TARHANA ÇORBASI

TARHANA ÇORBASI

Poyraz deniz tarafından bıçak gibi soğuk ve keskin esiyor. Ortaköy’ün daracık, loş sokaklarında üç gölge titreşerek ilerliyor.

Esma, babası ile babaannesinin arasında isteksizce, tabanlarını arnavut kaldırımına sürte sürte yürüyor. Paltosunun rengi gibi al al olmuş yanaklarını şişirerek kendi uydurduğu tekerlemeyi söylüyor:

“Çok yoruldum… Çok acıktım… Çok üşüdüm… Çok yoruldum… Çok acıktım…”

Aynı sözcükleri hiç durmadan, hüzünlü ve tekdüze bir melodi eşliğinde tekrarlıyor. Tiz sesi, birbirlerine yaslanarak ayakta durmaya çalışan kocamış evlerin dış cephelerinde yankılanıp, Esma’nın minik adımlarının ritmine ayak uyduruyor.

Yaşlı kadın, yan gözle siyah bereli oğluna bakıyor. Sokak lambasının altından geçerken bakışlarının donuklaştığını, omuzlarının hepten çöktüğünü fark ediyor. Yürüdükçe uzayıp kısalan karaltısını, rüzgara karşı titreşen, zayıf alevli bir mumun gölgesine benzetiyor.

Sinir bozan tekerlemesine son vermesi için Esma’nın kulağına doğru eğiliyor.

“Biliyorum güzel yüzlüm. Yoruldun, acıktın, üşüdün…” diye fısıldıyor. “Bir nöbetçi eczane bulalım. İlacımı alalım. Dosdoğru evimize gideceğiz.”

Kız yüzünü buruşturuyor.

“Yarın alsan olmaz mı ilacını?” diye sorarak şansını zorluyor.

Adamın omuzları belli belirsiz geriliyor.

“Olmaz bir tanem. Saati var bunun.” diye yanıtlıyor yaşlı kadın. Ses tonundaki mecburiyet vurgusu, sonraki cümlede tehdide dönüşüyor: “Yoksa Allah muhafaza…”

“Tövbe tövbe… Anne demesene öyle şeyler ya…” diye sözünü kesiyor adam.

Kız, durumun ciddiyetine ikna oluyor.

“Neden caddede değil de ara sokaklarda arıyoruz ki nöbetçi eczaneyi?” diye soruyor bu kez. “Buralar hep ev. Bakkal bile yok!”

Yaşlı kadın ne diyeceğini bilemiyor. Şimdiki çocuklar neden bu kadar akıllı diye geçiriyor içinden. Yan gözle oğluna bakıp yardım istiyor.

“Az önce bir tanesinin önünden geçtik.” diyor adam, elini kızın omzuna atarak. “Kepenkleri kapalıydı, o yüzden fark etmedin sen herhalde. Bu gece o nöbetçi diye biliyordum da o yüzden…”

Babasının güçlü eli omzunu sarınca kızın üşümesi kesiliyor. Elini çekmesin diye beş on dakika hiç sesini çıkarmadan, omzunu kıpırdatmadan yürüyor.

Derken yine karnı guruldamaya başlıyor. Sesine nazlı, bebeksi bir ton vererek, “Ne yiyeceğiz akşama babaanne?” diye soruyor.

Parmaklarını büzüp ağzına götürüyor, yaşlı kadın. “Şöyle sıcacık bir tarhana çorbası içeriz” derken iştahla ağzını şapırdatıyor.

“Haaayır!” diye çığlık atarak aniden duruyor, Esma. Kollarını göğsünün üstünde sıkı sıkı bağlıyor. Kaşlarını çatıp tabanlarını kaldırıma vurarak:

“Artık tarhana çorbası içmek istemiyorum.” diyor. “Her gün aynı yemeği yemekten bıktım. Ayrıca yemek bile değil o. Çorba!”

Tarhana çorbasından ne kadar iğrendiğini göstermek için dilini çıkarıp öğürürken, babasının eli omzundan kayıp gidiyor. Şimdi Esma’nın öfkesine yalnızlık ve suçluluk duygusu da ekleniyor.

“Ama kızım öyle denir mi? Allah’ın gücüne gider.” diyor babaannesi. Esma’nın tek elini avcuna alırken oğluyla bir kez daha göz göze geliyor. Adam parmağını havada çevirerek “sen onu oyala” gibilerden bir hareket yapıyor.

Yaşlı kadın torununa doğru eğiliyor. Oğlu birkaç adım geride kalan çöp konteynırlarına yöneliyor.

“Babaannesinin bir tanesi. Tarhana deyip geçme. İçinde yoğurt var, un var, kurutulmuş biber var, nane vaaar…”

Kız dayanamıyor: “Biliyoruz, biliyoruz… Günışığı vaaar. Köy havası var… Hepsinden önemlisi babaannenin el emeği, göz nuru var.” diyerek kadının konuşmasını taklit ediyor.

Kızın sözcükleri adamın ensesine iğneler batırıyor. Acıyan yerlerini tutarak çöpe yaklaşıyor. Konteynırlar yan yana dizilmiş. Kapakları açık.

Birinci konteynır ağzına kadar çürük meyve, sebze dolu.

Vakit kaybetmeden ikincisine geçiyor. Ağzı bağlı market poşetleri yığını… Kapıcı apartmanın çöpünü yeni boşaltmış olmalı.

Umutsuzca üçüncüsüne yaklaşıyor. En üstteki parçaları inceliyor: Mikrop bulaşmamış, taze yiyecekler yalnızca orada bulunur.

Babaanne göz ucuyla oğlunu keserken, küçük kıza iyice sokuluyor. Esma arkasına bakmaya yeltenirse engel olabilmek için elini omzuna atıyor.

Esma bu dokunuştan, az önce babasının avucundan aldığı sıcaklığı alamıyor. Her akşam tarhana çorbası içmekten sıkılıp evi terk eden annesinin özlemi minik kalbini sızlatıyor.

Üçüncü konteynırdan tekir bir kedi fırlıyor.

Dördüncü konteynıra terzi uğramış olmalı. İçinde rengarenk kumaş kırpıklarından başka bir şey görünmüyor.

Adam beşinci konteynırın başında duraksıyor. Süngerleri fırlamış bir çocuk yatağı ve suntası kabarmış, kapaksız bir ayakkabılık neredeyse tamamını doldurmuş. Dikkatli bakınca ayakkabılığın arkasında, ucu konteynırın dışına çıkmış kare şeklinde bir kutu fark ediyor. Kutunun üstüne basılı pizzacı logosunu hemen tanıyor.

Soluk alıp vermesi hızlanıyor. Kutu tertemiz. Yeni atılmış, hatta elle konulmuş olmalı. Kapağını yavaşça açarken, tek gözü kapanıyor. İçinden dua ediyor.

Esma ile babaannesi dar sokakla ana caddenin kesiştiği köşedeler. Esma aniden durup, karşı kaldırımdaki eczaneyi işaret ediyor. Eczanenin kapısı açık, ışıkları yanıyor.

Babaannesi panik halinde şimdi ne halt edeceğini düşünürken, Esma arkasına dönüveriyor.

Yaşlı kadın gözlerini kapayıp çaresizce Esma’nın elini sıkıyor.

“Baba! İşte nöbetçi eczane!” diye sevinçle bağırıyor Esma. Babasını oldukça geride, konteynırların başında görünce şaşırıyor.

Adam soğukkanlılığını yitirmiyor. Dengesini yitirmiş de konteynırdan destek almış gibi yaparak doğruluyor, kızına doğru yürümeye başlıyor.

“Bravo kızıma.” diyor gülümsemeye çalışarak. “Sen olmasan bu soğukta kim bilir kaç tur daha atacaktık.”

Esma’nın yüzü gururla aydınlanıyor. Yine de daha fazla sabredecek hali yok. Dudaklarını büzüp sesini incelterek:

“Ama çok yoruldum. Çok acıktım. Çok üşüdüm artık ben baba…” diyor.

Adam kızına hak verdiğini belli eden yüz ifadesiyle başını sallıyor. Bakışlarını annesine doğru çevirerek:

“Siz doğruca eve gidin.” diyor. “Anne sen tarhanayı ateşe koy. Ben önce eczaneye uğrarım…”

Elini bir kez daha kızın omzuna koyup, şefkatle okşuyor.

“Sonra da Esma’ya iki dilim pizza alır, yetişirim.”

Poyraz deniz tarafından bıçak gibi soğuk ve keskin esiyor. Esma babaannesinin elini tutmuş, evlerine doğru uslu uslu yürüyor.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

HAMAL

Küfesiyle yatırların kapısında beklerdi. Kesme şekerini, tuzunu, pirincini, gözyaşını türbede bırakan kadınlar, dileklerini fısıldayıp, dualarını tamamladıktan, avuçlarıyla yüzlerini sıvazladıktan sonra…

KEDİ MEMO

Küçükken tıka basa antika eşyalarla dolu dükkanlarında, babası misafirleriyle çay içip laflarken o kendine kuytu bir köşe bulur, büyük bir tablonun arkasına on sekizinci yüzyıldan kalma bir çalışma masasının altına ya da şanslıysa eski bir Osmanlı

COŞKUN’UN ASANSÖRÜ

“Şurda olaydın da bi’ Cüneyt Arkın gibi bakaydın ya kerata!” diye hayıflandı, Mustafa Hoca. Coşkun’un tek kaşıyla çenesini hafif yukarı kaldırışını, ağzını kapatıp dudaklarını büzdükten sonra gözlerini kısıp, uzaklara sert ve derin bakışını hatırladılar. Hepsinin yüzünde irili ufaklı tebessümler belirdi.

HASRET OTU

Sağanak yağmurun altında saatlerdir yürüyordu. Asfalt çoktan bitmiş, keçi yolu silikleşip arazide erimiş, düzlük bayıra, toprak çamura yüz tutmuştu. O ise kaşları çatık, ağzı kalın bir çizgi, karşıki dağa doğru hiç istifini bozmadan, yürüyor, yürüyordu. Lastik değil kurşun geçirmişti sanki ayaklarına. Yola çıktığından bu yana, senelerdir aksayan sağ ayağı bile yere sağlam basıyordu.

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir