GÜZEL BİR ŞEHRİ TERK ETMEK

GÜZEL BİR ŞEHRİ TERK ETMEK

“Bir gün”dedi, “bu şehri terk edersem, Boğaz’dan, yüzerek yaparım bunu. Tankerlerle yarışarak… Lüferlerle öpüşerek… Balıkçılarla vedalaşarak… Hisarlara el sallayarak…” Sözlerini bitirince acı bir tebessüm yerleşti dudaklarına.

Üç arkadaştılar. Boğaz’a karşı bir banka oturmuş, seyyar çaycının kağıt bardaklara doldurduğu çayları yudumluyorlardı. Geceyarısı olmak üzereydi. Meltem ılık ılık yalıyordu yüzlerini. Yıldızlar pırıl pırıldı. Kafalar dumanlı.

***

Gök gürlüyordu. Sevgilisinin elini tuttu. Uzun bir aradan sonra ilk kez… Sığınacak bir yer bulabilmek için koşmaya başladılar.

Arabalar aktı yanlarından. Yayalardan daha telaşlı… Lastiklerini su birikintilerine sokup, kaldırımdakilere çamur sıçratarak…

Kötülüklerinden mi yapıyorlar bunu, dikkatsizliklerinden mi, diye tartışmaya başladılar. Bu bir ahlak sorunu mu, yoksa eğitim mi? Yine kendileriyle ilgili olmayan bir nedenden ötürü seslerini yükselttiler birbirlerine. Gücü eline geçiren yapıyordu bunu artık, sevgilisine göre. Nedense bu topraklarda insanlar ancak diğerlerini değersizleştirerek kendilerini değerli hissedebiliyordu.

Sonunda bir tente buldular. Bir yaşlı ve bir köpek de vardı yanlarında. Romantik gibiydi ortam. Yani, yine planladıkları gibi bir akşam değildi ama el eleydiler işte. Sırılsıklam. Gövdeleri birbirine yaslanmış…

Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını, şehrin istila edildiğini, kendini artık herkese, her şeye yabancı hissettiğini anlatmaya başladı sevgilisi. Anlatırken elleri açılıp kapanıyor, boyun damarları şişiyordu.

Islak yüzünü okşayarak sakinleştirmeye çalıştı onu. Bu kez, fazla hassas ve kaygılı olduğunu bile söylemeden.

Cebinde yüzük vardı çünkü.

Kutusunu çıkarmak için uygun anı bekliyordu. Bu ülkede gelecek kurulamayacağını, çocuk yetiştirilemeyeceğini söylemeseydi sevgilisi, çıkaracaktı da.

Dükkan sahibi tenteyi kapatmasa… O disko ışıklı taksi az ileride yolcu indirip, geri geri gelmese… Sevgilisi onunla konuşmayı kesip taksiciyle memleketin durumunu tartışmaya başlamasa…

***

Vapurdaydı. Güverteye oturmuş, ayaklarını demirlere uzatmış… Topkapı Sarayı bulutlara karışmıştı. Ayasofya, şehrin kalıcılığına, devirlerin, insanların ve dertlerin ölümlülüğüne dair bir ilahi okuyordu. Birkaç ufak balıkçı teknesi açıkta sallana sallana şansını deniyordu. Tatlı bir iyimserlik, deniz kokusu ile bir olmuş, ciğerlerine doluyordu.

Cebinde bir kıpırdanma oldu. Elini atıp telefonunu çıkarınca, bir mesajı olduğunu gördü. Parmağıyla tıkladı. Muhasebe müdüründendi. Tıkladı.

İşten kovulmuştu.

***

Şehrin en büyük meydanındaydı. Beton altında kalmış meydan kalıntısında… Epeydir yolu düşmemişti buralara.

Öğrenciliğini sanata doyuran kültür merkezine doğru yürüdü. Aynı zamanda buluşma noktasıydı burası. Şimdi harabeye dönmüş binanın girişinde attığı voltalar düştü aklına… Sevinç, özlem, şaşkınlık dolu kucaklaşmalar… Boynu bükük ayrılışlar…

Henüz cep telefonu icat olmamıştı o tarihte. Öğrenci evinde sabit telefon bile yoktu. Ama öğrenilecek, hissedilecek çok şey vardı. O kültür merkezinden dünyaya açılan kapılar vardı. Günler, haftalar öncesinden verilen sözler vardı. Beklenen sevgililer, içleri kıpır kıpır olsa da sonuna kadar sabretmeyi bilen gençler vardı. Sanatın gölgesinde buluşulacak birine sahip olmanın ayrıcalığı, her kavuşmanın bir ödül olduğunun farkındalığı…

Durmadan konuşmak istiyordu o an. Gittiği konserleri, operaları, tiyatroları saymak…. En ön sıradan izlediği iki kişilik oyunda arkadaşıyla sinirlerinin nasıl bozulduğu geliyordu aklına mesela. Boş salonda oyuncular ve ön sıralardaki birkaç seyirci ile birlikte makaraları koyverişleri… Çehov’un “Hapşırık” adlı oyununda hapşırığa yakalanışı…

Tam şurada, ana kapının sağında, ilk kez buluşacağı kızı beklerken tek kağıt parasını yere düşürüşü, fırtınanın parayı kapıp götürüşü, mahcubiyetinden gün boyunca ağzını bıçak açmayışı, kızcağızın bir de üstüne hesabı ödemek zorunda kalışı…

Hüngür hüngür ağlamak geliyordu içinden. Kahkahalarla gülmek… Şehir merkezi dediğin hiç mi hatırlamazdı bunları? Hep mi gözünü kaçırırdı? Bu kadar mı çöl olurdu bir meydan? Bu kadar mı mezarlık?

***

Meydandan caddeye doğru yürüdü. Lisedeyken, şu ara sokakta hayata bakışını değiştiren bir filme gelmişti arkadaşlarıyla. Tarihi bir sinemada. Kadife koltuklara kendisinden önce oturmuş not defterleri hep açık şairleri, Frenk mimarisi apartmanlarından zarif adımlarla çıkıp suareye gelen şapkalı, eldivenli şık bayanları, filmden önce Tokatlıyan’da aperatif almayı alışkanlık haline getirmiş İstanbul beyefendilerini hayal etmişti film başlamadan.

Yaldızlı tavan ve duvar işlemelerini hayranlıkla izlediğini fark etmiş olacak; ciltli kalın kitabından başını kaldırıp “barok ve rokoko” tarzı demişti yan koltukta oturan, kır sakallı, pipo tütünü kokan adam.

“Rokoko”…

Sonraki yıllarda hoşlandığı kızları o sinemaya davet etmiş, “rokoko” diyerek etkilemiş, film başlayınca da ellerini tutmuştu.

O sinemada onun geçmişine, karakterine, ait hissettiği değerlere, değişmesin istediklerine, bir arada yaşamak istediği kişilere, şehirle arasındaki anlaşmaya dair bir şeyler vardı. Henüz tanıştığı birini oraya davet ettiğinde mesela, kendini uzun uzadıya anlatma derdinden kurtulmuş olurdu.

O sinema yoktu artık.

Caddenin ağaçları yoktu. Yeni yılı müjdeleyen ışıklı taklar gitmiş, yerine on iki ay yanan sponsorlu aydınlatmalar gelmişti. Her gece sıradandı artık, romantizme gerek yoktu. Kaldırımın durumu yirmi yıl öncekinden kötüydü. Meşhur profiterolcü ara sokağa sürülmüştü. Kahvehanelerde eski Yeşilçam dublörleriyle çay içilmiyordu.

İçkili mekanları şıkır şıkır olmazdı ki buranın. Duman duman olurdu. Siyasiler, sanatçılar, fahişeler, cüceler, azınlıklar bir de yolunu şaşırmış meraklı öğrenciler bulunurdu meyhanelerinde. Rakı içilirdi. Herkes herkesle konuşurdu. Herkes herkesi öpebilirdi, muhabbet koyulaşınca. Herkes herkese derdini açabilir, herkes herkesle şarkı söyleyebilirdi. Acele edilmezdi ne sarhoş olmak, ne de eve dönmek için. Bir gece Cüce ve Naciye’yle sabah kadar göbek atmışlardı, şimdi şu lobisinde spotlar yanan otelin bulunduğu yerde.

Caddenin yüz elli yıl boyunca diğer semtlerdekilere benzemeyen insanları artık her yerdeki gibiydi. Mide bulandırıcı kartonpiyer kokuları, elektro saz tınıları, Maraş Dondurma çanları, yazar kasa şıkırtıları yükseliyordu dört bir yandan. Ve yayalar, caddenin geçmişini ne merak eden ne de ona saygı duyan yayalar, insanın canını acıtan bir hoyratlıkla üstüne üstüne geliyordu.

Akordiyon çalarak dilenen bir göçmen çocuğu, Madam Anahit’i düşürdü aklına. Ahh onun parmakları gibi oynak, uçucu, kalp okşayan yaz geceleri… Gözünden bir damla yaş geldi. Boncuk gibi yanağından kayıp yere düştü.

Başka bir şehirde yürüyor olmak istedi o an. Bu şehri hep gençliği kadar güzel anmak…

***

Baba yadigarı dairesinin apartman yönetimi kararı ile kentsel dönüşüm furyasına katıldığı ve şehirde tutunacak son dalının da kırıldığı akşam, iki arkadaşıyla Boğaz’a karşı bir banka oturmuş, seyyar satıcının kağıt bardaklara doldurduğu çaylarını yudumluyorlardı.

Meltem ılık ılık yalıyordu yüzlerini. Gökyüzü pırıl pırıldı. Kafalar dumanlı.

“Çok haklısın…” dedi arkadaşlarından biri. “Gerçekten yabancısı olduğu yerde kendini yabancı hissetmeli insan. İçinde doğup büyüdüğü şehirde değil.”

Diğer ikisi kafalarını salladılar. Uzun bir sessizlik oldu.

“İnsan…” dedi diğeri. “Kaybolduğunda, kim olduğunu şehrine sorabilmeli.”

Gün ağarmak üzereydi. Bizimki gülümsedi. Yavaşça ayakkabılarını, çoraplarını çıkardı.

“Korkarım”dedi, tebessüm ederek. “Bu şehirde biraz daha kalırsam, tankerlerle yarışacak… Lüferlerle öpüşecek… Balıkçılarla vedalaşacak… Hisarlara el sallayacak… Bir ruha sahip olamayacağım.”

Gömleğinin düğmelerini açtı teker teker.

“Oysa ben bu güzel şehri, güzel terk etmek isterim. Layık olduğu gibi… Belleğimde kalmasını istediğim gibi… Bunca yıl beni kucakladığı gibi…”

Bir martı bağırarak geçti üzerlerinden. Bir daha konuşmadılar. Hava iyice aydınlanıncaya kadar dalgın dalgın denize baktılar.

Usulca çıkardı giysilerini. İç çamaşırıyla kaldı. Arkadaşlarıyla uzun uzun sarılarak vedalaştı. Bir tanker geliyordu uzaktan. Onun yaklaşmasını bekledi. Demir merdivenden kararlı adımlarla Boğaz’a indi. Arkadaşlarına son kez gülümsedi. Ve kendini sırt üstü masmavi sulara bıraktı.

Tanker tam hizasına gelinceye kadar bekledi. Ve ilk kulacıyla yarış başladı.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

CANKURTARAN

Yalnızlıktan nefret eder. İnsanlardan daha çok. Karanlığı sevmez. Güneşi hele hiç. Bulutların, pişmanlıkların, isyanların insanıdır. Yeryüzünden çok gökyüzünün. Suyun üstünden çok altının. Nadiren, şafak vakti dışarı çıkar. Omzunda kamış oltası. Elinde yoğurt kovası. Kovanın içinde ağlı kepçesi. Boynunda yunus düdüğüyle. Tedirgindir. Balıkçı gibi görünmektedir çünkü. Oysa balıkçılardan nefret eder.

AGOP İLE AGATA

Agop sabaha karşı beşe doğru Beşiktaş’taki fırınlarının üst katındaki ufak odada gözlerini açıyor. Hava buz gibi. Dışarısı zifiri karanlık. Fırının alevinden yükselen turuncu ışığı takip ederek tahta merdivenden aşağı önce hamurhaneye, oradan da zemin kattaki fırına iniyor. Günün ilk ekmekleri pişmiş bile. Babası, atını tezgaha yanaştırmış. Agop hemen tezgahın arkasına geçiyor. Ekmekleri beşer beşer istifleyip, babasına vermeye başlıyor.

YOKUŞ

İhsan’la Musa… Biri muslukçu, öteki kaynakçı. Biri yapılı, öteki ufak tefek. Birinin başı üşür, ötekinin bağrı hep açık. Biri öteberisini bollaşmış ceplerine tıkıştırır, ötekinin elinden poşet eksik olmaz. Birinin dört çocuğu var, ötekinin üç. Sabahları işe beraber giderler. Yolda Kürt böreği alır, Çaycı Halit’in taburelere çöküp yerler.

YOL ARKADAŞI

Delikanlının başı tatlı tatlı dönmeye devam ediyor. Çay ocağından buharlar yükseliyor. Tesise park eden otobüslerin farları tipiyi belirginleştiriyor. Çaylar tazeleniyor. Aralıksız anonslar yapılıyor. Sözcükler arasında boşluk bırakmadan, tuhaf bir şiveyle, mikrofon ağıza sokularak yapılan bu konuşmalardan delikanlı hiçbir şey anlamıyor. Mustafa cama bakarak konuşuyor. Delikanlı uyuşmuş gibi… Mustafa’nın söyledikleri dahil her şeyi…

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir