SEV BENİ

SEV BENİ

Çalgıcılar yan masadaki mini konserlerini sonlandırmış, onlarınkine doğru yaklaşıyorlardı. En önde baygın bakışlı, dolgun yanaklı, esmer Kemancı… Canhıraş hareketleri, boyun düğmesinin iliklenmesine izin vermeyen etli gerdanı, terden parlayan alnı ve üzerinde emanet duran takım elbisesi ile sanatla uğraşan birinden çok kurt bir otobüs muavinine benziyordu. Yıpranmış kemanını, kolonya şişesi gibi tutuyor, müessesenin misafirlerine şarkı ikram ediyordu. Bahşişleri o topluyor, masadan masaya geçerken paraları el çabukluğuyla yerleştirdiği pantolon cebinden buruşuk bir kumaş mendil çıkarıp, alnındaki teri siliyordu.

Kemancıyı; suratının ortasına geniş bir gülümseme yapıştırmış, oldukça zayıf ve bu yüzden de olduğundan uzun görünen tikli bir tefçi ile enstrümanının teferruatlı olması nedeniyle hep en geride kalan, saçlarının ve dişlerinin hatırı sayılır miktarını dökmüş kanuncu takip ediyordu.

Erkek hiç hoşlanmazdı bu seyyar meyhane çalgıcılarından. Canım sanat müziği parçalarını çakma eğlenceliklere dönüştürmelerini; Allah vergisi müzik yeteneklerini böylesine sorumsuzca harcamalarını, hem kendilerine, hem bestekarlara, en çok da müşterilere haksızlık olarak görürdü.

O gece yine aynı bayat numaralarla kimi müşteriden gönüllü, kimisinden zoraki bahşiş kopararak kendilerine doğru yaklaşmalarını göz ucuyla ve gizlemeye çalıştığı bir gerginlikle izlemiş, Kemancı saz arkadaşlarına onların masasını işaret ettiği sırada, sağ elini kaldırarak “istemez” işareti yapmaya hazırlanmıştı.

İşte tam o sırada tutmuştu Kadın, Erkek’in hareketlenen elini.

Bu ilk el ele tutuşmalarıydı.

***

Bir bankanın genel müdürlük binasında çalışıyorlardı. Aynı arkadaş grubundaydılar. İlkin öğle yemeklerine çıkmaya başlamışlardı hep birlikte… Sonra yıl sonu yemeği, terfi kutlamaları, veda geceleri, hafta sonu gezileri… Zamanla doğal bir yakınlaşma olmuştu ikisinin arasında. Diğerlerini sıkan derin konularda baş başa kalıyorlardı. Baş başa kalabilmek için sık sık derin konular açıyorlardı.

Arkadaşları yakıştırıyordu onları birbirine. Kadın mahcupça önüne bakıyor, bazen dudaklarını ısırarak gülümsüyor ama içten içe hoşlanıyordu imalı takılmalardan. Erkek ise anlamazdan geliyor; sigara içmeye çıkıyor ya da telefonundaki mesajlarla ilgilenir gibi yapıyordu her defasında.

Erkek, başkalarının doğrusundan, yardım eli ile atlanan eşikten, erken açan çiçekten hayır gelmeyeceğine inanıyordu. Şakalarla, tahriklerle, tekliflerle sulandırılacak; meyhane çalgıcılarının müziği gibi sığlaştırılacak bir ilişkinin parçası olmak istemiyordu. İnsanların, anlayamadıkları şeylerden rahatsızlık duyduğunu düşünüyordu. O şey bir başkasının ilişkisi olduğunda hemen kendilerininkine benzeterek, rahat bir nefes almak istiyorlardı.

Kadın ise sevilmek istiyordu artık. Sevdiği adam tarafından sevilmek. Birlikte çocuk yapacak kadar sevsinler birbirlerini istiyordu. Hiç çocukları olmayacak olsa da sevsinler. Hiç yaşlanmayacaklarmış gibi sevsinler istiyordu hayatı. Ve birlikte yaşlanacak kadar sevsinler. Sevildiği çok olmuştu ama sevememişti bir türlü. Şimdi seviyordu işte! Sevmesine seviyordu da…

***

İki cins arasında karşılıklı beğeniye dayanan özel karşılaşmalar bir tür başlangıç enerjisi üretir. Halk arasında buna elektrik de denir. Gücünü mahcubiyet ve mahremiyetten alan aşk enerjisi bir süreliğine ayakları yerden keser, sonra kendini yenileyemeyen her enerji türü gibi ağır ağır tükenmeye başlar.

İmkansız aşk, enerjisini inatla yenileyebilme potansiyeline sahiptir. Ama ortada bir imkansızlık yoksa, taraflar birbirlerine sımsıkı sarılabilecekken, beraberliklerini cümle aleme ilan edebilecekken, herkesten gizledikleri yerlerini birbirlerine gösterebilecekken bunları yapmıyorlarsa geri sarım başlamış demektir.

İlk günlerde gözlerden yaş getiren şakalar güldürmez olur. Mahcup, gizemli bakışmalar pısırıkça hatta korkakça algılanmaya başlar. Kuş gibi hafifleten açılmalar, itiraflar, onca yılın birikiminden yaldızlı seçmeler ilginçliğini yitirir birer birer. Aşinalık artar, büyü bozulur, aşk balonu hızla irtifa kaybetmeye başlar.

***

Birkaç haftadır gözünün feri kaçmıştı, Kadın’ın. Az konuşuyor, az yiyor, az uyuyor, hiç gülmüyordu. Öğle yemeklerine çıkmaz olmuştu. Başlangıçta, belki Erkek diğerlerinin yanında rahat hareket edemiyordur, baş başa çıkmayı teklif eder diye. Sonra hayal kırıklığından. Sonra kızgınlıktan. Ve nihayet umutsuzluktan…

Erkek köşeye sıkışmıştı. Kendisini var eden değerlerden vazgeçerek, başka biri gibi davranarak, ne kadar kandırabilirdi ki karşısındakini? Ya kendini?

O da Kadın’a karşı daha önce hiç hissetmediği duygularla doluydu. Ama bu duygular karşılıklıysa ve yeterince güçlüyse zaten yürekleri ile beraber ellerini de buluşturuvermez miydi saati geldiğinde? Birinin “Seni öpebilir miyim?” demesi kadar zavallı bir şey olabilir miydi? Aşk dediğin dudakların doğru zamanda, doğru kişininkilere kendiliğinden çekilivermesi değil miydi? Çıkma, hatta evlenme teklif ediliyorsa bu taraflardan birinin kararından emin olunamadığı anlamına gelmiyor muydu?

Bütün bu savunmalar Kadın’la aralarındaki mesafenin her geçen gün açılması gerçeğini değiştirmiyordu. Kadın, grupla da ilişkisini kesmiş, kimseyle görüşmez, hiçbir buluşmaya katılmaz olmuştu.

Erkek bazı geceler annesi ile birlikte yaşadığı evin balkonunda buz gibi havaya ve annesinin uyarılarına aldırmadan sigara üstüne sigara yakarken, her geçen gün mum gibi eriyip tükenen sevdasına sahip çıkamamasını dürüstlüğüyle mi yoksa korkaklığıyla mı açıklaması gerektiğini sorguluyordu.

***

Derken yeşeremeden kurumaya yüz tutan ilişkileri için yepyeni bir umut ışığı yakan o Cuma günü geldi.

Bir ay kadar önce müdürlerden biri istifa etmişti. Yerine başka bankadan bir yöneticinin transfer edilmesi bekleniyordu. Erkek, öğle tatilinin hemen ardından Genel Müdür Yardımcısı tarafından çağırılınca bütün dosyalarını kontrol etmiş, dalgın geçen son günlerde bir hata yapmış olabileceği çekincesi ile üst kata kaygılı çıkmıştı. Ancak Genel Müdür Yardımcısı onu arkadaşça bir tavırla, kucaklayarak karşılamış, iltifatlı bir girişin ardından müdürlüğe terfi ettiğini açıklamıştı.

Gerisin geri asansöre binen erkeğin eli kendiliğinden Kadın’ın çalıştığı katın numarasına gitmiş, koridorda solgun yüzüne ekran ışığı vuran Kadın’ı görünce bir an cesaretini kaybeder gibi olmuş, sonra heyecanı bütünüyle az önce aldığı haberden kaynaklanıyormuş gibi bir tavır takınarak, terfi kutlamasını baş başa bir meyhanede yaparlarsa çok mutlu olacağını söylemişti.

***

Kemancı masalarına geldiğinde Kadın’ın eli Erkek’inkinin üzerindeydi. Kemancı:

“Yengem için ne söyleyelim Sayın Abim?” diye girdi konuya.

Erkek, ağzını açmaya hazırlanırken, Kadın:

Cici Beyim‘i biliyor musunuz?” diye sordu.

Kemancı’yla Kanuncu birbirlerine baktılar. Epeydir çalmıyorlardı ama Kanuncu parçayı hatırlıyordu. Diğerlerinin kulağına ezgiyi fısıldadı. Tefçi uzun bir aradan sonra yeni bir parça çalacak olmanın memnuniyeti ile yapıştırma gülümsemesini biraz daha genişletti. Gözlerini kırpıştırarak hazırlandı.

Kadın usulca elini Erkek’inkinden ayırıp rakı bardağını kaldırdı. Erkek, kadehini tokuştururken haftalardır ilk kez Kadın’ın gözbebeğinin parladığını gördü. Bir sigara yaktı.

Şarkı başladı. Hem cilveli hem de hüzünlüydü. Bu kez Kemancı değil Kanuncu söylüyordu. Sesi Kemancı kadar güçlü değildi, eksik dişleri tüm sesleri layıkıyla çıkaramıyordu ama içten söylüyordu. Ağır ağır ve kalpten. Ya bu parçanın onda da izi vardı ya da Kadın’ın derdini anlamış, yardımcı olmaya çalışıyordu:

“Cici beyim gel

İşte kıvrak bel

Yalanım yoktur

Sevmem başka er”

Kadın son mısrada Erkek’in gözlerinin içine baktı. Öyle tesirli baktı ki, erkek bakışlarını kaçırmak zorunda kaldı.

“Sev beni sev beni

Sev beni sar beni

Severim vallah

Severim billah seni”

Son iki mısraya Kadın da eşlik etmişti. Diğer masadakiler bu duru ve dokunaklı sesin sahibini görmek için başlarını çevirdiler. Kemancı coşmuştu:

“Sözler eksik bizde Yenge. Bundan sonrası sende…”

Kadın, bakışlarını Erkek’e kilitledi. Sanki sözleri o yazmış, besteyi o yapmış, şimdi de şarkısını taş plağa kaydediyordu. Alay eder gibi başlıyor, yemin eder gibi bitiriyordu. Gözleri Erkek’ten başkasını görmüyordu.

“Bu ne baygın göz

Bu ne tatlı söz

Bu güzelliğe yoktur

Hiçbir söz”

Çatal bıçak sesi kesilmişti. Meyhanedekiler çıt çıkarmadan dinliyordu.

“Sev beni sev beni

Sev beni sar beni”

Kemancı ile Kanuncu da katıldı:

“Severim vallah

Severim billah seni”

Alkışlar, ıslıklar yükseliyordu. Erkeğin gözleri dolmuştu. Sebebi sigaraymış gibi eliyle dumanı dağıttı. Kadın’a göz kırptı. Kadın devam etti:

“İşte sana söz

Kırpma bana göz

Senin oldum ben

Belki yüzde yüz”

Erkek sigarasından derin bir nefes çekti. Kadın son bölümü okurken kapattığı gözlerini açtı. Erkek’in gözbebeklerini yakaladı. Kendininkilere kelepçeledi. Şarkı bitmiş, söz verme zamanı gelmişti. Devam etti:

“Sev beni sev beni

Sev beni sar beni”

Kadın eliyle Kemancı ve Kanuncu’yu durdurup nakaratın son kısmını Cici Bey’in söyleyeceğini işaret etti. Erkek, Kadın’ın elini tuttu, meyhanedekiler nefeslerini… Erkek’in gür sesi kararlılıkla yükseldi. Tam yerinde. Nikah memuruna “evet” der gibi:

“Severim vallah

Severim billah seni”

Masanın üstünde Erkek’le Kadın’ın dudakları birleşti. Tam Erkek’in istediği gibi; kendiliğinden…

Çalgıcılar şarkıyı coşkuyla sonlandırdılar. Meyhanedekiler düetin kahramanlarını çılgınca alkışlıyorlardı. Cam tarafındaki masa, seyyar çiçekçinin tüm kırmızı güllerini Kadın’a hediye etti. Duvar dibinde tek başına demlenen yaşlı amca, “herkese birer kadeh benden” diye haykırdıktan sonra, belini tutarak ayağa kalktı; rakısını Erkek’le Kadın’ın şerefine kaldırdı.

Kadın’ın mutluluk gözyaşlarından ıslanmış yüzü ışıl ışıl parlıyordu. Cici Bey bir eliyle Kadın’ın zarif elini bir daha asla bırakmamacasına sımsıkı tutuyor, diğer eliyle cüzdanından çalgıcıların bahşişini çıkartmaya çalışıyordu.

 

CİCİ BEYİM

Beste: Kaptanızade Ali Rıza Efendi

https://www.youtube.com/watch?v=_St689p8UIE

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

İBRAHİM İN BALIKLARI

Kestanecinin lüks lambası altına dizdiği kestane kebaplar ve karşı tepede yükselen Süleymaniye Camisi altın rengi parlıyor. “İbrahim senin resmini çekeyim mi şurada?” Önce ne kast ettiğimi anlamıyor. Telefonu gösterince: “Olur” diyor. Eğilerek balık dolu şişeyi, kamış oltayı ve naylon torbayı yere bırakmaya yelteniyor. “Yok.” diyorum. “Onları da yanına al ki, ne kadar sıkı bir balıkçı olduğunu belgeleyebileyim.”

TARLABAŞI

Demir kapılı, cumbalı ev bakımlıydı o zamanlar. İçinde bir Rum ailesi yaşardı. Güngörmüş, iyi insanlar… Kahveleri kavruk olurdu. Tatlıları şerbetli. Esmer, küçük kızları, piyano çalmadığı zamanlar demir kapının üstündeki cumbanın camına alnını yaslar, uzun uzun sokağı seyrederdi.

UFUKTA AŞK VAR

Hayatın kollarını ardına kadar açmış; tüm bilgeliği ve cömertliği ile beni kucaklamaya, sırlarını kulağıma fısıldamaya hazır olduğu zamanlar. Herkesi, her yeri, her şeyi merak ediyorum. En çok da kızları. Yırtık biri değilim. Hatta utangaç sayılırım. Ama keşfedileceğime inancım tam. Çünkü bana bir kere şans tanıyan, yarı yolda bırakmamış o güne dek.

DALGA TERBİYECİSİ

Kendini bildi bileli Boğaz kıyısında, balıkçıların arasında olmaya; iyot kokusunu içine çekerek denizle bir ürpermeye, kabarmaya, sallanmaya bayılırdı. Gözlerinin rengi, Boğaz’ınki gibi günden güne…

Tgumusay Yazar:

Tek Yorum

  1. dilek
    20 Eylül 2016
    Yanıtla

    hepsi birbirinden güzel, insanın içine dokunan hikayeler. her hikayede illaki kendimden birşeyler buluyorum buda hikayeyi daha cok sevmeme sebep oluyor.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir