KARANLIK

KARANLIK

Geceleri şehrin kuytularına doğru çekiliyordu. Adımladığı sokak ne kadar sessizse hayatın sesini o denli güçlü işitiyor, ne kadar karanlıksa zihnindeki gölgeler o derece aydınlanıyor; ne kadar darsa, sonunda ufku o denli genişlemiş olarak çıkıyordu. Bazı yollar onu kendisine götürüyor, bazıları büsbütün uzaklaştırıyordu. Ama zifiri karanlık sokaklara her dalışında görme yetisi ile birlikte zihni ve hisleri de sıfırlanıyor, bir tür derinlik sarhoşluğu benliğini teslim alıyordu.

Elektrik trafosundan yükselen bir cızırtı, çöplükte eşelenen bir kedinin tırmık sesleri, yarısı yıkılmış bir binanın üst katlarından süzülen zayıf bir ışık, saçakta gezinen bir kuşun pıtırtıları, kağıt toplayıcının paslı tekerleğine sıkışmış gıcırtı, kenarlarından ışık sızan bir kepengin gerisinde vurulan çekicin tak takları onu ansızın bir yüzleşmeye mecbur edebiliyor ya da kendisine, tanıdığı, bildiği herkese, herşeye hepten yabancılaştırarak başka zamanların, bambaşka var oluşların esrarına davet edebiliyordu.

Soğuk bir kış gecesi iş çıkışında yine arka sokaklara doğru çekilmeye başladı. Haftalardır aynı soluksuz tempo içinde kendini yok sayıyor, gecelerdir yakasını bırakmayan kabuslar yüzünden doğru düzgün uyuyamıyordu. Hayatın floresan ışıklı yakasında fazla uzun kaldığı dönemlerde daha önce de yaşadığı gibi, ihmal ettiği ruhunun isyanlarına karşı koymakta zorlanıyordu.

Yol üstündeki bir büfeden ıslak hamburger satın aldı. Hiç değilse yemek yerken zorlanmak istemiyordu. Isırarak, yürümeye devam etti. Apartmanların açık perdeli pencerelerinde yemeğe oturmuş aileler, sokağa bakan yaşlılar, yemek masasında ödevini yapan çocuklar, haber seyreden babalar gördü. Bu huzurlu manzaralar ona çocukluğunu hatırlattı. Büyümüş olduğuna şükretti.

Işıkların önce sayısı, sonra feri azaldı. Karanlık, siyah bir pelerin gibi omuzlarından ayaklarına döküldü. Kösele tabanlı ayakkabısının topuk sesleri ıssız binaların yosunlu dış cephelerine çarparak geri geliyor, sokakla birlikte o da her adımın ardından biraz daha içine kapanıyordu. Gündelik yaşamın huzursuzluk yaratan, kaygı uyandıran meseleleri delik cebinden birer birer dökülüyor, daracık sokak onu daha derin ve tekinsiz yüzleşmelere doğru sürüklüyordu.

Uzakta ince bir ışık gördü. Sokakla bir kıvrılınca ışık genişledi, etrafındaki birkaç bitkin binayı aydınlatacak güce ulaştı. Işıkla birlikte, başlangıçta zihninde çaldığını sandığı melodi de kulakla işitilebilir oldu.

Adımları hızlandı. Evet… Bir piyano sesiydi. Öyle tanıdık, öyle dokunaklıydı ki…

Notalar kelebek sürüsü gibi sokak lambasının etrafında kanat çırpıyor, ışığın rengini altınımsı hale getiriyordu. Kösele tabanları ile kaldırım taşlarına değil de piyano tuşlarına basıyormuşçasına, müziğin ritminde ilerledi. Paslı oluklardan mazgallara diyezlerin, bemollerin aktığını hayal etti.

Sarı ışığın tam altında durup piyano sesinin nereden geldiğini anlamaya çalıştı. Hiçbir binada ışık yanmıyordu. Derken girişi dökük bir binanın en üst kat penceresinde belli belirsiz bir dalgalanma fark etti. Dikkatli bakınca kaybolup güçlenen bu ışığın bir mum ya da gaz lambasından kaynaklandığını tahmin etti. Piyano o dairede çalınıyor olmalıydı.

Piyanistle tanışmak, yanında dikilip parmaklarını tuşlarda gezdirişini izlemek, onun hikayesini dinlerken kendisininkini unutmak için dayanılmaz bir istek duydu. Binanın kapısına doğru yürüdü.

Dış kapı kilitliydi. Bir an ümitsizliğe kapılır gibi oldu. Çakmağını yakıp yakından bakınca kapı kolunun üstündeki camın kırık olduğunu fark etti. Elini içeri sokup, kilidin dilini çekti. Omuzuyla itince kapı gıcırdayarak açıldı. Otomat çalışmıyordu. Duvara tutunarak basamakları çıkmaya başladı. Arada içi ürperiyor, koşarak sokağa dönmek istiyor, sonra piyano ezgilerinin cazibesine kapılıyor, çakmağı yanan elinden diğerine geçirirken orada tesadüfen bulunmadığına dair bir sezgiye kapılıyordu.

Nihayet en üst kata ulaştı. Sokak kapısının altından çizgi halinde zayıf bir ışık sızıyordu. Derin bir nefes aldı. Yumruğunu sıkıp kapıya doğru yaklaştı. Cesaret edip vuramadı. Elini geri çekti. Sağlıklı düşünemiyordu. Piyano kreşendo ile parçayı sonlandırdı. Ani bir kararla kapıyı tıklattı.

Soluğunu tutup beklemeye başladı. En ufak bir tepki olmadı. Tekrar tıklattı.

Bir çıtırtı duyar gibi oldu. Tekrar vurdu. Çıtırtı, adım seslerine dönüştü. Kapıya doğru yaklaştı.

“Kimsiniz?”

Alçalıp yükselen çatlak bir ergen sesiydi. Böyle bir mekanda işitmeyi aklından bile geçirmeyeceği, toy bir ses.

“Müziğinizden büyülenen biriyim.”

“Şaka yapmayın lütfen. Burada ne işiniz var?

Sesi tedirgindi.

“Şaka yapmıyorum. Sokaktan geçiyordum. Piyano çalışınızı duyunca sizinle mutlaka tanışmam gerektiğini düşündüm.”

“Ben de isterdim ama bu imkansız.”

“Neden?”

“Sizi tanımıyorum. Saat çok geç…” Kısa bir duraksamanın ardından devam etti. “Ama asıl nedenler bunlar değil. Kapı kilitli ve benim hayata karışmam yasak.”

Sesinde olağanüstü bir tanıdıklık vardı. Yalnızca tınısında değil, seçtiği sözcüklerde… Verdiği boşluklarda…

“Neden?”

“Ailem konservatuvara gitmemi istemiyor. ”

“Eee. Ne var bunda, benimkiler de istememişti. Bu ülkede çoğu aile, çocuğunun iyiliği için, para eden bir mesleğe sahip olmasını ister.”

“Ama bu beni öldürüyor.” İç çekerek devam etti. “Anlıyor musun?”

“Abartıyorsun bence! Ben de senin kadarken benzer şeyler hissetmiştim. Ama ölmedim. Hayat devam ediyor.”

“Piyano çalmaya devam ediyor musun?”

“Hayır.”

İkisi de eşiğe oturmuş, ağızlarını kapıya yanaştırarak konuşuyorlardı.

“Ben senin piyano çalmakta ısrar eden halinim. Ve maalesef hayat benim için devam etmedi. Burada kilitli kaldı.”

Son sözcüklerin ardından derin bir sessizlik oldu. Adımlar uzaklaştı. Sandalye çekme sesi duyuldu.

Ve lise yıllarında, bahar bayramında, konferans salonu dolusu izleyicinin önünde çaldığı parça başladı.

Sırtını kapıya yaslamış, gözlerini kapamıştı. Her nota kalbine nakış gibi işleniyordu. İlk gençliği, müziğin yelkenlerini şişirdiği tatlı anılarla yüklü bir gemi olmuş, ruhunda usul usul yol alıyordu.

Delikanlı tam da o gün onun hata yaptığı yerde aynı şekilde tekledi. İyi müzik dinleyicileri dışındakilerin fark edemeyeceği bir kıvraklıkla durumu toparlayıp müziği sonlandırdı.

Elinin tersiyle gözyaşlarını sildi. Tüm gücüyle alkışlamaya başladı. Delikanlının kapının gerisinde, yıllar önce onun konferans salonunda yaptığı gibi eğilip selam verişini görür gibi oldu.

Artık onun, kendi gençliği olduğundan emindi.

Sesine şefkatli bir tonlama vermeye çalışarak:

“Seni nasıl özgürleştirebilirim?” diye sordu.

“Beni unutmayarak… Yok saymayarak. Acımayarak.” diye yanıtladı delikanlı.

“Başka.”

“Yeniden piyano çalmaya başlayarak.”

Karanlıkta başını sallamaya başladı. Nefesi açılıyor, zihni berraklaşıyordu.

“Söz veriyorum. Hemen başlayacağım.” dedi kararlı bir tonda. “Bundan böyle bize ait hiçbir şeyi karanlıkta bırakmayacağım.”

“Teşekkür ederim.” dedi, delikanlı. Sesinden duygulandığı anlaşılıyordu. Derin bir nefes alıp devam etti:

“İki kat aşağıda babam var. Ona da uğra lütfen. Yıllardır senin ziyaret etmeni bekliyor.”

Hıçkıra hıçkıra ağlayarak karanlık basamakları inmeye başladı. Yıllar önce ölen babasının elini öpmek, son aylarında onunla görüşmesine engel olan inatçılığından ötürü özür dilemek ve aslında onu ne kadar çok sevdiğini bir kereliğine dahi olsa söyleyerek, en karanlık sokağını aydınlatabilmek için telaşlı bir mahcubiyet yaşıyordu.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

AYNALI CADDE

Bu toprakların insanları korkar aynalardan. Hele böyle köşe bucağı kaplayıp kaçacak delik bırakmayanından iyice korkar, uzak dururlar. Caddenin olağanüstü bir hali yoktur oysa. Gördüğünü yansıtabilir ancak. Herkesten, herşeyden; en yakın dosttan, sevgiliden, ana, babadan bile daha dürüsttür yani. Kollamaz ama dürüsttür.

TAMİRCİ

Okulun paydos zili çaldı mı pantolonundaki tozu pası silkeler, yüzünü sabunlu suyla yıkar, aynanın sırları dökülmemiş köşesine yaklaşarak saçlarını ıslak eliyle tarardı. Kapıya çıkmadan montunu sırtına geçirmiş olurdu mutlaka. Fermuarını çekerek kirlenmiş tişörtünü; ellerini ceplerine sokarak yağ karasına bulanmış ellerini gizlerdi. Omzunu oto tamiranesine bitişik tahta kapıya yaslar, bir ayağını diğerinin üstüne atar, gözleri hep dalgın, hep uzaklara bakardı.

SAKALLI

Merkez Havana’nın her türlü olasılığa açık ara sokaklarında büyülenmiş gibi dolaşıyordum. İspanyol sömürge devrinden kalma yıpranmış rengarenk binaların dantel gibi işlenmiş rölyeflerini incelerken, balkonun birinden gülümseyen kahverengi tenli bir kadınla göz göze geliyor; onun sallandırdığı sepete buz gibi Küba birası ve papaya koyan altın dişli zencinin yanından geçerken, sarmaş dolaş bir çift taşıyan tenteli bir bisiklet tarafından ezilme tehlikesi geçiriyor…

YARADILIŞ

“Sırtım Kule’ye, yüzüm Haliç’e dönük” demişti, son mektubunda. “Denizle karanın, yeryüzüyle gökyüzünün, yaşamla ölümün kıyısında; bitkin ama onurlu bir binanın çatı katındayım. Bu arafta kendimi buldum ben; ikimizden biri yıkılana kadar buradayım.” Günlerdir onu arıyordu.

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir