BOĞAZİÇİ NİN BÜLBÜLÜ

BOĞAZİÇİ’NİN BÜLBÜLÜ

Boğaziçi, bir zamanlar özü su, ışık, bülbül sesi ve sazdan oluşan kendine has, tılsımlı bir alemdi. Bu alemin halkı yalı adı verilen dantel gibi işlenmiş ahşaptan, çok odalı konutlarda yaşardı. Boğaziçi’nin kıyısında yan yana boy vermiş yalılar; ön cephelerini usul usul okşayan tuzlu suyun gündüz güneş, gece ay vasıtasıyla gönderdiği aşk elçisi ışık yansımalarının camlarından içeri süzülerek tavan ve duvarlarında oynaşmasına göz yumar, suyun sureti ile dahi olsa tenlerinde dolaşmasından duydukları hazzı, günbatımlarında altın rengi ışıldayan camlarından belli ederlerdi.

Bazen de Boğaz bu cilveli oynaşmalarla yetinmez, kayıkhaneden içeri usulca sızarak yalının koynuna ulaşırdı. Yalıdakilerin ve sandallarıyla, çatanalarıyla, mavnalarıyla kıyısından geçenlerin mahcubiyetle başlarını başka yönlere çevirerek görmezden geldikleri bu beyaz köpüklü ve yosun kokulu günahkar anlar, yalı ile Boğaz’ın mahremiyeti olarak kalırdı.

Yalılardan bazılarının sınırları içinde köşkler, limonluklar ve kameriyeler bulunan büyük koruları, bazılarının ise servi, dut ve türlü meyve ağaçları yetişen şirin bahçeleri olurdu. Ve bu korularla bahçelerin, varlıkları şarkı söylemeye başlayınca fark edilen bülbülleri… Bülbüller kolay beri çıplak gözle görülemezdi. Ama bu hususi yeryüzü cennetine ilk kez yolu düşenler dahi, zihinlerini rüzgarla bir usul usul oynaşan dal ve yapraklar arasından yükselen büyülü ötüşlere teslim etmeleri halinde; ruhlarının önce Boğaziçi suları gibi durulup berraklaştığını, sonra da ilahi aşk sandalına atlayıp Rumeli Feneri’nden açık denizlere doğru yelken açtığını, hayalle gerçek arası bir esrikliğin salıncağında duyumsarlardı.

Boğaziçi’nde insanın kulağından girip ruhunun en derinlerine dokunabilme konusunda bülbüllerle yarışabilecek tek bir seda vardı: Saz. Yalılar mangalda ağır ağır köpüren kahvelerin kavruk kokusu eşliğinde sabah mahmurluğundan kurtulmaya çalışırlarken; rüzgarın havalandırdığı tül perdeler dahili ve harici hayatlar arasında bir balerinin bembeyaz etekleri gibi gidip gelirken; akşam yemeğinin ardından batan günün artıkları masa örtüleri aracılığıyla cumbalardan Boğaz sularına doğru silkelenirken, saz tellerinden inci taneleri gibi dökülen nağmeler alelade anları ansızın şiirleştirir; mehtaplı gecelerde bülbüller gibi karanlığın örtüsünü üstlerine çekip cisimlerinden vazgeçen saz sandalları, bir tatlı huzur almaya gelen kayıkları peşlerine takarak, Boğaziçi’nde hülyalı gezintilere çıkarırlardı.

Abdülhak Şinası Hisar’ın tarif ettiği üzere, eski büyük yalılar Osmanlı İmparatorluğu’nun küçük birer minyatürü gibiydiler. Burada vazife görenlerden dadı Çerkez, bacı Zenci, hizmetçi Rum, evlatlık Türk, sütnine melez, kahya kadın Rumelili, ayvaz Ermeni, aşçı Bolulu, hamlacı Türk veya Rum, harem ağası Habeş, bahçıvan Arnavut olurdu.

İşte bu minyatür imparatorluklardan birinde, Büyükdere’deki heybetli bir paşa yalısında Helena adında bir Rum hizmetçi yaşardı. Zeytin rengi gözleri dünyaya hep buğulu bakan, her gece yatmadan önce tavan arasındaki kadın hizmetliler odasında uzun uzun taradığı kuzguni saçları beline varan, narin hatlı, ağırbaşlı, yalı ahalisinin deyimiyle çekirdek gibi bir genç kadın…

Paşanın himayesine çocuk yaşta alınmış, kısa sürede çalışkanlığı, yumuşak tabiatı, titizliği ve güçlü hafızası ile kendini sevdirmişti. Huzuru yalnızca mazide bulabilen bu kalender genç kadın, yatmadan önce Boğaziçi manzaralı kafesli penceresinin pervazına yerleştirdiği Meryem Ana ikonasının karşısında diz çöker; bulutların ayı gölgelediği günlerde kandil feriyle aydınlattığı, mehtaplı gecelerde ise ayın şavkıyla yüzü esrarengiz biçimde nurlanan porselen heykelcikle; sanki dolunaylı bir yaz gecesinde son sözlerini sarf eden annesinin karşısındaymış gibi uzun uzun konuşurdu.

Mehtaplı gecelerde ekseriyetle yalı sahiplerinden biri saz alemi tertip eder, usta sazcılardan kurulu bir heyeti sandalla Boğaziçi’ne çıkarırdı. Selamlık ve haremlik kayıklarla musikinin peşinden büyülenmiş gibi sürüklenen yalı sakinleri, vakit ilerledikçe neredeyse elle tutulabilir bir sükunet ve maneviyatla dolan incecik kayıklarının içinde mazi ile istikbal, farkındalık ile unutkanlık, gökyüzünü sime bulayan yıldızlarla onların suya düşen yansımaları arasında aheste aheste ilerler; uzaktan geçen balıkçı teknelerini, karşı kıyıya yakın gezinen sandalları, ansızın başlarının üstünde kanat çırpan karabatak ve martıları ruhlar aleminden kopup gelmiş esrarengiz karaltılar olarak algılarlardı.

Sonra Boğaziçi ile el ele tutuşmaya karar vermiş hülyalı bir kadının narin avcunu samanyolu gibi saran bembeyaz köpükler ya da uzaklarda gazel okuyan bir erkeğin şamandıralara tünemiş deniz kuşlarını peş peşe havalandıran davudi sesi, kayıktakilerin silkinerek kendilerine gelmelerine neden olur; gece boyunca rüya mı gerçek mi olduğu sık sık karıştırılan efsunlu anlar böylece birbirini takip ederdi.

Paşa ve ailesinin mehtaba çıktıkları geceler, yalı çalışanları için de son derece müstesna zamanlardı. Hizmetkarlar, dadılar, aşçılar, bahçıvanlar, kahyalar, zenneler ve haremağaları gündüzden hazır ettikleri buzlu şerbetler, türlü lokum ve şekerlemeler, kahve ve tütünler eşliğinde mutfakta, koruda, kameriyede kadınlı, erkekli gruplar halinde toplanır; ılık yaz gecelerinin insan tenini hafif hafif okşayan ipeksi kumaşını; muhabbet ve kahkahaları ile rengarenk nakşederlerdi.

Yalıda kalıp da bu muhabbetlere iştirak etmeyen bir tek kişi olurdu: Helena. Velinimetleri Boğaz’ın serin sularında gözden yittiği gibi genç kadın koşarak tavan arasındaki odasına çıkar, görüşmeyeli başından geçenleri annesine anlatmaya, onunla dertleşmeye koyulurdu.

Yine öyle bir gece, annesinin benzersiz bakışlarını Meryem Ana’nın göz çukurlarında görür gibi olduktan; nazenin elinin aralık pencereden esen rüzgarla bir saçlarını tatlı tatlı okşadığını duyumsadıktan; uzun süredir hatırlamadığı birkaç parça oyuncak, çın çın öten bir yortu laternası ve eğlenceli bir tekerlemenin sözleri kulağına fısıldandıktan sonra, kırk yıl düşünse aklına gelmeyecek bir şey oldu: Annesi Helena’dan bir şarkı söylemesini istedi.

Helena yalıya geldiğinden beri, yani çocukluğundan bu yana, daha doğrusu annesinin bu dünyaya gözlerini yumduğu geceden sonra şarkı söylememişti. Öte yandan cumbalı sedire oturup, çökük omuzlarını ve mızrabını Boğaz’ın dalgaları ile bir oynatarak, hasret dolu hatıralarını musikiye tercüme eden Paşa’nın hemşiresinden ve mehtaplı gecelerde menekşe renkli gökyüzünde süzülüp tavan arasının aralık penceresinden içeri sızan incesaz nağmelerinden pek çok şarkıyı derin derin içine çekmiş; kendini tabiatın uyaklı güzelliği, çocukluğunun biçare özlemi ya da yalnızlığın kapkara kozası ile sarılmış hissettiğinde onları soluk verir gibi usul usul üfleyerek, dışındaki hayatla uyumunu korumaya çalışmıştı.

Helena hangi alemde olursa olsun, bir dediğini iki etmeyeceği annesinin talebi karşısında, onun isteğini yerine getirmekle ilgili tereddüt yaşadığından değil de, nasıl şarkı söyleneceğini bilmediğinden, bir süre duraksadı. Bakışlarını Meryem Ana heykelciğinin çökük gözlerinden kaçırarak, pencere kafesinin gerisinde uzanan esrarlı aleme çevirdi. Karşı sahildeki yalının penceresinde titreşerek yanık kalma mücadelesi veren kandili kendisine; gök kubbenin simli atlasından kopmuş olsa da, solgun ışığıyla yeryüzüne işaret yollamaya devam eden yapayalnız yıldızı annesine; ördek gibi sakin sakin gezinirken aniden dalıp karanlık sularda kaybolan karabatağı çocukluğuna benzetti. Yutkunarak bakışlarını bir kez daha Meryem Ana’ya çevirdi. Sanki heykel usulca başını sallayarak, işaretini verdi. Yalnız gezen yıldız kuvvetlice yanıp söndü. Karabatak az ileriden su üstüne çıktı.

Ve Helena şarkısını söylemeye başladı.

Sesi yelkovan kuşları gibi Boğaziçi’ni yalayarak ama asla kanatlarını suya değdirmeden kayarcasına akıp gidiyor, yalı balkonlarından sarkan mor salkımların çiçeklerini okşayarak Boğaziçi’ne eşsiz kokular serpiyor, mezarlıkların kutsal dinginliğinde, serviler ve beyaz mezar taşları arasında derin bir iç çektikten sonra mehtaba çıkmışların kayıklarını şöyle bir çalkalıyor ve o sarsıntı esnasında zaten dolgunlaşmış kalpleri taşırıyordu.

Sanki gece yırtılmış, saadet ihtimali ortadan kalkmış, şarkın iflah olmaz hastalığı, bütün aleniyetiyle sandalların arasında gezinmeye başlamıştı. Bunun adı aşk hastalığıydı. Tabiatın güzelliğine Helena’nın tılsımlı sesi de eklenince herkesin içindeki boşluk ansızın, şimşek çakmış gibi görünür hale gelmişti.

Özlemle yanan dudaklar dua eder gibi usul usul Helena’nın şarkısına eşlik ederken, mehtabın şahitliğinde herkes kendine aslında yalnız ve sadece aşk için yaşadığını itiraf ediyordu. Geriye kalan her şey ona yaklaşmak için bir bahane, ona ulaşmak için bir vasıta, ona duyulan ihtiyacı gizlemek için bir yalandı.

Aşk bir ürperişti. Bir arayış, bir bekleyiş, bir çaresizlik, çoğu zaman da imkansızlıktı. Ona asla kavuşamayacağını sezenlerin yürekleri derinden sızlıyor; onu ihmal etmiş olanlar beyhude harcadıkları zamanlara dair koyu bir pişmanlıkla doluyor; aşkın soluğunu yakınlarında hissedenler ise ondan uzak düşme endişesi ile kendilerini yiyip bitiriyordu.

Helena’nın sesi Boğaziçi’nin yüzünü gelin duvağı gibi örterken, tülün altında kalanlar şarkın bu en batılı şehrinin gerdanında, itiraflarına devam ediyorlardı. Onlar aslında aşk kadar, belki aşktan çok o ürperişi, arayışı, bekleyişi, çaresizliği, hatta imkansızlığı seviyorlardı. Şimdi su göl gibi durgunlaşarak, yüzeyine dürüstçe bakan herkese aynı şekilde karşılık verirken, onlar aslında hep saadet peşindeymiş gibi yaşadıklarını ama içten içe hüznün de en az o kadar müptelası olduklarını, kederi de aşk kadar sevdiklerini anlıyorlardı.

Helena şarkısını bitirdiğinde Boğaz, üzerindeki canlılarla birlikte uzunca bir süre sükunetini korudu. Sessizliği sona erdiren ise suları adeta yararak ilerleyen bir Pazar kayığının kürek sesleri oldu. İstanbul’dan esnafa ve yalı ahalisine meyve, sebze, bakliyat, kahve ve türlü öteberi taşıyan Pazar kayığı, altı çifte gedikliydi. İri küreklerinin her birini bir kayıkçı çift eliyle tutuyor, ayağa kalkıp yavaş yavaş oturarak çekiyordu. Küreklerden biri Recep’in ellerinde, Recep’in gözü Paşa’nın yalısının tavan arası penceresindeydi.

Her akşam yalının önünden geçerlerken yaptığı gibi, Recep “Hooop” diye bağırarak diğer kürekçileri durdurdu. Kayıktakiler birer sigara yakıp yüzlerini ay ışığına vererek istirahate çekilirlerken, Recep kayığın yalıya yakın ucuna yürüyüp, Helena’nın kafesin gerisindeki gölgesini seçmeye çalıştı.

Aylardır her sabah yalının siparişlerini o teslim ediyor, akşamları da Helena’nın asla kendisini göremeyeceğini bile bile orada öylece dikilip, kafesin gerisindeki zayıf kandil ışığına dalarak; onun manalı, hüzünlü, kainata bedel simasını hayal ediyordu. Helena’nın yüzü Recep’in hayatının dağınıklığını bir merkezde topluyordu. Recep’in şiirli, saf, işveli, hatta mucizevi bulduğu her şeyin; mesela mehtabın, yakamozun, derinlere dalmadan duramayan karabatağın, baharla beraber Boğaz’ın yanaklarını allaştıran erguvanların, kimi sabahlar gülümseyerek Pazar kayığına yarenlik eden yunusların, tek sıra ilerlemeyi neferlerden iyi beceren yelkovan kuşlarının ve bazı geceler hususi dinlemeye gittiği Dere’deki mezarlığın bülbüllerinin hep aşkın ispatları olduğuna, o ispatların tamamının, hatta çok daha fazlasının ise Helena’nın uzviyetinde vücut bulduğuna inanıyordu. Onun için hayat demek, aşk demekti. Ve aşk, onun hayatında Helena ile tecelli etmişti.

Helena tavan arasındaki pencerenin kafesinin aralıklarından dışarı bakıyor, yalının karşısında durmuş Pazar kayığını ve onun ucunda dikilen erkek silüetini seyrediyordu. O silüetin her sabah yalıya öteberi getiren Recep’e ait olabileceğini düşünüyor, bunu düşününce kalbinin daha hızlı çarpmaya başladığını fark ediyor, utanç içinde Meryem Ana’nın kaşlarını çattığını zannediyor, karanlığın içinde heykel gibi dikilen erkeğin Recep olup olmadığını hiçbir zaman bilemeyeceğini aklından geçiriyor ama yine de her geçen lahza, biraz daha heyecanlanmadan duramıyordu.

Recep, tavan arasındaki kafesin gece lambası gibi yanıp yanıp sönmesini Helena’nın orada, kafesin arkasında hareket ediyor olmasına yoruyor, bütün mevcudiyetiyle onun da kendisine bakıyor olmasını diliyor, bu görüntüyü zihninde canlandırmaya çalışıyor, gerçekten öyle olup olmadığını hiçbir zaman öğrenemeyecek olmanın sızısını derinden hissediyordu. Ama yine de hayatta hiçbir şeyin onu, Boğaziçi’nin ortasında Helena ile karşılıklı bakışıyor olma ihtimalinden daha fazla heyecanlandıramayacağını, o kafesin aslında bir engel değil, aşkının tazyikini her an büyüten bir bent vazifesi gördüğünü tüm benliğinde hissediyordu.

Bu sırada sazlar yine çalmaya başlıyor, mehtaba çıkan kayıklar saz sandalı ile birlikte, yine esrarlı bir uyum içerisinde, aralarındaki mesafeleri koruyarak usul usul harekete geçiyordu. Tatlı bir Boğaz esintisi musikiden aldığı güçle Helena’nın ruhlarda açtığı yaraları üfleye üfleye iyileştirmeye girişiyor, mehtaba çıkanlar gaipten geldiğine hükmettikleri o meçhul tılsımlı sesin tesirinden ağır ağır kurtularak, bildikleri sularda yol almanın huzurlu alışkanlığına dönmeye çalışıyorlardı.

Aşkı tıpkı mehtap gibi ne ulaşılabilir, ne de vazgeçilebilir bir hayat gayesi olarak Boğaziçi ile bir terennüm etmek; ondan medet uman herkesi saadete, bir o kadar da hüzne boğuyordu.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

OKUR YATAR

Buruşturduğu gazeteyi çöpe attı. İki büklüm banka geri döndü. Bitkin düşmüştü. Şapkasını çıkardı. Yastık yaptı. Banka kıvrıldı. Hava kararmıştı. Cadde, işten eve dönmeye çalışan insanları…

AHMED

Poyrazın iliklere kadar işlediği bir Aralık günü. Asfalt bozuk. Trafik sıkışık. Çöpler vıcık vıcık. Ahmed hızlı hareket ettiğinden soğuğu hissetmiyor. Zaten uzun süredir, hiçbir şey hissetmiyor. Çekçek arabasıyla, adım adım ilerleyen araçların arasından yıldırım gibi geçiyor. Plastik saplı, ince bir demir çubuk tutuyor sağ elinde: Bir rulo fırça kalıntısı. Çöpleri onunla karıştırıyor.

TEKLİF

Kız: “Koşarken, koştuğumu unutmayı seviyorum.” diyor. Erkek: “Öperken sevdiğini unutmak gibi…” derken Kız’ın saçlarına bir buse konduruyor. Çığlık çığlığa bir martı geçiyor başlarının üstünden. Ürperiyor Kız. “Koşmasaydım sana rastlayamazdım.” diyor. Erkek: “Sana rastlamasaydım, aşk peşinde koşmazdım.” diye tamamlıyor.

ŞAMAR OĞLANLARI

Fatih sırtlarında, eski bir İstanbul mahallesinde yaşıyorlardı. Sabahları bir parça ekmeğin yanına varsa bir kalıp peynir, yoksa bir avuç zeytin alıp, sülalecek oturdukları asırlık Rum evinden fırlar, Balat’a inen dik medivenlerin başına oturur, yıkıntılarla yeşilliklerin iç içe geçtiği güzel ve hüzünlü manzaraya karşı…

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir