ŞAMAR OĞLANLARI

ŞAMAR OĞLANLARI

Fatih sırtlarında, eski bir İstanbul mahallesinde yaşıyorlardı. Sabahları bir parça ekmeğin yanına varsa bir kalıp peynir, yoksa bir avuç zeytin alıp, sülalecek oturdukları asırlık Rum evinden fırlar, Balat’a inen dik medivenlerin başına oturur, yıkıntılarla yeşilliklerin iç içe geçtiği güzel ve hüzünlü manzaraya karşı kahvaltılarını ederlerdi.

Son lokmayı ağzına atan, biraz da dillendirilmeyen çabuk bitirme yarışmasını kazanmış olmanın gururuyla diğerine dönüp sorardı:

“Canım sıkılıyo oğlum, n’apak?”

Bütün mahalle oyun alanları; yolda, yıkıntılarda, komşu bahçelerde ne varsa oyucaklarıydı. Geçen sabah yine aynı merdivenlerde ekmeklerini çiğnerken çöpün kenarına bırakılmış çift kişilik bir sünger yatak görmüşlerdi mesela. Mıstık’ın hemen gözleri ışıldamış, Apo’ya yatağı Dimitri’nin bahçesine taşıyacaklarını söylemişti.

Dimitri’ye her ikisi de yetişememiş ama hikayesini çok dinlemişlerdi. Sağken de evinden pek çıkmayan adamın cesedi, on beş yıl önce sokağa taşan ağır koku ve kapısının önünde cirit atan fareler dikkat çekince bulunmuş, o günden sonra evi de sahibi gibi her geçen gün biraz daha çürümüş, unutulmuştu.

Zamanla çatısı, duvarı kendiliğinden yıkılan, bir kış gecesi salonunda barınan tinerciler ahşap zemini tutuşturunca önemli bir bölümü yanan, kalanıysa ise bulanan yapının bahçesine dahi girmek, mahalledeki diğer çocuklar gibi Apo’yla Mıstık’a da yasaktı.

Ama işte o sabah ortalıkta hiç kimse yokken iki kafadar yatağı Dimitri’nin bahçesine, balkonun tam altına taşımış, sonra gıcırdayan ahşap merdivenlerden üst kata, oradan da yarısı göçük balkona çıkmış ve kollarını açarak ufak bedenlerini boşluğa bırakmışlardı.

Martıları, rüzgarla havalanan poşetleri, yan odadan göğe yükselen Dimitri’yi, çakılan uçakları, sonbahar yapraklarını, hızla yere çarpan dolu tanelerini, intihar edenlerin içine düştüğü kara deliği, yüzlerce, binlerce, on binlerce kez havuza atlayan sporcuları, sen havada asılı kaldığın sırada kısacık bir an için bütün dünyanın da durduğunu, kuş olmanın, atlayıp da düşmemenin eşsiz ayrıcalığını, hiç bir yerde olmanın bağımlılık yaratan çekiciliğini, inecek yumuşak bir döşeğe sahip olmanın en az bütün bu hürriyet ve maceralar kadar değerli olduğunu, ikisine birden sahip olmanın en güzeli olduğunu anlamışlardı.

Bir komşuları tarafından ispiyonlanınca o akşam babalarından okkalı birer şamar yemekle kalmamış, Dimitri’nin bahçesine tekrar ayak basmaları halinde o ayakların kırılacağı uyarısını almışlardı.

Bir başka sabah Draman’a doğru giden bir at arabası görmüştü Apo. Mıstık’la göz göze gelir gelmez ellerinde ne varsa ağızlarına tıkıştırmış, bilyeli arabalarını kucaklayıp, at arabasının peşinden koşmaya başlamışlardı. Caminin önünde arabayı yakaladıklarında Mıstık tek ayağıyla hızlandırdığı bilyelinin üstünde dikilirken iki eliyle kasayı tutmuş, Apo ise bilyelinin arka kısmına oturarak Mıstık’ın bacakları arasından dümen olarak kullandıkları ipe asılmıştı.

Hiç güç harcamadan yol almaya başlamış, hızın soluk kesen cazibesiyle tanışmışlardı böylece. Pişmanlık ve korku içinde bir an önce evlerine dönmek için dualar etmiş, peşini bırakmak için at arabasının azıcık yavaşlamasını beklemiş ama arabacı ne zaman dizginlere asılıp hız kesse, onlar arabadan kopacaklarına dişlerini sıkıp gözlerini kısarak yeniden süratlenmeye hazırlanmışlardı.

Camileri, evleri, daha önce hiç görmedikleri mahalleleri süratle geride bırakmış, çukur ve tümseklere yumruklarını, baldırlarını sıkarak karşılık vermiş, asfalt düzleştiğinde saçları geriye yatık, gözleri rüzgar, şaşkınlık ve mutluluktan yaşlı, doludizgin yol almışlardı.

Bu büyüleyici yolculuk at arabasının taşlı bir yola girmesi ve bilyelinin çakıllara saplanması ile son bulmuştu.

Bizimkilerin dönen başları, titreyen bacakları ve yokuşlarda sırtlamak zorunda oldukları bilyelileri ile mahalleye dönmeleri hiç kolay olmamıştı. Eve yarım kilometre kala mahallenin tüpçüsü tarafından bitkinlikten kaldırıma yığılmış halde bulunmuş, tüp kamyonunun kasasında eve teslim edilmişlerdi.

Babalarından felek şaşırtan ikişer şamar yedikleri o gün, bilyelileri kırılarak sobada yakılmış, üstelik sokağın dışına çıkmaları yasaklanmıştı.

O yüzden Mıstık “Canım sıkılıyo oğlum, n’apak?” diye sorduğunda, her ikisi de sınırlarını biliyordu. Bunun yeni bir maceraya engel olamayacağını da…

Apo cebinden bir misket çıkardı. Havaya atıp tutmaya başladı. Derken misket elinden kaydı, basamaklardan aşağı zıplaya zıplaya indi. İkisi birbirlerine baktılar. Apo, ayağa kalkıp, merdivenin başına yığılmış kırık dolap parçalarına doğru hareketlendi. Mıstık gülerek onu takip etti.

“Uçmayız he mi aşağa?” diye sordu son basamağı tırmanırken.

“Misket bile zıpladı da durdu ya, oğlum” diye yanıtladı Apo.

Sonra sırıtarak ekledi: “Biraz uçmayı da özlediydik he mi?”

İlk tahtayı diklemesine Mıstık koydu basamakların üstüne. Oturup elleri ile tahtanın üst kısmındaki çıkıntıyı kavradı, ayaklarını iki yana açtı. Bıraktı kendini. Zıplaya zıplaya inmeye başladı. Tahtanın hızlanmasıyla ayakları da merdivenlere çarpmaya başladı. Kendiliğinden yavaşladı böylece. Tahta yön değiştirdi ve durdu.

Sıra Apo’daydı. O daha yukarı kaldırdı ayaklarını. Daha uzun kaydı. Biraz daha hızlı.

Aynı anda kaydılar. Arka arkaya kaydılar. Biri aşağıda bekledi. Ötekinin ne kadar havalandığını tespit etti. Kim daha öteye gidecek diye yarıştılar. Basamak saydılar. Tartıştılar. Barıştılar.

Rüzgar sevdi yanaklarını. İncir ağacı tatlı tatlı koktu. Haliç heyecanlandı; bu iki gözüpek çocuk, Dimitri’nin balkonundan havalanırken göz ucuyla gördüğü bu iki yeni yetme, bu kez mavi kucağına kadar ulaşabilir mi diye.

Nice frenk gezgini, Ortodoks rahip, Makedon sebzeci, Çerkez kabadayısı, Arnavut yoğurtçu, kaytan bıyıklı Osmanlı delikanlısı, cumbasındaki kafesin gerisinden onu gözleyen hülyalı güzel, mahalle bekçisi ve lüks lambalı lüfer avcısı gibi onlar da aynı yokuştan aşağı kayıp kayıp gittiler. Uçan tahtalarını vura vura mahallenin, Haliç’in, şehrin belleğine geçtiler.

Yeniler hoşlanmadı bundan. Kertenkelelerin rahatı kaçtı. Mahallenin uslu çocukları annelerine söylediler. Yaşlılar kaşlarını çattı. Okumuşlar nasihat etti. Mıstık’la Apo anladılar akşam şamarından kaçış olmadığını… Şamarı göze almadan çocukluklarını yaşayamayacaklarını.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

YARADILIŞ

“Sırtım Kule’ye, yüzüm Haliç’e dönük” demişti, son mektubunda. “Denizle karanın, yeryüzüyle gökyüzünün, yaşamla ölümün kıyısında; bitkin ama onurlu bir binanın çatı katındayım. Bu arafta kendimi buldum ben; ikimizden biri yıkılana kadar buradayım.” Günlerdir onu arıyordu.

SARMAŞIKLAR

Kuru bir yaprak geçiyor sokaktan, inceden dökülerek. Tam önümde oturan adam da arkadaşına değil ona bakıyor. Bir tek o ilerliyor çünkü. Biz hepimiz saplanmışız. Şikayetçi değiliz bundan. Mutlu da sayılmayız. Askıdayız çünkü. O yüzden hafifiz. Huzurluyuz aslında ama mutlu sayılmayız. Bir amacımız ve ona ulaşma ihtimalimiz yok çünkü. Tesadüfen hafifiz, bu yüzden de huzurlu.

KARA SEVDA

“Selam Luciba” dedi, Hasan. “Jasmine’i gördün mü?” Genç kadın açık renk avuçlarını açarak bembeyaz gülümsedi: “Yok, görmedim bugün hiç.” Kolkola yürüdüğü kız yavaşlamasına izin vermeyince son sözcüklerini başını geriye çevirip, sesini yükselterek sarf etmişti. Hasan saatine baktı.

SARI MELAHAT

Sirkeci Garı’nın önünden geçerlerken Bedri duraksıyor. Yavaşlamasının nedeni, garın kapısına yaslanmış hüngür hüngür ağlayan genç köylü kadın… Arkadaşlarına ufak bir işi olduğunu, beş dakika sonra Sarayburnu’ndaki çay bahçesinde onlara katılacağını söylüyor. Daha önce de İstanbul’a ayak basar basmaz paniğe kapılan pek çok taşralıya el uzatmışlığı var, gar çevresinde.

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir