BATMAN

BATMAN

Stockholm’deyiz. Aylardan Aralık. Geceleri ısı -20 dereceye düşüyor. Çatlak bir sanatçı emeklisinin evinde kalıyoruz. Daireyi adamakıllı ısıtmak yerine, kaban, bere ve dizlerine kadar çektiği yün çoraplarla dolaşıyor. Dışarıda sürekli kar yağıyor. Geceleri fırtına pencereleri zorluyor. Deniz buz tutmuş, üstünde ördekler geziniyor. Gemiler, buzları kırarak karşı yakaya insan taşıyor. Etrafta pek insan da yok, hoş. Yerliler noel tatilinde, evlerinden çıkmıyor. Turistler? Ev sahibimiz dahil, sohbet ettiğimiz herkes yüzlerimize tuhaf tuhaf bakarak “bu mevsimde turistin Stockholm’de ne işi var?” diye soruyor.

Büyüleyici bir masal kitabının karlı sayfalarında dolaşıyor gibiyiz eşim ve 7 yaşındaki oğlum Rüzgar’la. Rüzgar’ın meraklı nefesi rengarenk ışıklarla, müzik kutuları ve hareketli noel oyuncaklarıyla dolu sevimli dükkan vitrinlerini buğulandırıyor. Kimse bir yerini incitmesin diye ağaç gövdeleri süngerlerle sarılmış kütüphane bahçesindeki yamaçtan kızakla kayıyoruz. Yürümeyi sevdikleri için postacı olmuş bir çiftle karlar arasında sohbet ederek hayvanat bahçesi geziyoruz. Her şey değişik; geyik eti yiyoruz.

Çok sevdiği Pippi Uzunçorap’ın müzesinin tatil nedeni ile kapalı olduğunu öğrendiğinden beri Rüzgar’ın canı sıkkın. Haksız da sayılmaz; Stocholm’e dair en büyük hayali Pippi’nin evinde dolaşmak, atına binmek, maymunuyla tanışmaktı. Dönüş günümüzde açılacak müzeye uçuştan önce birkaç saatliğine de olsa uğrayacağımıza söz verince biraz olsun teselli buluyor. İnternette resimlerini coşkuyla incelediği Gröna Lund adlı dev eğlence parkını da beyazlara gömülmüş bulunca beklentileri hepten buz tutuyor.

Biz dükkanlara girip çıkarken; saatlerce nobel müzesini, noel pazarını gezerken, o elindeki Batman figürünü uçurup, ağzıyla tuhaf sesler çıkarıyor. Kahramanını bir yerlere kondurup, havalandırıyor. Onu konuşturuyor. Bazen de sıkılıp söylenmeye başlıyor. “Gidelim” diyor. “Nereye?” diye sorunca. “Bana göre bir yere.” diye yanıtlıyor.

Sokak köşelerinde, yoldan kürenen karların yığılması ile oluşturulmuş iki, üç insan boyunda beyaz tepecikler var. Rüzgar’ın sıkıntısını dağıtmak, biraz da ısıtmak için elinden tutuyorum. Koşarak karşımızdaki kar tepesine tırmanıyoruz.

Bayılıyor bu oyuna. Yeterince hızımızı almışsak zirveye ulaşabiliyoruz. Bazen de tökezleyip yarısında tükeniyor, hatta kayıp gerisin geri caddeyi boyluyoruz. Kıkır kıkır gülüyor o zaman. Babası ile beraber olunca bunu başarısızlık değil, eğlence olarak algılıyor. Tekrar deniyoruz. Zirveyi bulunca annesini selamlıyoruz. Batman’i havaya kaldırıyor. O da takımın parçası; bu gururu ona da yaşatıyor.

Eşim üzerinde dikilmekte olduğumuz kar tepesinin tam karşısındaki hediyelik eşya dükkanına gireceğini işaret ediyor. Viking şapkaları, buzdolabı mıknatıslar, noel mumları ve türlü hatıra eşyası ile dolu tipik bir turistik dükkan. Zirveyle vedalaşıp peşinden gidiyoruz biz de birkaç dakika sonra. Saat erken henüz ama hava kararmak üzere. Rüzgar yeniden sızlanmaya başlıyor.

“Sana bir şey alayım mı bu dükkandan?” diye soruyorum. Başını iki yana sallıyor. Hakkını Pippi Uzunçorap müzesinde kullanacağını söylüyor. Kararlılığı hoşuma gidiyor. Eşim kuzey ışıklarını evimizin penceresine taşımak üzere elektrikli bir yılbaşı şamdanı satın almış. Parasını ödüyor. Rüzgar bekleme sandalyesinde büzüşmüş, hepten ufalmış görünüyor. “Hemen gideriz, değil mi eve?” diye soruyor. “Bir şeyler yiyelim. Sonra…” diye yanıtlıyorum. En çok evi seviyor. İstanbul’da da öyle…

Dışarı çıkıyoruz. Dükkanlar sıra sıra. Kutu gibi, ufak ve şirin hepsi. Vitrinleri ışıl ışıl. Her şey özenli. Sıcacık. Rengarenk. Yollar daracık. Orta Çağ’dan kalma. Tiz bir çocuk korosunun ilahisi duyuluyor derinden. Lapa lapa kar yağıyor. Müzikli bir kar küresinin içinde gibiyiz. Rüzgar eve gitmekte ısrar ediyor. Biz şarkının nerede söylendiğini merak ediyoruz. Rüzgar’ı kucağıma alıyorum. Artık hafif değil ama böyle zamanlarda onu istediğin yere götürmenin tek yolu bu.

Dar bir yola sapıyor eşim. Kaymamaya çalışarak onu takip ediyorum. O kadar çok kar yağıyor ki, aramızdaki mesafe birkaç adım açılınca, birbirimizi göremez oluyoruz. Rüzgar’ın yanağı yanağımda; sesi çıkmıyor. Şarkı giderek yükseliyor… Ve bizi bir kiliseye ulaştırıyor.

Karanlığa gömülmüş sokakların aksine içerisi ışıl ışıl: Neredeyse tüm şehir burada toplanmış. Bordo cüppeli kadın ve çocuklardan oluşan bir koro, şefkat dolu bir şarkı söylüyor. Rüzgar’ınkine yaslı olmayan yanağıma kar taneleri düşüyor.

Eşim yer buluyor içerideki tahta sıralarda. Oturup birkaç parça daha dinliyoruz. Çocuk sesi kadar tiz, saf ve evrensel bir iyimserlik hepimizi sarmalayıp, kilisenin kapısından Stockholm sokaklarına taşıyor.

Rüzgar’ın uykusu geliyor iyice. Şarkılar ninni gibi, göz kapaklarını ağırlaştırıyor. Eşim: “Kalkalım” diyor. “Daha yemek yiyecek çocuk.”

Mesafe çok uzun. Yerler kaygan. Rüzgar’a anlatıyorum bunu. Mecburen yürümesi lazım. Biraz ayılsın diye bir kar tepesine koşmayı teklif ediyorum. Enerjisi kalmamış hiç. Elini sıkı sıkı tutup sürüklemeye koyuluyorum.

Eve yakın bir restorana giriyoruz. İçerisi sıcacık. Sosis, patates kızartması siparişi, Rüzgar’ın keyfini biraz olsun yerine getiriyor. Yemeğini beklerken annesine dönüp:

“Batman’imi verir misin?” diyor.

“Batman mi? Bende değil ki.” diye yanıtlıyor eşim. Bir yandan da çantasını kontrol ediyor. “Sen bana verdin mi ki?”

Rüzgar ellerini iki yana açıyor. Onun işi hatırlamak değil ki; oynamak.

Eşim “Yok işte” diyor. Cüzdanını, pasaportları ve birkaç parça eşyasını masanın üstüne çıkarırken. “Senden almadım ki ben onu, bir tanem.”

Rüzgar durgunlaşıyor iyice. Paltosunun cebine bakıyorum, ben. Eşim “Evet” diyor. Ordadır, başka nerede olacak?” Orada da olmadığı anlaşılıyor.

“Rüzgarcım kalksana ayağa” diyor eşim. “Pantolonunun ceplerine bakalım”

Pantolon ceplerinde de yok. Yemekler geliyor bu arada. Herkesin karnı açtı beş dakika önce. Ama şimdi kimse tabağına elini sürmüyor. Aynı konuşmalar birkaç kez tekrarlanıyor. Aynı yerler üç dört kez kontrol ediliyor. Tüm olasılıklar değerlendiriliyor.

Ve nihayet umutlar tükeniyor.

“Neyse Rüzgar’cım” diyorum. “Yapılacak bir şey yok. Yolda düşmüş anlaşılan.”

Rüzgar’ın soğuktan elma gibi kızarmış yanakları şişiyor, şişiyor. Çenesi büzüşüyor. Alt dudağı, üstü dudağının üstüne kapanıyor. İki damla göz yaşı yanaklarından çenesine iniyor ve iç çekerek ağlamaya başlıyor.

Eşimle donakalıyoruz. Bu kadar içten ve sessiz ağladığına tanık olmamışız oğlumuzun.

Hiçbirimizde iştah kalmıyor. Eşim sarılıyor Rüzgar’a. Ben teselli etmeye girişiyorum:

“Hemen yeni bir oyuncak alacağım sana.” diyorum. “Burdan çıkalım. Açık ilk dükkandan alacağım, söz.”

“İstemem” diyor.

“Hem Batman eskimişti biraz, daha yeni bir oyuncak alırız.”

“Ben daha yeni bir oyuncak istemiyorum. Batman’imi istiyorum.” diye söyleniyor kırık dökük.

“Peki yarın açık büyük bir mağaza buluruz belki. Yeni bir Batman alırım sana.” diye şansımı deniyorum.

“Ben yeni bir Batman istemiyorum ki Baba” derken göz yaşları hıçkırığa karışıyor. “Benim Batman’imi istiyorum.”

Eşimle birbirimize bakıyoruz. Herhangi bir oyuncağı değil, en yakın arkadaşını kaybettiğini o zaman idrak ediyoruz.

Lokmalar ağızlarımızda büyüyor her birimizin. Kimsenin çıtı çıkmıyor. Rüzgar iç çekiyor arada. Ağlamıyor artık. Donuk donuk bakıyor. Tabağına dalıp dalıp gidiyor. Annesi hatırlatmazsa, yanağını şişiren sosis lokmasını çiğnemeyi unutuyor.

“Sizi eve bıraktıktan sonra ben Batman’i aramaya gideceğim.” diyorum aniden.

Eşim şiddetle karşı çıkıyor. “Hava iyice soğudu. -25 derece şu an. Tipiyi görmüyor musun? Sokaklarda insan kalmadı. Delirdin mi sen?”

Rüzgar’la göz göze geliyoruz kısa bir an için. Bakışları yine önüne düşüyor. İç çekmeyi bırakıyor.

“Batman ne yapıyordur şimdi?” diye soruyor, gözünü tabağından ayırmadan. “Bu soğukta, tek başına üşüyor mudur?”

Yemekten sonra Rüzgar’ı kucaklayıp eşimle ikisini eve bırakıyorum. Çatlak ev sahibimiz ortalıkta görünmüyor. Eşim hala bana engel olmaya çalışıyor:

“Göz gözü görmüyor baksana. Her nereye düştüyse çoktan üstü karla örtülmüştür zaten. Telefonunun şarjı da yok. Donsan, kaybolsan yabancı memlekette, nerede arayacağımızı bile bilmiyoruz seni!”

Sokaklar bomboş. Hava daha da soğumuş. Titreyerek yürüyorum. Kentteki tüm çocukların heyecanla Noel Baba’nın getireceği hediyeleri beklediği bir gecede benim oğlumun en sevdiği oyuncağını yitirmesini kabullenemiyorum.

Kar fırtınası tokat gibi vuruyor yüzüme. Dengemi bozuyor, geriye doğru birkaç adım püskürtüyor. Gücümü toplayıp, ilerlemeye devam ediyorum.

Geçtiğimiz yerlere bakıyorum sırayla. Ama aklım kar tepelerinde. Batman’i en son Rüzgar’ın sol elinde görmüştüm çünkü… Kar tepelerine koşarken ise aynı eli benim sağ elimi tutuyordu. O ara Batman’i bırakmış olmalıydı yani. Ya annesine vermiş, ya da cebine koymuştu. Annesine vermediğinden emin olduğumuza göre cebine koymuş olmalıydı. Kar tepesine tırmanırken de sarsıntının etkisiyle cebinden düşürüvermişti.

Düşündükçe mantıklı geliyor bu senaryo. Kaşlarımın, sakallarımın donduğunu hissediyorum. Kulaklarımı hissetmiyorum bir süredir. Artık daha iyimserim yine de. Tipiyi yararak ilerlemeye devam ediyorum.

Uzaktan koronun sesi duyuluyor. Kilise yolundaki kar tepesinin dibindeyim. Etrafında dolaşıyorum. Üstüne çıkıyorum. Rüzgar yorgundu, bu tepeye tırmanamadı bile. Yine de her ihtimale karşı, onunla geldiğimiz yönden, onunla çıkabildiğimiz noktaya kadar yürüyorum. Eldivenlerimle taze karları temizliyorum. Orada olduğunu hiç sanmıyorum.

Başım önde, kiliseye doğru ilerliyorum. Koro insanın ruhunu okşayan bir şarkı söylüyor. Tertemiz bir çocuk kalbinin dünyada açamayacağı kapı olmadığını düşünüyorum. Hayatta biraz iyilik, azıcık adalet varsa, bu ilahiler boşa söylenmiyorsa, Batman’in bu kutsal gecede oğlumu yalnız bırakmayacağına inanıyorum.

Tekrar caddeye dönüyorum. Eşimin elektrikli şamdan satın aldığı hediyelik eşya dükkanı açık hala. İçeri girip Rüzgar’la oturduğumuz sandalyenin altına bakıyorum. Yok! Mağaza görevlisi yaklaşıyor. Derdimi anlatmaya çalışıyorum. Ellerini iki yana açıyor. Yok! Yok!

Dışarı çıkıyorum. Alt dudağının büzüşüp üst dudağını kapatışı geliyor gözümün önüne. Sicim gibi iki damla yaşın kırmızı yanağında yol alışı… İçim donuyor. Karşıdaki kar tepesine doğru koşmaya başlıyorum.

En tepesine… Eteklerine… Tabanına bakıyorum. Çevresinde turluyorum. Bir daha… Bir daha… Ellerimle temizliyorum karı. Ayaklarımla tekmeliyorum.

Dakikalarca tekrarlıyorum bunları… Belki yarım saat… Belki daha fazla. Caddenin ışıkları sönüyor. Hediyelik eşya dükkanının vitrini kararıyor. Tipi iyiden iyiye şiddetini artırıyor.

Kar tepesinin zirvesindeyim bir süredir. Oradan her yer görünür diye. Hiçbir şey görünmüyor halbuki. Elim, kolum üşümüyor artık. Kalbim üşüyor.

Beş yüz metre kadar ileride, bir projektörün altında, silahlı bir polis dikiliyor. Yüzü bana dönük… Başka da canlı yok etrafta. Polis, parlamentonun nöbetçisi olmalı. Uzun süredir beni gözetliyor; sanırım aklı başında kimsenin ortalıkta gözükmediği bu saatte, tek başına bir kar tepesinin etrafında debelenip duran karaltıdan şüpheleniyor.

Ürperti geliyor üstüme. Soğuktan, çaresizlikten ya da henüz farkına vardığım polis tehdidinden ötürü titremeye başlıyorum.

Polise doğru yürümeye başlıyorum. Neden böyle tuhaf davranışlarda bulunduğumu açıklamak, son çare Batman’i bir de ona sormak ya da umudumu uzun süre önce yitirmeme karşın bir türlü kopamadığım kar tepesinden uzaklaşmak için yapıyor olabilirim bunu.

Polis silahı bana dönük, kıpırdamadan bekliyor. Namluya doğru yaklaşıyorum. Fırtına kulaklarımı uğuldatıyor. Bilim kurgu filmlerindeki robot savaşçılar gibi kat kat, kabuklu giysiler giymiş. Yüzü kar maskesi ile örtülü; bir tek gözleri görünüyor.

“Özür dilerim.” diyorum sesime özgüvenli bir ton vermeye çalışarak. “Oğlum Batman oyuncağını kaybetti de onu arıyordum.”

Polis hayatında ilk kez benim gibi bir türe rastlamışçasına, hiç tepki vermeden yüzüme bakmaya devam ediyor.

Sonra ani bir hareketle arkasını dönerken: “Beni takip et.” diyor.

Birlikte binanın etrafında dönüyoruz. Beni sorguya götürdüğünden şüpheleniyorum.

Birdenbire duruyor.

“Nasıl bir oyuncak bu?” diye soruyor.

“Batman işte” diyorum. “Gri kostümlü, mavi pelerinli, on beş, yirmi santim boyunda bir süper kahraman figürü.”

Tarifimden tatmin olmuş gibi başını sallıyor. Kar maskesini aşağı çekip ağzını açığa çıkarıyor.

“Benden önceki nöbetçi arkadaşım şöyle bir şey bulmuş.” diyerek demir parmaklıklı büyük pencereye doğru yöneliyor. Başıyla pervazı işaret ederek:

“Bu olabilir mi?” diye soruyor.

Beli, dizleri bükülerek parmaklıkların arasına oturtulmuş Batman’i görüyorum karşımda.

Kulaklarımda çocuk korosu kreşendo yapıyor.

Minnetle, oğlumun arkadaşını teslim alıyorum. Onu sol avcumun içinde sıkı sıkı tutuyorum. Fırtınayı arkama alarak koşmaya başlıyorum.

Bağıra bağıra; masallara, süper kahramanlara, korolara, meleklere, mucizelere, adalete, iyi insanlara ve çocuklara sonsuza kadar inanacağımı haykırıyorum. Bir an önce çatlak ev sahibimizin dairesine ulaşıp, Batman’i oğlumun yastığına yatırmak için sabırsızlanıyorum. Sabah gözlerini açıp arkadaşı Batman’i yanı başında bulduğunda, bu mucizeyi Noel Baba’nın gerçekleştirdiğini düşünmesini istiyorum.

Stockholm, 24 Aralık 2010

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

TEKLİF

Kız: “Koşarken, koştuğumu unutmayı seviyorum.” diyor. Erkek: “Öperken sevdiğini unutmak gibi…” derken Kız’ın saçlarına bir buse konduruyor. Çığlık çığlığa bir martı geçiyor başlarının üstünden. Ürperiyor Kız. “Koşmasaydım sana rastlayamazdım.” diyor. Erkek: “Sana rastlamasaydım, aşk peşinde koşmazdım.” diye tamamlıyor.

SİYAH BEYAZ

Kafasında beresi, ağzında külü büyümüş sigarasıyla balık tutan bir adamla göz göze geliverirsin ya köprünün üstünde. O adamla bir de mezarlıkta karşılaşabilirsin. Balık yerine kürek tutuyordur.

FEYLESOF YUSUF

“İnsan en çok ağlarken insan olur.” der Feylesof Yusuf. “Gözyaşı insanın özüdür.” Elini kalbinden yüzüne götürür. İşaret parmağını göz pınarına bastırır. “Burukluğunu, pişmanlığını, özlemini, acısını birkaç damlaya dönüştürdüğünde kişi -ki en büyük mucizelerinden, en akıl almaz üretimlerinden biridir bu- yüreği eskisi gibi bir kaya parçası değildir artık. Su veren bereketli bir topraktır. Suyla toprak varsa şefkat vardır. Umut vardır. Hayat vardır, hayat!”

ŞIMARTMAK

Kapıyı ille de yumuk elleriyle kendi açıp, öyle bir sarılırdı ki babasının boynuna… Terini duymaz, kirini, pasını görmez, parası var mı yok mu bilmez; doğarken cennetten toplayıp getirdiği demet demet öpücüğe boğardı, çalı gibi dikenli yanakları. İşte o kavuşma anlarında eklemleri kasılır kalır, gözleri sıkı sıkı kapanırdı. Kendini bu kadar saf ve sınırsız sevgiye layık görmediğinden mi, böylesinin var olabileceğine bir türlü inanamadığından mı…

Tgumusay Yazar:

Tek Yorum

  1. Tuğba Alkan
    24 Aralık 2016
    Yanıtla

    Denk geldikçe okumaya çalışıyorum öykülerinizi. Sizi ilk Yedi Yetmiş Dergi’de keşfettim, iyi de ettim. Bu öyküleri kitap sayfalarından da okumak ve kayıp oyuncakları bulmak dileğiyle..Sevgiler Tuğba Ağacı’ndan..

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir