraz üşüyerek, biraz ıslanarak tenha gecenin içinde kalma ısrarını sürdürmek hoşuna gitti. İlk sağdan dar bir sokağa, oradan daha sakin bir başkasına, oradan da sokak lambaları yanmayan bir diğerine, nereye gittiğini bilen biri gibi kararlı adımlarla saptı. Uzakta, giriş ışığı yanan bir apartmanın önünde bir karaltı sigara içiyordu. Bir an için duraksadı. Geri dönmek daha dikkat çekici olacaktı. Soluğunu tutarak, apartmanın yanından uygun adım geçti.

Duvarlara, kepenklere püskürtülmüş yazı ve resimler onu rahatlatıyor, kaybedecek şeyi kalmamış bölgeye sanatın, mizahın dokunmuş olması oraları biraz olsun nefes alınabilir hale getiriyordu.

Yaşadığı güvenli hayata yabancılaştığı için, ne istediğini değil ne istemediğini bildiği için oradaydı. Bu düşünce, kim olduğunu unuttukça içinde büyüyen özgürlük duygusu kendisini uzun zamandır olmadığı kadar iyi hissetmesine neden oluyor, ancak yosun tutmuş bir duvarın gerisindeki hurdalıktan gelen tıkırtı, metruk bir binanın kırık camından görünen alevler, karanlığın içinden yükselen havlamalar pişmanlık içinde bir an önce oralardan kurtulup, sıcacık evine ulaşmak için sabırsızlanmasına neden oluyordu.

Lambaları yanan bir sokağa adım attığında, bir apartmanın giriş katındaki aralık pencereden tanıdık bir reklam müziği yükselirken, kendi halinde yaşlı bir adamın meyhaneden mi camiden mi döndüğünü tahmin etmeye çalışırken, korkunun yerini serüven duygusuna bıraktığını memnuniyetle fark ediyor; o cesaretle, aydınlık geniş caddeye dönmek yerine dar ve karanlık bir başka ara sokağa sapıyordu.

İşte bir daha asla bulamayacağı o ara sokaklardan birinde rastladı ona. Depo girişi gibi görünen parmaklıklı bir kapının önünde, kırmızı bir yük arabasına yaslanmış bir vitrin mankeni, çırılçıplak, sırılsıklam dikiliyordu. Başı kel, tek eli kopuk, vücudu kusursuzdu. Sokakla esrarengiz bir uyum içindeydi. Yaralı, cezalı, hikayeli, cesur ve çekici. Sağ elini kaldırmış, sokağına girme cesaretini gösterecek birini bekliyordu.

Ağır ağır ilerledi, karşısında durdu. Uzun uzun baktı. Konuşmayacak olmaları ne iyiydi. Çantasını kırmızı yük arabasına bıraktı. Mankene bir adım daha yaklaştı. Tek kolu kendiliğinden beline sarıldı. Parmaklarını, kopuk elinden başlayarak ıslak kolunda gezdirdi. Yanaklarını okşadı. Çenesini… Dudaklarını. Parmaklarını çekti. Dudaklarını, mankenin sert, soğuk, ıslak dudaklarına bastırdı. Diğer eli de çıplak bedeni sardı. Sımsıkı…

Kim bilir ne kadar öyle kaldılar. Rüya bile gördü o sırada. Sonra bir üşüme geldi. Titreyerek ayrıldı mankenden. Geriye doğru bir adım attı. Üstüne başına çeki düzen verdi. Yük arabasına bıraktığı çantası ilişti gözüne. Aldı. Bir adım atıp uzaklaşmaya yeltendi. Karar değiştirip durdu. Geri döndü. Çantasını sol eline aldı. Diğer eliyle mankenin yanağını bir kez daha okşayarak vedalaştı.

Hızlı ve suçlu adımlarla sokağı terk etti.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

HAMAL

Küfesiyle yatırların kapısında beklerdi. Kesme şekerini, tuzunu, pirincini, gözyaşını türbede bırakan kadınlar, dileklerini fısıldayıp, dualarını tamamladıktan, avuçlarıyla yüzlerini sıvazladıktan sonra…

UZUN RÜYA

Seviyordu be, heyt! Hem de ne sevmek. Serçe parmağına, saç diplerine, burun direğine kadar… Böyle oluyormuş demek insan. Kalbi bir kurtulsa göğüs kafesinden, martılarla yarışacak. Çığlık ata ata, Boğaz’a dala çıka… Sokak köpeklerine sarılmamak, yaşlıların ellerinden öpmemek için zor tutuyordu kendini. Kestanecinin al yanaklarından makas almamak… Polislerle halay çekmemek için…

LOKANTACI YARİM

Sevmemesi gerekenleri sevmeyi severdi. Sigarayı… Babasını… Tırnak kemirmeyi… Mustafa’yı… Bütün gün arı gibi işlenir, müşterinin seyreldiği akşamüstü saatlerinde kapının önündeki masaya ilişir, mutfaktaki ocakta yaktığı sigarasından derin bir fırt çekerdi. Yeşile çalan gözlerini sabit bir noktaya diker, sevmemesi gerekirken…

KUYTU

Erkek sırt çantasıyla indi vapurdan. Omuzları herkesten daha dik. Martı gibi gövdesini rüzgara bırakarak kalabalığın arasında süzüldü. Kız onu iskele kapısında, uslu bir köpeğin yanında bekliyordu. Onun da çantası sırtında. Günün son saatiydi. Işığın düştüğü yerler altın rengi. Kızın yüzü de öyleydi. Erkek onu görünce gülümsedi. Gülümsemesi tatlı bir dalga gibi kızın yüzüne çarpıp geri döndü.

KIYI

Kendini bildi bileli kendisi olamamıştı. Uslu, başarılı, saygılı, alımlı, özenli, uyumlu, tutumlu, ölçülü, dengeli, mesafeli olabilmiş ama kendisi olamamıştı. Bunun farkına yeni yeni, on dokuzundan gün aldığı ilk günlerde varıyordu.

İstanbul’a geleli birkaç ay olmuştu henüz. Yurtta kalıyordu. Oda arkadaşları ile iyi geçiniyor, fakültede ders kaçırmıyordu. Annesi ile konuşuyordu her gün muhakkak. Ailesi onunla gurur duyuyor; bir o kadar da başkalarına, şehre, devre güvenmiyordu.

Bir sabah Boğaz kıyısında, güvercinlerle martıların arasında yüzünü rüzgara vermiş, elleri ceplerinde dalgaları seyrederken sormuştu ilk kez kendisine:

Karaya sağlam basmak mı istiyorum ben, denizde serüvene atılmak mı? İstanbul’a mı ait olmak isterim, memleketime mi? Güvercinler gibi sürünün parçasıyken mi daha huzurluyum, martılar gibi hür ve yalnızken mi? Erkeklerin benden uzak durmasını mı istiyorum aslında, yoksa etrafımda dört dönmelerini mi? Yapmam gerekenleri yaparak, olmam gerektiği gibi biri olarak mı geçireceğim hayatımı; olasılıkları deneyerek, hatalar yaparak, aslında kim olduğumu arayarak mı?

O sabahtan sonra tereddüte bulanmıştı yaşamı, yaprak gibi titremeye başlamıştı. Her yaptığı biraz eksikti. Biraz korkakça, biraz düşüncesizce, biraz abartılı, biraz sığ, biraz samimiyetsiz… Her düşündüğünden biraz suçluluk duyuyordu. Her yapmadığından biraz pişmanlık…

Annesi ile telefon görüşmelerinin ardından eskisi gibi rahatlamış hissetmiyordu artık kendini. Ya onu mutlu etmiş ama içinden geçenleri hiçe saymış oluyordu çünkü ya da iyiliğini herkesten çok düşünen biricik ailesine yalan söylemiş…

Gece yurttaki odalarının ışığı kapanıp diğer kızlar birer birer uyuyakaldıktan sonra dönüp duruyordu yatağında. İradenin ne demek olduğunu sorguluyordu mesela. Cazip geleni değil, doğru olanı yapabilme gücü mü? Ne yapması gerektiği konusunda kendisinin tek karar verici olabilmesi mi? Kendine hakim olabilen midir, iradesi güçlü kişi? Kendini olduğu gibi ortaya koyabilen mi?

Özgürlük neydi peki… Dilediğini yapabilmek mi? İstemediğini yapmamak mı? Değer verdiklerine teslim olmak mı? Kişinin kendini sevebilmesi başkaları tarafından beğenilmesine mi bağlı? Aynı anda hem aile, hem arkadaşlar, hem de erkekler tarafından beğenilmek mümkün mü?

Uykusunu alamamış, kafası kazan gibi kalkıyordu yataktan. Bazı sabahlar derse girmiyor, Boğaz kıyısına iniyordu tek başına. Boğaz her defasında başka… Masmavi oluyordu kimi gün, güneşin neşesine ayak uydurmuş. Bezen derinlemesine lacivert. Hava puslu, bulutlu ise o da bir o kadar keyifsiz, kül rengi ya da açık gri… Hava bıçak gibi soğuksa ama netse alabildiğine, basbayağı yeşil. Su yeşili…

Hafif çırpıntılı kimi gün, başını döndürüyordu çok bakarsan… Bazen süt liman; yekpare bir katman gibi karşı yakaya uzanan. Bazı gün de insan boyunda dalgalarını çarpıyordu kıyıya, tankerin birini ya da lodosu bahane ederek…

Boğaz ona öğretiyordu. Hem her gün başka, hem de bir o kadar kendisi olmanın mümkün olabildiğini. Hem gemilerin, insanların kaldırılabileceğini; hem balıklara yosunlara yuva olunabileceğini. Bir gün mazotunu bırakan motorun ya da çöpünü boşaltan büfecinin acımasızlığıyla kirlenip, ertesi gün yine cam gibi berrak olunabileceğini.

Denize baktıkça, karasız yapamayacağını da kavrıyordu beri yandan. Açılmak güzeldi ama istediğinde dönebileceğini bildiğin zaman. Coşkuluyken çırpınmak iyi geliyordu da, yorgun düştüğünde kıvrılıp uzanmak gerekiyordu. Balıklar suya, kuşlar denize aitti sonuçta. İnsanlar her yere… Ama diğerleri gibi, en çok doğdukları yere…

Yakamozu takip ederek Kız Kulesi’ne kadar çırılçıplak yüzmek geçiyordu bir gece içinden. Sevgilisini orada bulacağını hayal ediyordu. Ertesi sabah çiseleyen yağmura bile katlanamıyordu. Galata Kulesi gibi yere sağlam basan, babası gibi bir erkeği olsun istiyordu bu kez. Onun gibi karasal birine bağlanmak, Boğaz’ın kıvrımlarına onun pencerelerinden bakmak, seller götürse de dünyayı, külahının siperine sığınmak…

Kafası karışıktı hep. İradesi zayıf. Kendine yabancıydı hiç olmadığı kadar. Kendi seçimi sandıkları, biraz deşince hep başkasına ait çıkıyordu… Düşündükçe eriyordu benliği, yaşı büyüdükçe kişiliği ufalıyordu.

Kendi olmanın biri olmaktan; onun da önce hiç kimseleşmekten geçtiğini kavrıyordu yavaş yavaş. Bir tek şeyi güçlü seziyordu bu arada. Yalnız sezmiyor, hissediyor, hissetmekle kalmıyor, içindeki derinlikten onay alıyordu:

En fazla kıyıdayken; ayağı karaya sağlam basar, gözü denizi seyre dalarken kendisi olmaya yaklaşıyordu. Tam kıyıdayken, içindeki ve dışındaki her şey uyum içinde titreşiyor; bazen karadan, bazen denizden esen rüzgar, var oluşunun bir rıhtım gibi denizle kara arasında uzanacağını fısıldıyordu.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

FERRARİ

Sıcak bir Ağustos günü, kuğulu çay bahçesinde, havuzbaşına oturmuş, çay eşliğinde peynir ekmeklerini yiyorlardı. Turist, evden çıkarken bir poşete dokuz tane zeytin koymuştu. Poşeti çıkarıp ağzını açtı, masanın ortasına bıraktı. Pilot, Turist’in sırtını sıvazladı. İkisi iştahla zeytinlerini yerken, Kopi’nin gözü ekmeğini sardığı gazete kağıdındaki bir habere takılmıştı.

AHİN GIDA

Her pazar sabahı Yenikapı durağında iner, Kumkapı’ya kadar yürür, yol üstündeki marketten iki torba dolusu gıda alışverişi yapardı. İstasyon tarafındaki daracık sokaklardan birinin köşesinde bulunan “AHİN GIDA”nın önünden geçer, sokağın ucundaki cumbalı, bakımsız binanın giriş katında tek başına yaşayan Miran Usta’nın kapısını çalardı.

REİS

Babasının Boğaz’ın karanlık sularını kartal bakışları ile süzüşü geldi gözünün önüne. “Reis” derlerdi ona. Reis ki, ne reis! Herkesten önce fark ettiği balık sürüsünü parmağı ile işaret ederken adeta kükremişti: “Voli soldaaa!” Suyun yüzeyinde fosfor gibi parlayan kalın bir çizgi, yana döne ilerliyordu. “Haydeee tayfalar, çeviriiiiin!” Babasının haykırışı sona ermeden, iki kayık dolusu tayfa küreklere asılıp müthiş bir uyum ve çeviklik içinde balık sürüsünün etrafını sarmış, siyaha boyalı ağlarını süratle suya bırakmışlardı.

UÇAN HELVA

Pırıl pırıl bir yaz sabahıydı. Her bayram yaptığımız gibi büyüklerin ellerinden öpmüş, arkadaşlarla birlik olup konu komşunun kapısını çalmış, ayaküstü ziyaretlerimizi tamamladıktan sonra da, ağızlarımızda sakızlı şekerlerden koca birer yumruk, soluğu parkta almıştık.