KIPKIRMIZI

KIPKIRMIZI

Bütün gece yatakta dönüp durmuştu. Saatine baktı. Kalktı, perdeyi açtı. Dışarısı zifiri karanlıktı. Havalimanına varmış olmalı, diye düşündü. Belki güvenlik cihazından geçiyordur şu an. Belki de bavulunu teslim etmek üzere.

Tek elinde pasaport, kuyrukta beklerken canlandı gözünün önünde. Diğer elindeki cep telefonunun ekranına bakarken… Yüzü her geçen dakika biraz daha solarken…

“Eğer…” demişti, son kucaklaşmalarının ardından. “Kararını değiştirirsen… Bu, uçak kalkmadan bir saniye önce dahi olsa… Bir kere çaldır, yeter.”

Arkasını dönmeden önce buğulu gözlerinin derinlerinde belli belirsiz bir ışık belirmişti. Titrek bir pırıltı… Sisli havada, dağ başındaki bir evin penceresinden sızan mum alevi gibi. Zayıf ama ümitvar.

Montunu sırtına geçirip dışarı fırladı. Yarım saat vardı daha. Gece yarısından bu yana üstüne üstüne gelen dört duvarın arasına sığmayacak yarım koca saat.

Saçak altlarında uyuyan sokak köpeklerinin, otobüs durağında bekleşen karaltıların arasından hızla geçti. Bir gece önce, onu bıraktıktan sonra yaptığı gibi; elleri ceplerinde, bilinci yarı kapalı.

“Gitmemi istemezsen, kalırım.” demişti, yanmayan bir sokak lambasının altında nefeslerini tutmuş, yan yana otururlarken. Dizleri birbirine dokunuyordu. Herkesin eli kendi cebine saklanmış. “Büyütürüz birbirimizi.”

Sözcükleri, karaya vurmak üzere olan ilişkilerinin burnunda deniz feneri gibi çakmıştı. Dümeni elinde bulmuştu ansızın. Oysa o ne şiddetli ışığı, ne de dümende olmayı severdi.

“Bugüne kadar büyütebildik…” diye karşılık vermişti soğukkanlılığını korumaya çalışarak. Dizini kendine doğru çekmişti biraz. “Özgürdük çünkü. Şimdi sen sırf bizim için kalırsan eğer… Artık özgür olamayız.”

Hava kuruydu. Yerler ıslak. Ve hala karanlıktı neyse ki. En ufak bir iyimserliğe dahi tahammülü yoktu çünkü.

“Senden önce özgürdüm ben.” sözcükleri dökülmüştü biçimli dudaklarının arasından. Ne hesap soruyor, ne de yalvarıyordu. Kendini anlamaya çalışıyor gibiydi daha çok. Kendi kendine konuşuyor gibi. “Eksik de hissetmiyordum aslına bakarsan. Ama seninle… Başka oldum.” İnce burnunu hafifçe kaldırarak derin bir nefes çekmişti içine. Ucu kıpkırmızı olmalıydı o an burnunun. Karanlıktı, görmüyordu ama emindi bundan.

“Bunları konuşmaya başladığın andan itibaren…” diye karşılık vermişti buz gibi bir sesle. “Başka olmaktan ağır ağır çıkar, tekrar olmaya başlar her şey.” Yutkunmuştu sonra kuru kuru.

Son cümlesini işitmemiş gibi devam etmişti rüzgarın uçuşturduğu bir tutam saçını zarif bir el hareketiyle kulağının arkasına atarken. “Yalnızca sen değildin başka olan. Seni tanıdıktan sonra sabahlar da başkalaştı. Akşamlar da… Kitaplar da… Martılar da…” Tam bunu söylerken çevirmişti yüzünü. Gözleri mücevher gibi parlıyordu. “Anladım ki, gerçek aşk tek kişiye hapsetmiyor insanı. Bütün dünyaya açıyor.”

Boğaz’a doğru ilerliyordu. İçi de hava gibi kapkara. Yaraya tuz basmanın iyi geldiğini duymuştu çocukken. Tuzlu deniz havasını içine çekmeye gidiyordu.

“Aşkın bir kimyası olduğuna şüphe yok.” demişti, tekrar dizini, dizine değdirirken. “İnsanı sarhoşlaştıran bir hali var. Hani çakır keyif olunca her şey güzel görünür ya göze… Aşk onun biraz daha uzun soluklusu bana kalırsa…” Tam burada ikisini de rahatlatan, bembeyaz bir gülümseme belirmişti banklarında.

“Ama sonra…” Dizleri tedirgince uzaklaşmıştı yine birbirinden. “Sonrası hayatın bütün film festivallerini elinin tersiyle itip, tek bir diziye talim etme hali…” Yutkunmuştu yine. “Tek kitap okuyarak alim olunabilir mi? Tek ülke görerek seyyah? Hep aynı yemeği yiyerek sağlıklı kalabilen birini tanıyor musun?”

Burada sözünü kesmişti işte. “O tek kitabın içeriği, derinliği, okurun arayışına uygunluğu ve her baskıda kendini yenileyebiliyor oluşuna göre değişmez mi sorunun cevabı? O tek ülke, kurulduğundan beri bütün dünyanın canlılarına kapılarını ardına kadar açıp, anayurtlarındaki gibi var olmalarına izin vermişse? Hep aynı yemeği yemek sağlıklı ve şart değil elbette. Ama aynı kişiyle, aynı sofrada, aynı yemeği yemenin de huzur veren bir yanı yok mu? İnsanoğlunu bin yıllardır hayata ve birbirine daha güçlü bağlayan biraz da böyle ritüeller değil mi?” Nefes almadan sıralamıştı bunları. Bitiminde göğüslerinin gölgesi ayaklarının dibinde bir süre hızlı hızlı inip kalkmıştı.

Boğaz’a ulaştığını soğuk, iyotlu hava ciğerlerini sızlatınca fark etti. Başını kaldırdı. Ufukta belli belirsiz gündoğumu hazırlıkları başlamıştı. Rüzgar estikçe üstünde hayalet bir çocuk varmışçasına usul usul sallanan salıncağın yanından geçerek, parka doğru yürüdü.

“Hepsinde haklı olabilirsin.” demişti alt dudağını ısırmayı bırakarak. “Ama bütün bunlar tek başına yaşayabileceğin sınırsız olasılığı iki kişinin ortaklaşa gerçekleştirebileceği sınırlı deneyimler toplamına indirgeyecek…”

“Yani?” diye sormuştu alaycı mı, alıngan mı olduğunu belli etmeyen, duygusuz bir tonda.

“Yani her defasında yeni bir varlığı, yorumu, teni, rengi keşfetmek yerine, hayatını tek bir varlığın, yorumun, tenin, rengin filtresiyle yaşamak zorunda kalacaksın. Her yeni güne ‘başka nasıl biri olabilirim?’ diye başlamayacaksın. Sürekli ‘onunla ne yapabilirim?’ sorusunun cevabını arayacaksın.”

Uzun bir sessizlik olmuştu bu konuşmanın ardından. “Ben her gün başka biri olmak istemiyorum.” deyip aniden ayağa kalkmıştı. “Kendim olmak istiyorum sadece. İçinden geldiği zaman, içinden geldiği gibi davranabilen… Hayatı boyunca hiç kimseyi, hiçbir koşulda, içinden gelmediği gibi davranmaya zorlamayan biri.”

Bunu söylerken sarılıp yanaklarından öpmüştü; ne mesafeli, ne tutkulu. Sonra gözlerinin içine bakmıştı inadına. Bunun ne kadar derine işleyebildiğinin farkında: “Ama sanırım haklısın… Ben şu an… Hayatı aşkın kırmızı filtresiyle görüyorum…” Nefes alırken burun delikleri zarifçe açılıp kapanmıştı. “İçimden öyle geliyor. Dalga dalga… Alev alev… Seninle yapabileceklerimi, dünyanın tüm olasılıklarından daha fazla önemsiyorum.”

Hiçbir şey diyememişti. Yalnızca o an değil, gece boyunca hiçbir şey diyememişti. İçinden ne geldiğini, hayatı nasıl görmek istediğini hiçbir zaman tam olarak bilememişti.

Gözü karşı kıyıya takıldı. Yalıların ve kuleli tarihi okulun tepesinde altın rengi bir çizgi belirmişti. Bu çizgi ile birlikte gökyüzünde sarımsı, morumsu sızıntılar belirmeye; siyahın tavizsizliği ağır ağır grinin kararsızlığına dönüşmeye başlamıştı.

Kendini hiç iyi hissetmiyordu. Gri ile idare edebilirdi. Ama daha fazlasıyla başa çıkıp çıkamayacağından emin değildi.

Bir an için evine dönmeyi düşündü. Hali yoktu. Teknelerin karşısına sıralanmış banklardan birine çöktü. Sabah koşusuna çıkmış genç bir adam önünden hızla geçti. Sonra yine park ıssızlaştı. Hiç kimsenin, hiçbir şeyin temasına tahammülü yoktu. Gözlerini sımsıkı kapadı. Yakalarını kaldırdı. Kollarını göğsünde kavuşturdu. Kalan on beş dakikayı içine kapanarak geçirmeye karar verdi.

İçinden o geliyordu.

Dalga dalga… Alev alev… Gözlerini kapayınca siyah görmez mi insan? Ruhundan kırmızı fışkırıyordu.

Başka yüzler düşünmeye çalışıyordu. Başka eller, başka sözler… Başka anlar, başka renkler…

Bacağını bacağının üstüne bastırıyordu. Yumruğunu, dişlerini, göz kapaklarını sıkıyordu. Soluğunu tutuyordu.

Daha fazla dayanamadı… Nefesi patlarcasına boşaldı. Gözleri kendiliğinden açıldı. Kirpiklerini kırpıştırdı…. Gördüklerine inanamadı! Gökyüzü kırmızıydı. Başını sağa sola çevirdi. Pembe, kızıl filan da değil: Kıpkırmızı!

Banktan fırladı. Rıhtıma bağlı yat ve teknelerden denizi göremiyordu. Oysa şu an onun her yeri, herşeyi göreceği bir açıklığa; özgür bir bakışa ihtiyacı vardı.

Koşarak bir sıçrayışta tam karşısındaki yolcu teknesinin burnuna atladı. Merdivenleri tırmanarak üst kata çıktı. Teknenin kıçına kadar koştu. Soluk soluğa durdu.

Yalnızca gökyüzü değil, Boğaz da kıpkırmızıydı. Dalga dalga, alev alev, cayır cayır kırmızı…

İçinden tek renk geliyordu. Dışarıda tek renk görüyordu. Hayatında ilk kez kendini evrenle tam bir uyum ve bütünlük içinde hissediyordu.

Yüzündeki gülümseme aniden dondu. Panik halinde ceplerini karıştırmaya başladı. Güçlükle telefonunu buldu. Eli kolu birbirine karışıyordu. Saate baktı. Uçak kalkmak üzereydi. Telefon numarasını ararken işaret parmağı zangır zangır titriyordu.

Nihayet buldu. Parmağını numaranın üstüne bastırdı. Asırlar kadar uzun süren bir sessizliğin ardından çalma sinyali duyuldu. Telefon anında açıldı.

“Ben…” deyip derin bir nefes aldı. “Artık hayatı kırmızı görüyorum.”

Karşıdan yanıt, hıçkırıkla karışık geldi.

“Bekle orda. Hemen uçaktan iniyorum.”

 

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

LİMAN

Erkek, denizde olmayı seviyordu. Bembeyaz bir gömlek sırtında, göğsü yelkenli gibi rüzgarla dolu… Güneşin altında büyümüş bir ter damlası gibi mavinin sırtında kayarak uzaklaşmaktaydı aklı fikri. Kendini bildi bileli… Kadın karada köklenmek üzere yaratılmıştı. Saçlarını, eteklerini uçuşturarak limanda dolaşmak… Yüzünü ufka çevirerek, evrenin tüm güzelliğini; dalganın ritmini, rüzgarın okşayışını, gökyüzünün kavrayışını, dağların yükselişini özümsemek…

DİŞİ KUŞ

Hacer’i Süleymaniye sokaklarında uzun mantosu, başında örtüsü, elinde ekmek poşetiyle görseydiniz alelade biri sanırdınız. Dolgun pembe yanakları, zeytin siyahı gözleri, dışa basan küçük adımları onu Anadolu’nun pek çok mahallesinde yaşayan yüz binlerce kadından ayırt etmeye yetmezdi. Hacer de topluca gövdesini bir sağa bir sola yatırarak ağır ağır bakkala, pazara giderdi. Yolda eşe dosta rastladığında, laflayarak nefeslenmeyi severdi.

ÇOK UZAKLARDA

Şimdi bardaki herkes; işten çıkmış iki takım elbiseli centilmen, sarmaş dolaş genç ve orta yaşlı çiftler, döne döne dans eden zarif, yaşlı kadın, İskandinav bir turist grubu, hep bir ağızdan neşe içinde parçayı söylüyorlar. Cenk geldiği günden bu yana, Londra’nın mutlu olmak için fırsat kollayan ve bunu kolayca becerebilen insanlarına gıpta ediyor. Sarah da onlardan biri. Dolgun omzunu Cenk’inkine bastırarak, onu düşüncelerden sıyrılmaya, eğlenceye katılmaya davet ediyor.

FEYLESOF YUSUF

“İnsan en çok ağlarken insan olur.” der Feylesof Yusuf. “Gözyaşı insanın özüdür.” Elini kalbinden yüzüne götürür. İşaret parmağını göz pınarına bastırır. “Burukluğunu, pişmanlığını, özlemini, acısını birkaç damlaya dönüştürdüğünde kişi -ki en büyük mucizelerinden, en akıl almaz üretimlerinden biridir bu- yüreği eskisi gibi bir kaya parçası değildir artık. Su veren bereketli bir topraktır. Suyla toprak varsa şefkat vardır. Umut vardır. Hayat vardır, hayat!”

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir