DERYA ANA
Sabah yürüyüşlerim sırasında, Fındıklı Parkı’nda görmeye başladım onu. Fakülteye komşu deniz kıyısında… Mantosu, baş örtüsü, hava soğuksa sırtını örttüğü yün şalı ile ya banklardan birine oturmuş, denize karşı dua ederken ya da rıhtımın ucunda, poşetinden çıkardığı ekmek parçalarını suya atarken…
Duruşu kambur, yürüyüşü aksaktı. Sesli dua ederdi. O hastalıklı bedenden beklenmeyecek kalın, sert bir sesi vardı: Ürkütücü bir ses…
Cildi koyu, kırışıkları derindi. Derdin, acının vücuda gelmiş haliydi sanki. Onunla karşılaşınca ne bahar iyimserliği kalıyordu bende; ne de Boğaziçi ferahlığı. Onun ekmek parçaları havalanıp poşeti hafifledikçe benim omzumdaki yük ağırlaşıyordu.
Şanslılığımı, bencilliğimi, kaçaklığımı lodosla rıhtımı döven dalgalar gibi vuruyordu yüzüme, hiç farkında olmadan.
***
İlk zamanlar basbayağı kaçtım ondan. Öyle ya, zindeleşmek, güne moralli başlamak için sabahın köründe uyanıp yürüyüşe çıkıyordum. İçimde büyüyen sıkıntı ile işe yollanmak için değil.
Fakat ondan uzak durmak da kendimi iyi hissetmeme yol açmıyordu. Her zaman oturduğu bankı gözetlemediğim, poşetindeki ekmekleri avuç avuç denize boşaltmasına tanıklık etmediğim günler içimde bir eksiklik duygusu beliriyor, gün boyunca zihnimi kemirerek büyüyordu. Onu görmek huzur vermiyordu. Ama ondan kaçmanın yarattığı huzursuzluk daha büyüktü.
Sonraki günler onu uzaktan izlemeye başladım. Parkın yola yakın banklarından birine oturarak… Ya da sahildeki çay bahçesinde çayımı yudumlayarak…
Yüzündeki çatlaklardan ve kalın, paslı sesinden uzakta olunca, üzerimde bıraktığı kasvetli etki biraz olsun azalıyordu. Tuhaf bir zevk alıyordum onu izlemekten ve bundan ötürü suçluluk duymaktan. Dua ederken gözlerini kapayıp ellerini açıyordu. Dindar insanlara has bir teslimiyet değildi beden dilinden okunan. Kızgınlıkla karışık bir yakarıştı.
Arada acıya dayanamıyor, başını iki yana sallayıp, gözlerini kocaman açıyor, denize bakınca öfkesi daha da büyüyor, bu defa gözlerini kapatıp sımsıkı sıkıyor ve sanki kafasının içindeki sesi bastırmak istercesine yüksek sesle dua etmeye başlıyordu.
Duasını huzur içinde okumuyor, onunla içinde büyüyen isyanı bastırmaya çalışıyordu. Duanın dokunulmazlığına ihtiyacı vardı. Onu oksijen maskesi gibi ağzında tutuyor, bu sayede zorlanarak da olsa nefes alıp verebiliyordu.
***
Sahildeki çay bahçesinin garsonu Necati ile arkadaş olmuştuk. Ortaokul terk, doğulu, bitirim bir çocuktu. Ben yürüyüşümü bitirirken, o ocağı yeni açmış, masaları, sandalyeleri dışarı çıkarıyor olurdu. En önce her zaman oturduğumu bildiği, banklara en yakın masayı hazır eder, çay henüz demlenmemişse “poşet” teklif ederdi. Yaz günleri sabahın köründen gece on ikiye kadar çalışırdı ama hiç şikayet etmez, her gün 6 saat okula haspolmaktansa, burada martılarla beraber 16 saat ekmek peşinde koşarak geçirdiği hayatından memnun olduğunu söylerdi.
Bir sabah Necati: “Abi sen Derya Ana’yı seyretmeye mi geliyorsun her sabah buraya?” diye sorunca Necati’yi kandıramadığım gibi kendimi de daha fazla kandıramayacağımı anladım.
“Derya Ana mı?” diye sordum. “Tanıyor musun o yaşlı kadını?”
“Yok be abi.” diye yanıtladı Necati. Taze demlenmiş, mis gibi kokan şekersiz çayımı masaya bırakırken. “Bizim çocuklarla taktık bu ismi ona. Sabah akşam denizi besler, görüyorsun ya.”
“Akşamları da geliyor mu?”
“Bazen. Gün batımında.”
“Kimseyle konuşmaz mı?”
“Yok abi delidir herhal. Üstü başı da temiz pak ama ne bileyim… Kendi kendine konuşur bir tek. Bu parka Cihangir’den filan da kadınlar iner, onlar sokak kedilerini köpeklerini besler mesela. Bu Derya Ana kediyi köpeği kovalar, getirdiği ekmeğin hepsini denize atar.”
Biz Necati ile laflarken Derya Ana ayağa kalkıp denize doğru birkaç adım attı. Elini poşete sokuyor, çevresini ve gökyüzünü kolaçan ediyor, ekmeğine talip kimse olmadığından emin olunca acele ile poşeti avuç avuç denize boşaltıyordu. Bir ara kül rengi bir güvercin sekerek yanaşmaya kalktı. Kadın korkutucu bir tıslama ile onu uzaklaştırırken Necati ile göz göze geldik. Necati başını sallayıp gülümseyerek ocağa geri dönerken haklı çıkmanın öz güveniyle son sözünü söyledi:
“Görüyorsun ya abi kuşlara bile yedirmez ekmeğinin kırıntısını.”
***
Sonraki birkaç gün sabah yürüyüşüne çıkmadım. Kendimi halsiz hissediyordum. Haftanın son iş günü ise telefonumun alarmı çalmadan bir saat önce uyandım. Hava soğuk ama yağışsızdı. Az uyumama karşın, dinçtim. Doğruca mutfağa gittim. Bir gün önce şirket yemekhanecisinden aldığım bayat ekmek dolu poşetin ağzını açtım. Evimde biriktirdiğim ekmekleri ekleyip, poşetin ağzını sıkıca bağladım. Bir çırpıda giyinip dışarı çıktım. Her zamanki parkurumda yürümeye başladım.
Elimde çöp torbası ile spor yapmama bıyık altından gülenleri görmezden gelerek, yürüyüşümü sürdürdüm. Derya Ana ile ne konuşacağımı belirlemeye çalışıyor fakat bir türlü kafamı toplayamıyordum.
Nihayet parkın köşesine vardım. Henüz gelmemişti. Necati’nin çay bahçesine uğramadığım zamanlar oturduğum banka ilişerek beklemeye başladım. Bu saatte parkta olurdu hep. Her neyse, gecikse de bekleyecektim.
Gelmedi. İşyerimi arayıp bir saat gecikeceğimi haber verdim. Sonra işimin uzadığını söyleyerek, öğle tatiline kadar oyalandım.
Sonunda poşeti Boğaz’a boşalttım.
***
Uzun süredir peşimi bırakmayan suçluluk duygusundan sıyrılmış, biraz olsun hafiflemiştim ama üzerimden kalkan baskının yerine bir şey koyamamıştım.
Sonraki sabahlar da gelmedi. Merak ediyor, kaygılanıyordum. Sanırım özlüyordum da onu.
Derya Ana’yı sevmemiştim hiç. Ya da öyle olduğunu düşünüyordum. Onu bir sorun olarak görmüştüm. Bir sabah aynada karşıma çıkıveren küçük ama can sıkıcı bir sivilce. Beni rahatsız eden, zaaflarımı harekete geçiren, tuhaf biçimde yanından geçip gidemediğim bir ruh kemirgeni. Ne iyilikle ne kötülükle, ne huzurla ne de huzursuzlukla etiketleyip bir kenara koyabildiğim, hayatımın ne içine alabildiğim, ne de dışında bırakabildiğim baskın bir gölge.
Bütün planım, bu gölgeyi aydınlatıp, anlamlandırıp sonra da ondan kurtulmak üzerineydi. Ama ben bunu yapamadan o ortadan kaybolunca, her şey yarım, sonuçsuz kalmıştı.
***
Ertesi hafta da gelmedi.
Yemekhaneci Perşembe akşamı yamağıyla koca bir torba bayat ekmeği ofisteki masama gönderdi.
Cuma sabahı elimde poşetle doğru Necati’nin yerine gittim. Bayat ekmeklerime göz kulak olmasını, yürüyüşün ardından onları denize atacağımı söyleyince Necati önce şaşırdı, sonra geniş bir gülümsemeyle:
“Abi tam Derya Ana gitti derken, sen de Deniz Baba mı olacan başımıza?” diye espri yaptı.
Yürürken bu şakadan rahatsız olmadığımı hatta hoşuma bile gittiğini fark ettim. Yürüyüşü tamamlayıp, Necati’ye el ederek her zamanki masama oturmuştum ki, Derya Ana’nın bankında baş örtülü, mantolu bir kadın gördüm.
Derya Ana değildi. Daha zayıf, dik oturan, genç biriydi. Yanında Derya Ana’nınkine benzer bir poşet duruyordu.
Yağmur çiselemeye başlayınca çayı beklemekten vaz geçip ocağa doğru yürüdüm. Poşetimi aldım. Necati, aceleme anlam veremedi. Açıklamayla zaman kaybetmeden banka doğru ilerledim.
Kadın yüzünü denize vermiş, ellerini açmış, dua okuyordu. Benim yaşlarımda olmalıydı. Sivri çeneli, ince dudaklı, kemikli burunluydu.
Onca bank boş dururken yanına oturmam onu tedirgin etti. Dua için açık tuttuğu ellerini indirdi. Bankın diğer ucuna doğru kaydı. Ekmek dolu poşetimi göstererek: “Merhaba” dedim. Aynı amaçla orada olduğumuzu anlayınca ürkekliği biraz olsun yatıştı. Selamımı başıyla aldı, bir şey demedi.
“Burada bir teyze otururdu her sabah” dedim. “Duasını okur, sonra da ekmeklerini denize atardı.” Göz ucuyla poşetimi göstererek: “Ben de onu taklit etmeye başladım ama teyze gelmiyor artık.”
Kadının gözünden yanağına bir damla yaş kaydı. Dudaklarını kıpırdatıp duasını bitirdi. Elleri ile yüzünü sıvazladıktan sonra:
“Annemdi o benim.” dedi. “İki hafta önce vefat etti.”
Öylece kaldık. Dev bir tankerin dalgalandırdığı Boğaz, rıhtıma tokat gibi vurdu. Taşan su ayaklarımıza kadar ulaştı. Bir martı acı acı bağırdı.
Genç kadın poşeti ile ayağa kalktı. İçinden bir avuç ekmek alıp denize bıraktı. İnip kalkan omuzlarından hıçkırarak ağladığını anlayabiliyordum. Yanına gittim. Ben de kendi poşetimden bir avuç alıp, havaya fırlattım.
Martılar fırlattığım ekmekleri görmüş olacak, üstümüzde dolaşmaya başladılar. Genç kadın simsiyah, ıslak gözlerini benimkine dikti.
“O kadar havaya atmayın, martılar yer ekmekleri.” dedi.
Öyle kararlı söylemişti ki bunu, hiç itiraz etmeden usulca ekmekleri suya bırakmaya başladım. O sırada bir sokak köpeği kuyruğunu sallayarak yaklaştı. Annesi gibi ani ve korkutucu bir sesle “Hoşşt” diye kovaladı köpeği, genç kadın. Sonra yine konuşmadan denize ekmek atmaya devam ettik. Poşeti ters yüz edip dibindekileri de Boğaz’a boşaltırken:
“Size bir soru sorabilir miyim?” dedim.
Genç kadın da kendi ekmeklerini bitirmiş, poşetini katlayıp çantasına koymaya hazırlanıyordu. Ne samimi, ne de soğuk bir tonda:
“Buyrun.” diye yanıtladı. Sanırım, onun için çok daha zor geçebilecek sabahı biraz olsun hafiflettiğim için kendini borçlu hissediyordu.
“Annenizin iyilikseverliği beni derinden etkilemişti.” dedim. “Siz de onun kaldığı yerden devam ediyorsunuz. Yalnız neden diğer aç hayvanları kovalayıp, yalnızca balıkları beslediğinizi merak ediyorum.”
Genç kadın acı acı gülümsedi. “Annem ekmekleri balıklar için atmıyordu ki denize.” dedi.
Ani ve güçlü bir esinti elimdeki poşeti doldurdu. Kadın arkasını dönüp banka oturdu. Ben de sabırsızlıkla yanına gidip, eski köşeme iliştim.
“Annem bu parka gelmediği zamanları televizyon başında geçirirdi.” dedi. “Kaçak mülteci teknelerinin batma haberlerine ve onlarla bir sulara gömülen çocuklara yüreği dayanmazdı.”
Mendiliyle gözlerini kurulayıp burnunu çektikten sonra devam etti:
“Ekmekleri de o çocuklar için denize atardı. Belki içlerinden sağ kalan vardır. Bu ekmekler onlara ulaşır da hayatta kalabilirler diye.”