HALİÇ RESİTALİ

HALİÇ RESİTALİ

Gün ağarırken, Perşembe Pazarı’nın ıssız sokaklarında bir kadın gölgesi belirir. Hırdavat depolarının kapalı kepenklerine, karton ve çöp yığınlarına, uyuyan evsizlere, onların kağıt toplama arabalarına ve köpek dostlarına dokunarak ilerleyen bu gölgenin sahibi şapkalı, uzun trençkotlu, yüksek topuklu bir kadındır.

Yola nereden çıktığı, ne zamandır yürüdüğü bilinmez. Zarif ve kararlı adımları Bankalar Caddesi’nin arka sokaklarında duyulmaya başlanır, Tersane Caddesi’nde yükselir, Fermeneciler Caddesi’nden çıkıp toprak arsadan Haliç’e doğru yönelince kesilir.

Yakası kalkık, başı öne eğik olduğundan yüzü görünmemiştir henüz. Ama Haliç kıyısına varıp kafasını şöyle bir kaldırdığında, o karşısındaki manzaraya nasıl hayranlıkla, ilk kez bu kadar güzel, derin bir şey görüyormuşçasına hayret ve şükranla dalıyorsa, Haliç de aynı şekilde soluğunu tutup dalgalanmayı keserek, acemi bir su birikintisiymişçesine mahcup ve büyülenmiş, bakakalır.

Erkenci balıkçıların söylediğine göre bazı sabahlar zamanı unutturacak kadar uzun süren bu bakışma esnasında kadının sarı saçlarının, koyu kırmızıya boyalı dolgun dudaklarının, ışıltılı kahverengi gözlerinin Haliç’teki yansıması gerçek bedeninden daha canlı, daha belirgin olur. İşte bu kavuşma, hissin cisme dönüştüğü bu bir olma hali Haliç’i önce hafif hafif kıpırdatır, sonra dalgalandırır ve nihayet taşırıp kadının ayaklarına ulaştırır.

Haliç’in dokunuşuyla ürperen kadın yüksek topuklarını kaldırarak birkaç adım geri kaçar. Havanın soğukluğuna, yağıp gürlemesine aldırmaksızın tek hamlede trençkotunu çıkarır. Betonla toprağın buluştuğu çizgide kök salmış emektar piyanonun üstüne bırakır. Şapkası bir karabatak gibi başının üstünden havalanıp trençkotun yanına konar.

Kadın bembeyaz tenini, zarif hatlarını hepten açığa çıkaran siyah tuvaletiyle tozlu sandalyeye doğru yaklaşır. Bordoya çalan dudaklarını büzüp sandalyeye doğru üfleyerek oturacağı yeri temizler, piyanonun kapağını kaldırıp siyah beyaz tuş dizisini ortaya çıkarır.

Haliç’i selamlayıp sandalyeye oturur. Uzun, narin ellerini kaldırır. İncecik parmaklarını düşürür. Derin bir nefes alır. Fermeneciler Caddesi’nde sabahlayan zincircilerden birine göre Süleymaniye’den okunan ezan bitene dek gözlerini açmaz. Parkta yaşayan tinercilerden ise, o çalmadan önce her defasında aynı martının gelip piyanoya konduğunu iddia edenler vardır.

Kadın başlamak için mutlak sessizliği bekler. Pata pata açılan bir tekne varsa iyice uzaklaşmasını, kanat çırpan karabatakların sakinleşmesini, hocanın ezanını bitirmesini…

Haliç’le son kez göz göze gelir. İşareti alır. Parmakları tuşlara aşkla vurduğu an başının geriye düştüğünü söylerler. Bir ressam, gökyüzüne çevrili gözlerini yalnızca akı görünecek şekilde yarı açık çizmiştir.

Karşı kıyıdakilere ve köprüden geçerken bulunduğu yere çakılıverenlere sorarsanız şarkısı öyle iç gıcıklayıcı, öyle sıra dışıdır ki, insan onu yapanın kim olduğunu merak etmeye fırsat bulamadan kendini müziğin büyüsüne teslim olmuş bulur.

Kentin her dönem Batı’yı sayıklamış yakasından Haliç’e dökülen frenk notaları, yüzlerce yıl önce mavnalardan düşerek, mehtapta meşkeden bir kemancının elinden kayarak, bir harp gemisinin deposundaki bando mızıka aletleri ile birlikte denizin dibini boylayarak paslanıp yosunlanmış enstrümanlara dokunup, maziyi hatırlatınca sanki Haliç de içten içe fokurdamaya başlar.

Osmanlı Bankası’nın memurlarıyla Bankalar Caddesi’nin bankerleri mesaiyi bırakıp camlara çıkmış, Perşembe Pazarı’nın kürekçileri, zincircileri, yelkencileriyle Alageyik Sokağın fahişeleri kapılara fırlamış, Avusturya Hastanesi’nin rahibeleri ile İngiliz Deniz Hastanesi’nin canı kıymetli askerleri istavroz çıkarmış, Yeşildirek Hamamı’nın tellaklarıyla Galata Mevlevihanesi’nin semazenleri ellerini göğe açmış ve meyhanelerde, balozlarda sabahlayan keşler kadeh kaldırmış bulurlar kendilerini.

Karşı tarafsa mahmurdur henüz. Yeni Cami’nin avlusundan bir grup güvercin havalanıp kül rengi bir bulut oluştururlar köprü çıkışında. Camiye gidenlerden bazısı, kilise müziğine benzettikleri bu ecnebi ezgiden etkilenmemek için tespihlerine daha kuvvetli asılırlar. Her sabah saatli maarif takvim yapraklarını okumayı ihmal etmeyen bir mümin, Rüstem Paşa Camisi şadırvanının başında abdestini almış çoraplarını giymekte olan arkadaşlarına 3. Selim devrinde Mevlevi ayinlerinde piyano kullanıldığını fısıldayınca, hep beraber huşu içinde müziğin sağaltan çağrısına gönül açar cemaat de.

Kadın, kendinden geçmiştir. Çalarken üşümez, terlemez. Kederlenmez, gülümsemez. Hiçbir şey hatırlamaz, hiçbir şeyden korkmaz. İndikçe iner, Kule’ye bağlanan dehlizlere. Çıktıkça çıkar, gök kubbenin hilal alemine. Haliç kendini ona göstermek için çalkalanır, olmaz. Dalga olur, kıyıya çarpar yetmez. Grileşir, küllenir, kararır fayda etmez.

Kaykılır kadına doğru. Eminönü tarafındakiler şahit. O tarafta su alçalır, Galata kıyısında yükselir. Yükselir, yükselir, yükselir… Taşar sonunda. Haliç bir kez daha kapanır kadının ayaklarına. Bu kez çağlayarak… Çorapları ıslanınca kadın ürpererek gözünü açar. Bir gülümseme yayılır yüzüne, koyu kırmızı. Piyanoyu çalmaya devam ederken, ayakkabılarını çıkarır ayaklarıyla. Bileklerine kadar Haliç’in içine gömülür.

Parmakları bir sevgilinin ellerinde, ayakları ötekinin kucağında, başını göğe kaldırır. Bir kez daha kapanır gözleri. Titreyerek, dudaklarını ısırarak, içinde kopan çığlıkları bastırmaya çalışarak, her şeyi, herkesi içine çekerek, nefesini tutarak resitaline son verir.

İşte tinerciler, piyanoya konan martının tam o anda havalandığını ve alkış sesini andıran seri kanat çırpışının, Sokollu Camisi’nin duvarlarında yankılandığını söylerler.

Kadın trençkotunu giyer. Şapkasını takar. Piyano kapağını kapatmadan önce tuşları sevgiyle okşadığı, işaret parmağını Haliç’in taşkın suyuna batırıp koyu kırmızı dudaklarının üzerinde tutkuyla gezdirmeden ayakkabılarını giymediği anlatılır.

Trençkotunun yakalarını kaldırır, önüne bakarak arsadan Fermeneciler Caddesi’ne, oradan Tersane Caddesi’ne ve geldiği ara sokaklardan Bankalar Caddesi’ne doğru hızlı, topuklu adımlarla ilerler.

Nereye gittiği, tekrar ne zaman ortaya çıkacağı, Haliç kıyısına bir daha dönüp dönmeyeceği bilinmez.

 

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

TARLABAŞI

Demir kapılı, cumbalı ev bakımlıydı o zamanlar. İçinde bir Rum ailesi yaşardı. Güngörmüş, iyi insanlar… Kahveleri kavruk olurdu. Tatlıları şerbetli. Esmer, küçük kızları, piyano çalmadığı zamanlar demir kapının üstündeki cumbanın camına alnını yaslar, uzun uzun sokağı seyrederdi.

ÇOK UZAKLARDA

Şimdi bardaki herkes; işten çıkmış iki takım elbiseli centilmen, sarmaş dolaş genç ve orta yaşlı çiftler, döne döne dans eden zarif, yaşlı kadın, İskandinav bir turist grubu, hep bir ağızdan neşe içinde parçayı söylüyorlar. Cenk geldiği günden bu yana, Londra’nın mutlu olmak için fırsat kollayan ve bunu kolayca becerebilen insanlarına gıpta ediyor. Sarah da onlardan biri. Dolgun omzunu Cenk’inkine bastırarak, onu düşüncelerden sıyrılmaya, eğlenceye katılmaya davet ediyor.

UFUKTA AŞK VAR

Hayatın kollarını ardına kadar açmış; tüm bilgeliği ve cömertliği ile beni kucaklamaya, sırlarını kulağıma fısıldamaya hazır olduğu zamanlar. Herkesi, her yeri, her şeyi merak ediyorum. En çok da kızları. Yırtık biri değilim. Hatta utangaç sayılırım. Ama keşfedileceğime inancım tam. Çünkü bana bir kere şans tanıyan, yarı yolda bırakmamış o güne dek.

ÇOK BULUT

Hava ısındıkça bulutlar alçalıyordu. Nallar yumuşayan asfalta her adımda biraz daha gömülüyor; tahta arabaya tepelemesine yüklenmiş ot yığını, nemlendikça beton gibi ağırlaşıyordu. Sahipleri gibi sıska ama güçlü atlar bütün bunlara aldırış etmeden, köylerine doğru dört nala ilerliyorlardı. İki arabaydılar. Taze biçilmiş otları, Fidel’in durumu her geçen gün kötüleşen annesine götürüyorlardı.

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir