MAVİ TRAKTÖR

MAVİ TRAKTÖR

Beyazdır evi. Sakız gibi kireçten. Ve çakır gözleri gibi açık mavidir penceresinin çerçeveleri.

Herkesten önce uyanır. Al ibikli beyaz horozdan bile. Usulca sıyırır yorganı üstünden. Bakar ki, ayakları elleri tutuyor. Gözleri de görüyor her şeyciği birer birer… Avuçlarını açıp şükreder.

Çocukların odası uyku kokuyordur. Ana karnı gibi nemli ve huzurlu. Tahta zemini gıcırdatmamaya çalışır ama asla beceremez bunu. Loş holü geçerken kendine çeki düzen verir, rahmetli babasının çerçeveli resmiyle günaydınlaşır. Her sabah yapar bunu. Allah kollayan bakışlarını başlarından eksik etmesin. Hep aynı yerde, babacığının bir bayram sabahı ilk ve son kez başını okşadığı salon girişinde ayağı eşiğe takılır. Tökezler, biraz da gürültü çıkarır. Afacan oğlunun bahar boyunca düdük gibi öten burnundan yükselen hırıltı kesilir bir an için.

Sonra yine hol loşlaşır, babası istirahate çekilir, gözleri fotoğraf olur. Oğlan ağustos böceği gibi kaldığı yerden ötmeye devam eder.

Bahçeye sis inmiştir. Zakkumlara boncuk boncuk çiğ… Tulumbaya bir tas su döker. Dökme demir kolu indirip kaldırmaya başlar gıcır gıcır. Kuyunun karanlığından gün yüzüne çıkan su coşar, köpük köpük kabarır, sakız gibi bembeyaz olur.

Avucu dolar taşar suyla. Yeni doğmuş bir kuzuyu sever gibi oynaşır, öper koklar onu. Yüzünde, boynunda, elinde kalan damlacıklar kendini zakkum gibi diri hissetmesine neden olur.

Ama hafta içidir, bahçede kalamaz daha fazla. Asmanın direklerine gerili telde beşik gibi sallanan havluyla elini yüzünü kurulayıp mutfağa geçer. Karıcığı tıkır tıkır işlenmektedir. Ne ara kalktın gene Münevver? Yalvarır gibi bakar karısının melek yüzüne. Ahh tezcanlı yarim; dinlen demedi mi doktor sana?

Bir çorba kaşığı kestane balı götürür ağzına. Balın geçtiği yerler akşam güneşi vurmuş gibi tatlı tatlı ısınır. Münevver ılık sütün içine çiğ yumurta kırıp çırpar. Bir dikişte bitirir onu da. Bir türkü takılır dilinin ucuna. Münevver de sever o türküyü. Ay gibi gülümser.

Traktör sadık bir at gibi bekliyordur kapının önünde. Münevver ailelerinin medarı iftiharına doğru ondan önce atılır. İçine öğlen yemeği ve birkaç öteberi koyduğu heybeyi koltuğun yanındaki göze yerleştirir.

Elinde bir tas su, geri çekilir. Evlendiklerinden bu yana hafta içi her sabah yaptığı gibi.

Horoz ötmeye başlar. Şimdi kız da camın gerisinde gözlerini ovuşturmaktadır. Tulumbanın suyu gibi gün yüzüne taze çıkmış.

Gömleğinin son düğmesini ilikler. Ceketini sırtına geçirir. Traktöre gururla biner. Ege gibi mavidir traktörünün rengi. Her seferinde denize dalar sanki ona oturduğunda…

Bismillahla marşa basar. Lastikler sabırsızca döner olduğu yerde. Sonunda toprağa tutunur, traktörü ileri fırlatır.

İçine kekik, zeytin, defne, kantoron, zakkum, hodan, zahter ve daha binbir türlü şifalı ot, ağaç yaprağı, çiçek poleni, meyve özü katarak arı gibi gezinen mis gibi dağ havası çarpar yüzüne. İçinden o dağlarda kaybolmak gelir bir an. Sonra kendini toplar.

Münevver’in arkasından döktüğü suyun sesini duyar. Kızının kumru yavrusu gibi sallanan eline karşılık verir. Burnu ötüşlü, şeftali yanaklı oğlunu düşününce genişler gülümsemesi. Onlara ekmek getirmenin sorumluluğu; dağ havasının baştan çıkarıcılığını da yuvadan uzaklaşmanın burukluğunu da alt eder. Basar gaza, tozu dumana katarak uzaklaşır.

O geçerken kuşlar havalanır, kazlar, tavuklar kaçışır sağa sola. Yola doğru sere serpe uzanmış dallar, çalılar şöyle bir çeki düzen verirler kendilerine. Çukurları doldurmuş su birikintileri havalanır, ihtiyaç sahibi otlarla çiçeklerle buluşur. Keçiler çayıra kaçar peş peşe. Köpeklerin çoğu sürünün, en kabadayıları traktörün peşine…

Tarlalarda çalışanlara özenç, sıkılan çobanlara hareket, okul yolundaki çocuklara hayal, yoldan geçen sürüngenlere kabus olur. Ege gibi maviye boyar toprağın üstünü. Geçtiği yeri değiştirir, tozu dumana katar.

Asfaltı bulur derken. Yol büyür, traktör küçülür o zaman. Kamyonlar çağlamaya başlar yanı başında. Kıyıdaki ağaçların yerini direkler, dalların yerini teller, kuşlarınkini izolatörler alır. Pembe zakkumlar yerini demir uyarı levhalarına bırakır. Gökyüzü uzaklaşır. Toprak asfaltın altında ezilir. Dağ kokusu zifte yenilir.

Mavi traktör tozlanarak, aksırarak ilerler. Haddini bilerek, sağdan sağdan gider. Kasabaya yaklaştığını önce grileşen ufuktan, sonra is kokusundan ve nihayet çamurlu, sıska köpeklerden anlar. Traktörle ne oynaşacak, ne de kafa tutacak kadar canı kalmış, sanayi köpeklerinden.

Yağmur çiselemeye başladığında hızlanmak ister. Ama mal indirmek, park etmek, börek almak gibi gerekçelerle yolu tıkayan üstü kapalı araçlar yüzünden ıslanır biraz. Eczane açılmıştır ama oğlanın burun spreyi ile hanımın ilaçlarını dönüşte almaya karar verir.

Dairenin otoparkına yanaştırır mavi traktörü. Koltuğun yanındaki gözden Münevverinin koyduğu heybeyi çıkarır. Karıştırıp kravatını bulur içinde. Bağlayıp boynuna takar. Bu gönüllü teslimiyet, her defasında boğazıyla bir yüreğini de sıkar.

Kafayı dağıtmak için heybeyi karıştırır. Tam sevdiği gibi iyi haşlanmış yumurta, dereotu ve keçi peyniri sarılı yufkayı; Münevverinin, oğlanın yanaklarını hatırlatsın diye son zamanlar kumanyasından eksik etmediği olgun şeftaliyi; kayınvalidesinin sarı kızın sütüne mayaladığı tazecik yoğurt dolu tası okşayarak seyreder.

Son olarak vazo niyetine masasından eksik etmediği su dolu çay bardağının içine koyması için, karıcığının solgun ve güzel eliyle bahçelerindeki zakkumdan kopardığı pembe çiçekli dalı burnuna götürür. En derinlerine çeker.

Yağmur yeniden atıştırmaya başlayınca mavi traktöründen atlar. Sıkı sıkı sarıldığı heybesini göğsüne bastırır. Mesaisine başlamak üzere dairenin merdivenlerini tırmanmaya koyulur.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

AGOP İLE AGATA

Agop sabaha karşı beşe doğru Beşiktaş’taki fırınlarının üst katındaki ufak odada gözlerini açıyor. Hava buz gibi. Dışarısı zifiri karanlık. Fırının alevinden yükselen turuncu ışığı takip ederek tahta merdivenden aşağı önce hamurhaneye, oradan da zemin kattaki fırına iniyor. Günün ilk ekmekleri pişmiş bile. Babası, atını tezgaha yanaştırmış. Agop hemen tezgahın arkasına geçiyor. Ekmekleri beşer beşer istifleyip, babasına vermeye başlıyor.

DİŞİ KUŞ

Hacer’i Süleymaniye sokaklarında uzun mantosu, başında örtüsü, elinde ekmek poşetiyle görseydiniz alelade biri sanırdınız. Dolgun pembe yanakları, zeytin siyahı gözleri, dışa basan küçük adımları onu Anadolu’nun pek çok mahallesinde yaşayan yüz binlerce kadından ayırt etmeye yetmezdi. Hacer de topluca gövdesini bir sağa bir sola yatırarak ağır ağır bakkala, pazara giderdi. Yolda eşe dosta rastladığında, laflayarak nefeslenmeyi severdi.

KUYTU

Erkek sırt çantasıyla indi vapurdan. Omuzları herkesten daha dik. Martı gibi gövdesini rüzgara bırakarak kalabalığın arasında süzüldü. Kız onu iskele kapısında, uslu bir köpeğin yanında bekliyordu. Onun da çantası sırtında. Günün son saatiydi. Işığın düştüğü yerler altın rengi. Kızın yüzü de öyleydi. Erkek onu görünce gülümsedi. Gülümsemesi tatlı bir dalga gibi kızın yüzüne çarpıp geri döndü.

PAPATYA GİBİ

Yasemin kokulu bir Ağustos gecesi… Ahşap köşklerden, mor salkımlı bahçelerden, geniş balkonlardan kahkaha sesleri yükseliyor. Sardunyalar, sokak lambaları, kediler, zakkumlar, taze sulanmış dükkan önleri… Her yerde, her şeyde abartısız bir güzellik, doğal bir hafiflik var. Hava limonata kıvamında. Meltem yanık tenleri ılık ılık okşuyor. Uzaklardan bir faytonun nal ve çıngırak sesleri duyuluyor.

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir