ÇOK BULUT

ÇOK BULUT

Hava ısındıkça bulutlar alçalıyordu. Nallar yumuşayan asfalta her adımda biraz daha gömülüyor; tahta arabaya tepelemesine yüklenmiş ot yığını, nemlendikça beton gibi ağırlaşıyordu. Sahipleri gibi sıska ama güçlü atlar bütün bunlara aldırış etmeden, köylerine doğru dört nala ilerliyorlardı.

İki arabaydılar. Taze biçilmiş otları, Fidel’in durumu her geçen gün kötüleşen annesine götürüyorlardı.

Bulutlar, gökyüzünün masmavi çayırına küme küme, koyun sürüsü gibi yayılmıştı. Fidel, onları her biri başka bir zaman diliminden kopmuş, zihin boşluğunda başına buyruk gezinen anılara benzetiyordu.

Gri, kısmen kara bir bulutun altından geçerken o kabus gece düştü aklına. Annesinin, göğsüne yıldırım gibi saplanan sancıyla bir daha kalkamayacağı yatağına yığılıp kaldığı; onu hayata sımsıkı bağlayan köklerin çatır çatır toprağından söküldüğü uğursuz gece…

Sonrası hiç ağarmayan bir kör karanlık, hiç ısınmayan bir yürek, pamuk ipliğine bağlı bir hayattı annesi için. Yarım asır boyunca yuvasının hem direği hem çiçeği olmuş kadın; kırılmış, solmuş, perdelerinden sızan ışığa dahi dayanamadığı evde koyu bir gölgeye dönüşmüştü.

Cırcır böcekleri ötmeye başladı uzaklarda. Yolun kıyısındaki kahve ağacından yeşil bir papağan havalandı. Beyaz bir bulutun altından geçiyorlardı. Fidel, annesinin hayata döndüğü günü anımsadı.

Su istemişti kadın. İlk kez konuşmuştu aylar sonra. Tek kelime: “Su”. Fidel hemen bir bardağa su doldurup getirmişti. Başını sağa sola sallayarak istediğinin o olmadığını belli etmişti annesi. “Çok su” diyerek bedenini göstermişti. Fidel kadının yıkanmak istediğini sanmıştı bu kez. Bir kova su doldurup geri dönmüştü. Diğer elinde banyo yaparken kullandıkları temiz bez.

Yine itiraz etmişti annesi. “Çok su” diye fısıldamıştı.

Fidel ahıra koşmuş, yalağı söküp sırtlamıştı bu kez. Kadının gözlerinin içi gülmüştü, boyunca sacdan tekneyi görünce. Fidel, yalağı temizleyip suyla doldurmuş; annesinin yatağının yanına taşımıştı. Kadın saatlerce yatmıştı suyun içinde. Perdeleri de uğursuz geceden sonra ilk o gün açtırmıştı.

Suyu parlatan ışık hüzmelerinin altında, bembeyaz, buruşuk bedeniyle, anne gibi değil de anne karnındaki cenin gibi görünüyordu. Onun nurlanmış yüzünü uzun uzun seyretmiş, geldiği yere dönmeye çoktan karar verdiğini o gün anlamıştı Fidel.

Tekerlek, iri bir taşın üstünden geçerken araba sarsıldı. Fidel dengesini bulmaya çalışırken bir tutam ot düştü asfalta. Canı sıkıldı Fidel’in. Papatya şeklinde bir bulut yetişti imdadına.

“Çiçek” demişti annesi, su istedikten bir ay sonra, bir sabah gözünü açar açmaz. Fidel koşup, bahçedeki papatyalardan bir demet yapmış, annesinin göğsüne bırakmıştı.

“Iıh” diye başını sallamıştı yine annesi. “Çok çiçek.”

Fidel sırtına boş bir çuval vurmuş, evin arkasındaki tepeye tırmanmıştı. Birkaç saat sonra çuvalını rengarenk, çeşit çeşit çiçekle doldurup dönmüştü geri. Annesinin üzerine mis kokulu bir yorgan gibi örtmüştü onları. Kadının yalnızca başı kalmıştı dışarıda. Öyle güzel gülümsüyordu ki, Fidel annesinin doğaya karışmak; ona gübre, tohum olmak; bundan böyle varlığını bir çiçekte sürdürmek arzusunu apaçık sezmişti.

Fidel önde, çocukluk arkadaşı arkada, ot dolu arabalarıyla köye girdiler. Köylülerin tuhaf bakışlarına aldırmadan doğruca Fideller’in evine vardılar. Fidel elinde bir kucak dolusu otla içeri girdi. Annesi kapının gıcırtısına uyandı. Otları görünce gözleri ışıldadı. Çiçekler solduğundan beri onu böyle görmemişti Fidel. Kucağındakileri annesinin yanına bıraktı. Taze ot kokusunu derin derin içine çekti kadın. Kırlara çıkan bir kız çocuğu gibi neşelendi. Fidel perdeleri açtı. Annesi, hayalindeki yemyeşil yamaçtan aşağı koşmaya başladı.

Fidel pencerenin kenarına yaslanmış, hayranlıkla annesinin eskisi gibi güzelleşen yüzünü seyrederken, kadın aniden gözlerini açtı:

“Çok ot.” diye fısıldadı.

Fidel bunu bekliyordu. Hemen dışarı çıktı. İki araba dolusu otu bir çırpıda içeri taşıdı.

Annesi yatağına istemedi onları. Otlardan yer yatağı istedi. Fidel bu dileğini de hızlıca yerine getirdi. Kadını kucaklayıp, usulca otların üzerine bıraktı. Çayırdaydı şimdi kadın. Kendisi gibi köksüz otların çayırında. Fidel annesinin toprağa iyice yaklaştığını fark etti o zaman. Kadının otlar arasında mum gibi eriyip ağır ağır yok olan bedenini izlerken, yanağından aşağı bir damla yaş süzüldü.

Ertesi sabah, annesinin çok sevdiği kahve ağacının altında bir çukur açmaya başladı. Kahve ağacının dalına yeşil bir papağan konuncaya kadar bilinçsizce yaptı bunu. Papağandan gökyüzüne çevirdi bakışlarını. Melek kanatlı bir bulut gördü tam tepesinde. Koşarak eve girdi. İçerisi loştu. Kapı aralığından süzülen ışık tam annesinin yüzünü aydınlatıyordu.

Gülümsüyordu kadın. Fidel’in çocukluğundaki gibi şefkatli. Kendinden vazgeçenlere özgü bir huzurla… Fidel eğildi. Yanağından öptü. “Toprak” diye fısıldadı o an annesi. Fidel ağlamaya başladı.

Yattığı yerden gökyüzünü görüyordu kadının sönmeye yüz tutmuş gözleri. Melek bulut, evin tam tepesinde onu bekliyordu.

“Çok toprak.” diye fısıldadı annesi. Son isteği bu oldu.

Fidel onu çok sevdiği kahve ağacının dibine taşıdı. Üstünü çok toprakla örttü. Toprağın üstü zamanla çok çiçekle kaplandı. Fidel onları her gün, çok çok suladı.

Yeşil papağan hiçbir zaman kahve ağacının dallarından ayrılmadı. Fidel o günden sonra ne zaman başını yukarı kaldırsa, gökyüzünü melek bulutlarla dolu buldu.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

BATMAN

Stockholm’deyiz. Aylardan Aralık. Geceleri ısı -20 dereceye düşüyor. Çatlak bir sanatçı emeklisinin evinde kalıyoruz. Daireyi adamakıllı ısıtmak yerine, kaban, bere ve dizlerine kadar çektiği yün çoraplarla dolaşıyor. Dışarıda sürekli kar yağıyor. Geceleri fırtına pencereleri zorluyor. Deniz buz tutmuş, üstünde ördekler geziniyor.

HALİÇ RESİTALİ

Gün ağarırken, Perşembe Pazarı’nın ıssız sokaklarında bir kadın gölgesi belirir. Hırdavat depolarının kapalı kepenklerine, karton ve çöp yığınlarına, uyuyan evsizlere, onların kağıt toplama arabalarına ve köpek dostlarına dokunarak ilerleyen bu gölgenin sahibi şapkalı, uzun trençkotlu, yüksek topuklu bir kadındır.

TARHANA ÇORBASI

Poyraz deniz tarafından bıçak gibi soğuk ve keskin esiyor. Ortaköy’ün daracık, loş sokaklarında üç gölge titreşerek ilerliyor. Esma, babası ile babaannesinin arasında isteksizce, tabanlarını arnavut kaldırımına sürte sürte yürüyor. Paltosunun rengi gibi al al olmuş yanaklarını şişirerek kendi uydurduğu tekerlemeyi söylüyor: “Çok yoruldum… Çok acıktım… Çok üşüdüm… Çok yoruldum… Çok acıktım…”

ŞAMAR OĞLANLARI

Fatih sırtlarında, eski bir İstanbul mahallesinde yaşıyorlardı. Sabahları bir parça ekmeğin yanına varsa bir kalıp peynir, yoksa bir avuç zeytin alıp, sülalecek oturdukları asırlık Rum evinden fırlar, Balat’a inen dik medivenlerin başına oturur, yıkıntılarla yeşilliklerin iç içe geçtiği güzel ve hüzünlü manzaraya karşı…

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir