AHİN GIDA

AHİN GIDA

Her pazar sabahı Yenikapı durağında iner, Kumkapı’ya kadar yürür, yol üstündeki marketten iki torba dolusu gıda alışverişi yapardı. İstasyon tarafındaki daracık sokaklardan birinin köşesinde bulunan “AHİN GIDA”nın önünden geçer, sokağın ucundaki cumbalı, bakımsız binanın giriş katında tek başına yaşayan Miran Usta’nın kapısını çalardı.

Miran Usta’nın, sokağa bakan pencerenin önündeki koltuğundan kalkıp, kapıya ulaşması en az üç dört dakika sürerdi. Son zamanlarda bacakları hepten güçsüzleşmiş, kuş kadar kalmış gövdesini bile zor taşır olmuştu. Kulakları çok az işitiyor, sesi neredeyse çıkmıyordu. Ama çıraklıktan alıp yetiştirdiği Asım’ı karşısında her gördüğünde, gözleri çocukluğunda olduğu gibi ışıl ışıl parlıyordu.

Asım, Miran Usta’sının elini öper, koluna girip cam kenarındaki koltuğuna kadar ona eşlik ederdi. Yaşlı adamı yerine oturtup, minderini belinin arkasına yerleştirir, karşısındaki koltuğa geçtiğinde kahve fincanını sehpada hazır bulurdu. Her defasında tam istediği gibi, orta şekerli ve sıcacık… Hep aynı saatte gelmezdi halbuki. Ama her defasında kahvesinin dumanı üstünde olurdu.

Aslında Miran Usta’nın kehanetlerine aşinaydı, Asım. Daha ziyade ustasını yordu diye mahcup oluyordu. Yoksa hangi dakika geleceğini nasıl bildiğine pek de şaşırmıyordu artık.

“Bugün kuru fasülye pilavı fazla yapalım, pilavı ayıklarken en az otuz taş çıktı.” derdi mesela Miran Usta. Ve o gün bir otobüs turist gelirdi öğlen yemeğine.

Hava durumu güneşli de gösterse, o “Boşver silme bugün camları, sabah kırlangıçlar suya yakın uçuyordu.” demişse o gün muhakkak yağmur yağardı.

Kasa tamtakır olurdu bazı akşamlar. Asım ertesi sabah malzeme alacak paraları kalmadığına telaşlanırdı. Miran Usta ise genç çırağını her zamanki sakin, şefkat dolu bakışlarıyla süzer, ertesi sabah lokantayı yarım saat erken açmasını, Kuyumcu Garbis ya da Tespihçi Necmettin’in dükkanlarına giderken uğrayıp hesap kapatacağını söyleyiverirdi mesela. Asım, ustasının dediğini yapar ve malzeme için gerekli para muhakkak tahsil edilmiş olurdu ertesi sabah.

Miran Usta müşterilerin her birinin çocuğunun, torununun cinsiyetini doğumdan önce bilmişti. Fakirin fukaranın müşkül durumunu esrarengiz bir duyarlılıkla sezerdi. Asım’ı kaç kez, tepsi dolusu yemekle cami avlusuna, depoların saçak altlarına, sur diplerine göndermiş; çırak her defasında ustasının söylediği yerde açlıktan kıvranan, halsizlikten olduğu yere yığılmış, soğuktan donmak üzere olan garibanlarla karşılaşmıştı.

Asım’ı gördüğü ilk gün; on beş yaşında sivilceli bir yeni yetme olarak lokantanın kapısından ürkekçe başını uzatıp “Çırağa ihtiyacınız var mı acaba?” diye sorduğu an, işini bir gün ona devredeceğini görmüştü, Miran Usta.

Onu hiçbir zaman sahip olamadığı evladı yerine koymuş, mutfağa, insanlara, hayata dair bildiği her şeyi sabırla, defalarca, uzun uzun anlatmış; kuru fasülyenin, etli nohutun, tek tek taneleri sayılan tereyağlı pilavın, pamuk gibi tas kebabının, parmak ısırtan hünkarbeğendinin, irmik helvasının, tiritin yapılışına dair tüm incelikleri ezberletmiş; birlikte çalıştıkları beş yılın sonunda bir Cuma akşamı ceketini alıp, her şeyi olduğu gibi Asım’a bırakarak lokantasına ve müşterilerine veda etmişti.

***

Asım o gün bugündür, her Pazar alışverişini yapıp gelir, ustasının elinden kahvesini içtikten sonra mutfağa girer, bütün haftanın yemeğini birkaç saat içinde yapar, yan binanın bodrumunda yaşayan Roman kızı Gülten’e, evi temizlemesi için yevmiyesini bırakır; faturaları, makbuzları cebine koyar, hava kararıncaya kadar cam kenarında ustasıyla karşılıklı oturur, akşam vakti elini bir kez daha öpüp müsaadesini isterdi.

Son dönemde pek konuşamıyorlardı ama cam kenarında karşılıklı sokağa baktıkları, arada bir göz göze gelip birbirlerine minnettarlıkla gülümsedikleri zamanlar, her ikisi için de hayatın en huzurlu anlarıydı.

***

Yine öyle karşılıklı oturdukları bir akşamüstü Miran Usta etajerin çekmecesinden cep telefonunu çıkarıp Asım’a uzattı. En az on beş yıl öncesine ait, ufak ekranlı hesap makinesine benzer bir modeldi. 1 numaralı tuşu kopmuş, yerine kumanda ya da başka bir cihaza ait kırmızı bir tuş takılmıştı. Asım, telefona uzanırken, soran gözlerle ustasının kırışık yüzüne baktı.

Miran Usta titreyen elleri ile telefonu Asım’ın avcuna sıkıştırdı. Genç adamın elini bırakmadan, başıyla sokağı işaret etti. Asım, ustasının neyi kastettiğini anlayabilmek için ayağa kalktı. Dışarıda gördüklerini saymaya başladı.

“Kestane arabası… Karşıdaki mavi cumbalı bina… Yeşil Doğan otomobil…”

Miran Usta başını iki yana salladı.

“Roman çocukları… Ekmek kamyoneti… Kaynakçı… Midyeciler…”

“AHİN GIDA…” diye hırladı Miran Usta. Artık çok seyrek konuşuyordu. Konuştuğunda ise sesi derinlerden, adeta gaipten geliyordu. Tek kelime bile yaşlı bedenini bitkinleştiriyordu.

“Cep telefonunu AHİN GIDA’ya götürmemi mi istiyorsun Usta?” diye sordu Asım.

Miran Usta, yorgun başını memnuniyetle aşağı yukarı salladı. Derdini anlatabilmişti.

“Peki ne yapayım, bakkala mı satayım bunu?”

Eliyle ‘hayır’ anlamında bir işaret yaptı.

“Hediye mi edeyim?”

Bu kez avcunu açıp, iki yana oynatarak ‘öyle sayılır’ gibilerinden bir jestte bulundu. Sonra işaret parmağını bir şeyler sayar gibi oynattı. Havada saydıklarının hepsini kapsayacak bir çember çizdikten sonra telefonu kulağına götürdü. Asım, “Telefonu oraya bırakayım, ihtiyacı olan alsın konuşsun, diyorsun.” diye tercüme etti.

Miran Usta’nın gözleri yine çocuk gibi parladı. Gülümseyince dişsiz damağı ortaya çıktı.

“Anladım, Usta.” dedi. “Merak etme, ben bakkala telefonu verir, ihtiyacı olanı bedava konuşturmasını tembih ederim. Telefon hattını da sınırsız görüşmeye ayarlatıp faturalarını düzenli olarak öderim.”

Miran Usta’nın yüzü adeta aydınlandı. Uzun süredir onu bu kadar mutlu görmemişti.

“Çok iyi düşünmüşsün.” diye tebessüm etti Asım, ustasının elini sıkarken. “Fakir fukara konuşsun sevdiğiyle.”

Sonra aniden endişelendi. “Peki sen ne yapacaksın? Bir ihtiyacın olursa, Allah korusun acil bir durumda, nasıl konuşacağız seninle?”

Miran Usta yüzündeki iyimser ifadeyi koruyarak sabit telefonu gösterdi. Eliyle ‘ben hiç dışarı çıkmıyorum ki artık” işareti yaptı.

Asım bir an için durup düşündü. Gerçekten de uzun süredir, özellikle sesi iyice kısıldığından bu yana ustasıyla nadiren telefonla konuşuyor; o görüşmelerde de bir türlü benimseyemediği cep telefonu yerine her seferinde sabit telefonunu kullanan Miran Usta’nın adeta öteki dünyadan gelen boğuk sesi, bir iki kelimenin ardından tükeniyordu.

O akşam vedalaşırlarken Miran Usta, Asım’a hiç olmadığı kadar sıkı ve uzun sarıldı. Asım, bunu ustasının hayırseverlik projesini desteklemesine bağladı. Ama içi de bir tuhaf oldu. Hey gidi Miran Usta… Neler görmüş geçirmiş o gözler böyle ufak tefek şeylere yaşarır mıydı?

***

Asım, yine her Pazar, Yenikapı durağında iniyor, Kumkapı’ya kadar yürüyor, yol üstündeki marketten alışverişini yapıyor – artık yalnızca bakkalda satılmayan malzemeleri oradan alıyordu – sonra AHİN GIDA’ya uğruyor, alışverişini tamamlarken cep telefonunun kullanılıp kullanılmadığını da kontrol ediyordu.

AHİN GIDA’nın sahibi bir gün bıçağını sapladığı koca bir kalıp teneke peynirini tartarken, dükkanın isminin bir önceki sahiplerinin soyadı olan Şahin’den geldiğini, kendisinin yeni isimle filan uğraşmak istemediğinden aynı tabelayla devam ettiğini, sonra “Ş” harfi düşüp kaybolunca ona da boş verdiğini anlatmıştı. Biraz tembel ama iyi niyetli bir adamdı.

Miran Usta’nın isteğini başlangıçta başına iş çıkarabilecek bir mevzu olarak algılamış, sonra Asım’ın dil dökmelerinin ardından kendisine bir zararı olmayacağına, hatta fakire fukaraya yardım etttiği için sevaba gireceğine aklı yatar gibi olmuştı.

Ama onu asıl ikna eden, Asım’ın ticari zekası olmuştu. Çevrede bir sürü dar gelirli insan oturuyordu. Bunlar beleş telefon etmek için günün her saatinde bakkala geleceklerdi. Sıra beklerken birer çay içseler ya da telefonla konuştuktan sonra bir bisküvi, ekmek ya da limon alıp evlerine dönseler, bakkalın satışlarında ciddi bir artış olurdu.

Dükkanın içinde gereksiz kalabalık yaratıp, bakkalın devamlı müşterilerini olumsuz etkilemesin diye telefonu dışarıda tutmaya karar verdiler. Cihazı sağlam bir kılıfa koyup, çelik sicimle içinde meyve rafları bulunan kafesli dolaba bağlayarak hem yerini sabitlemiş, hem de çalınmasını engellemiş oldular.

Ertesi gelişinde Asım, sıra bekleyenler rahat etsin diye beş tane hasır oturaklı tabure getirdi. Artık kendisi de pazarları uğradığında bu taburelerden birine oturuyor, telefonun çalışıp çalışmadığını kontrol ediyor, konuşmalara kulak veriyor, kuyruktakileri gözlemliyor, sonra hepsini o gelmeden bir dakika önce kahvesini pişirip hazır etmiş Miran Usta’sına rapor ediyordu.

***

Ağustos’un ilk Pazar günüydü. Asım her zamanki gibi öğleden önce elinde torbalarla AHİN GIDA’ya uğramış, ekmek dolabının önündeki tabureye oturmuştu. Telefon açmaya gelen kimse yoktu. Bir çay söyledi, bakkalın beyaz kedisini sevmeye koyuldu.

Çok geçmeden pembe çantalı, basma entarili bir kadın, telaşlı adımlarla yaklaştı. Meyve raflarının dibindeki tabureye oturdu. Telefonu sıkıca kavradı. Yakını iyi göremeyen gözlerinden uzak tutarak kırmızı tuşa bastı. Kulağına götürdü. Üstüyle başıyla oynayarak bir süre bekledi. Aradığı numaranın geç açılmasını doğal karşılar bir hali vardı. Birden gözleri kocaman açıldı:

“Aloooo?”

Kibarca, adeta yalvararak devam etti.

“Kusura bakmayın, efendim. Geçen sefer heyecandan en önemli sorularımı unuttum.” Duraksadı. “Bir seferde tek soru hakkım mı var?” Sesini iyice incelterek. “Peki efendim… Eeee… Size zahmet olacak ama… Kızım üniversiteyi kazanabilecek mi acaba?”

Cavabın gelmesi biraz zaman aldı. Ve gergin hatlarının gevşemesine, yüzüne geniş bir gülümsemenin yerleşmesine neden oldu. Birkaç kez arka arkaya “Allah razı olsun” dedikten sonra telefonu kapattı.

Asım’a dönüp sevinçten ışıldayan gözlerle: “Allahıma çok şükür Tıp Fakültesine girecekmiş” diye haykırdı.

Asım olup bitenden hiçbir şey anlamamıştı.

Bir an önce eve koşup, aylardır gece gündüz ders çalışmakta olan kızına müjdeyi vermek için sabırsızlanan kadının ağzından zor da olsa şu bilgileri alabildi: Kırmızı tuş meselesini yan sokaktaki komşulardan biri keşfetmişti. Bu mübarek telefonu eline alıp normal bir telefon numarası çeviren, normal bir telefon görüşmesi yapıyordu. Yalnızca kırmızı tuşa basıldığında ise telefon çalıyor, çalıyor, en sonunda açılıyor, sanki gaipten gelen kısık bir erkek sesi, arayanın geleceğe dair sorularına yanıt veriyordu. Fazla konuşmuyor, bir görüşmede, en fazla birkaç kelime ediyordu. Bugüne dek mahalleden kime ne söylediyse doğru çıkmıştı.

***

Bir dahaki gelişinde, Asım taburelerde yer bulamadı.

Sonraki gelişinde telefon kuyruğu Miran Usta’nın evinin penceresine kadar uzamıştı. Asım gülümseyerek AHİN GIDA’ya girdi. Bakkal, tezgahın gerisinden çıkıp Asım’a sımsıkı sarıldı.

“Allah senden razı olsun Asım Kardeş” dedi. “Sen bu telefonu getirdiğinden beri her hafta kazancım ikiye katlanıyor. Ben böyle şey ne gördüm, ne duydum. Mahallede herkesin yüzü gülmeye başladı, Allah çarpsın. ”

Tezgah arkasındaki koltuğunu göstererek:

“Geç otur şöyle.” dedi. “Demli bir çay koyayım sana.”

Asım gülümsedi. Elindeki market poşetlerini kenara bıraktı. Ufak bir naylon torbadan, kağıda sarılı bir nesne çıkardı. Kağıdı sıyırınca otuz beş, kırk santim boyunda, lacivert renkli bir “K” harfi göründü.

“Önce bunu senin tabeladaki eksik harfin yerine yapıştıralım.” dedi.

Bakkal başını kaşıdı. Asım’ın ne yapmak istediğini anlamamıştı. Ama artık hiçbir dediğine itiraz etmeyecek kadar güveniyordu ona. Hemen bir merdiven ve yapıştırıcı buldu.

Asım merdiveni bakkalın dışına taşıdı. Harfin arkasına yapıştırıcıyı bol bol sürdü. En üst basamağa çıktı. Ve “K” harifini, kopan “Ş” harfinin yerine yapıştırıp, tutkal iyice kuruyuncaya kadar eliyle bastırdı.

Merdivenden inince bakkalla beraber şöyle yola doğru birkaç adım çıkıp uzaktan tabelaya baktılar. Bakkal yüksek sesle, heceleyerek okumaya başladı:

“KAHİN GIDA”

O okumayı bitirinceye kadar Asım poşetlerini yüklenmiş, Miran Usta’nın evine doğru hareketlenmişti. Bakkala, “Haftaya içerim çayını” diye seslendi. “Bu hafta biraz geç kaldım. Ustamın kahvesi soğumasın.”

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

TAMİRCİ

Okulun paydos zili çaldı mı pantolonundaki tozu pası silkeler, yüzünü sabunlu suyla yıkar, aynanın sırları dökülmemiş köşesine yaklaşarak saçlarını ıslak eliyle tarardı. Kapıya çıkmadan montunu sırtına geçirmiş olurdu mutlaka. Fermuarını çekerek kirlenmiş tişörtünü; ellerini ceplerine sokarak yağ karasına bulanmış ellerini gizlerdi. Omzunu oto tamiranesine bitişik tahta kapıya yaslar, bir ayağını diğerinin üstüne atar, gözleri hep dalgın, hep uzaklara bakardı.

ŞAMAR OĞLANLARI

Fatih sırtlarında, eski bir İstanbul mahallesinde yaşıyorlardı. Sabahları bir parça ekmeğin yanına varsa bir kalıp peynir, yoksa bir avuç zeytin alıp, sülalecek oturdukları asırlık Rum evinden fırlar, Balat’a inen dik medivenlerin başına oturur, yıkıntılarla yeşilliklerin iç içe geçtiği güzel ve hüzünlü manzaraya karşı…

HEYKELTIRAŞ

Sofraya otururken annesine: “Ölümü yenemeyeceğimi kabullendim. Ama ona öyle kolayca teslim olmamaya karar verdim.” dedi. Yumurtalı ekmekli, sucuklu, bal kaymaklı mükellef kahvaltıyı ilk gençliğindeki gibi iştahla silip süpürdü. Annesi sevinç göz yaşlarını gizlemeye çalıştı. Çay doldurmak için ocağın başına her gidişte ellerini havaya açıp, Allah’ına şükretti.

TARHANA ÇORBASI

Poyraz deniz tarafından bıçak gibi soğuk ve keskin esiyor. Ortaköy’ün daracık, loş sokaklarında üç gölge titreşerek ilerliyor. Esma, babası ile babaannesinin arasında isteksizce, tabanlarını arnavut kaldırımına sürte sürte yürüyor. Paltosunun rengi gibi al al olmuş yanaklarını şişirerek kendi uydurduğu tekerlemeyi söylüyor: “Çok yoruldum… Çok acıktım… Çok üşüdüm… Çok yoruldum… Çok acıktım…”

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir