DEDEMİN KANTİNİ

DEDEMİN KANTİNİ

Ayrıntılarını bu kadar canlı hatırladığım en eski tarihli anım… Sabah saatlerinde turuncu renomuzla Uzunköprü subay lojmanlarındaki evimizden yola çıkmış, akşamüstüne doğru Gönen ilçe sınırına ulaşmışız. Heyecandan yerimde oturamıyorum. Arka koltukta zıplayarak şarkılar söylüyorum. Aslında prova bu; az sonra dedemlere ne kadar büyüdüğümü göstermeye hazırlanıyorum.

Babam arabanın kontağını kapatır kapatmaz; arka kapıyı açıp arnavut kaldırımına fırlıyorum. Dedemlerin müstakil evinin sokak kapısına beş altı basamak tırmanarak çıkılıyor. Gözüm el şeklindeki tokmakta. Ama henüz boyum ona yetişmiyor. İçinde numara yazılı tarçın rengi kapı kolunu tutuyorum. Yarı şeffaf; akide şekerine benziyor. Kapıyı tokmak büyüklüğündeki küçücük ellerimle yumruklamaya hazırlanırken ucu delikten dışarı sarkmış ipi fark ediyorum. Hiç düşünmeden çekiveriyorum. Kapı gıcırdayarak açılıyor.

Loş hole hırsız gibi, ses çıkarmamaya dikkat ederek adım atıyorum. Hemen girişte bir sedir. Altı küçük kavunlarla dolu. İçerisi serin. Huzur, iyilik, düzen kokuyor. Ortalıkta kimse yok. Salondan duvar saatinin tik tak sesleri geliyor.

Koridoru koşarak geçip, mutfağa giriyorum. Solda alçak bir tezgah, üzerindeki açık rafa dizili çiçekli tabaklar, onun devamında maşınga sobası. Mis gibi, fırından yeni çıkmış taze poğaça kokuyor. Üstü gazeteyle örtülmüş tepsi yerde, bardacık eriği dolu sepetin yanında duruyor. Üzerindeki beyaz örtüye kırmızı, yeşil biberler serilmiş sedirin yanından, acı biber kokusunu içime çekerek bahçeye çıkıyorum.

Asmanın altındaki terliklerden, daha küçük oldukları için babaanneminkileri ayağıma geçiriyorum. Sardunya kokusu başımı döndürüyor. Asma yapraklarının arasından sapsarı ışık hüzmeleri iniyor. Sundurma ıslatılmış. Muşamba örtülü masada yıkanmış üzüm dolu emaye bir tabak duruyor.

Bir gözüm mutfakta; babamlar gelmeden sürprizi ben yapmak istiyorum. Bahçe tarafına bakınarak bir hareket arıyorum. Yeşilliğin ucu bucağı gözükmüyor. Dikkatli bakınca elma ağacının arkasında domatesleri sulayan hortumu fark ediyorum. Birkaç adım daha yaklaşıp görüş açımı değiştiriyorum.

Dedem orada! Kısa beyaz saçları, açık alnı, gri badem bıyığı, tiril tiril beyaz gömleği, titreyen eli, bahçe sularken giydiği kahverengi çizgili pijama altı ve deri terlikleriyle; sonraki yıllar boyunca da neredeyse hiç değişmeyecek zaman dışı görüntüsüyle elma ağacının gölgesinde dikiliyor.

“Dedeee” diye bağırarak çiçek tarhları arasındaki toprak yoldan koşmaya başlıyorum. Şaşırıyor. Hortumu usulca yere bırakıyor. “Oooo kocaman olmuş bu aslan parçası” diye bağırıyor. Kucaklaşıyoruz. Meğer dedem kendi çocuklarına bile sevgisini pek öyle açık etmezmiş. Beni sımsıkı göğsüne bastırıyor. Tıraş köpüğü, limon kolonyası ve seccade kokuyor. Kocaman olduğum fark edildiği için gururlanıyorum. Acaba bana bir şey almış mıdır diye meraklanıyorum.

Hep birlikte salondayız şimdi. Büyükler kendi aralarında konuşurlarken sıkılıyorum. Ayağa fırlayıp ortalıkta koşuşturmaya başlıyorum. Kerpiç evin rabıtalarında zıpladıkça, antika vitrinin camları zangır zangır titriyor. Bu güç gösterisi hoşuma gidiyor. Babaannem uyaracak oluyor; dedem hoşgörülü bir bakışla onu susturup, evin kapısı kapalı tek odasına giriyor. Az sonra bir Çokomel, iki sakız ve bir çikolatalı gofretle geri geliyor!

Hediyeler avuçlarıma sığmıyor! Bu kadar çok ganimeti bir seferde almamışım hiç. Annemin sözünü dinleyerek dedemin titreyen elini öpüp teşekkür ediyorum. Çokomel’imin ambalajını dişimle yırtıyorum. İlk lokmayı tadını çıkara çıkara ağzımda döndürürken, yarım küre şeklindeki çikolata kaplı bulutsu kesiti, bir mucizeye tanıklık eder gibi hayranlıkla inceliyorum. İkinci ısırıktan önce babamın kulağına eğilip, “Dedemin kantini mi o oda?” diye soruyorum.

Bu soruma dakikalarca gülünüyor. Dedemle babaannemin yatak odasının adı o günden sonra “Kantin” oluyor.

Sonraki yıllar boyunca da dedem o evde bulunduğum her akşam, fötr şapkasını askıya astıktan sonra önce Kantin’e giriyor. Sonra titreyen elinde seveceğim birkaç parça çikolata ya da şekerleme ile salona geliyor. Zamanla ürünler, markalar, ambalajlar değişiyor ama bu gelenek bir gün olsun bozulmuyor. Bozulmayan bir başka gelenek daha var: Kantin’e asla dedemle babaannemden başkası giremiyor.

Çocukken rüyalarımda sık sık dolap raflarını en sevdiğim ürünlerle tıka basa dolu gördüğüm o esrarengiz odaya ilk ayak basışım, üniversiteye başladıktan bir yıl sonra gerçekleşiyor.

Yine bir yaz günü, İstanbul otobüsünden inip dedemlerin evine yürüyorum. Sokak kapısının ipi dışarıda. Gürültü çıkarmamaya özen göstererek ipi çekip, içeri giriyorum. Hol yine loş ve serin. Sol taraftaki askıda dedemin fötr şapkası asılı. Sedirin altı boş.

Bu kez bahçeye değil, duvar saatinin tik taklarına doğu yürüyorum. Antika vitrinin camlarını titretmemek için adımlarımı dikkatli basıyorum. Babamın başı önüne düşmüş, tekli koltukta uyuyor. Sessizce yanındaki divana ilişiyorum. Rüzgar estikçe bahçedeki asmanın filizleri hareket ediyor. Yaprakların gölgeleri sehpanın üzerindeki tül desenli ışık yansımalarına karışıyor. Duvar saatinin tik taklarını dinleyerek dedemin boş koltuğunun desenlerini seyrediyorum. Kantin’in kapısı usulca aralanıyor. Babaannemin iyice ufalmış, kamburlaşmış gövdesi rabıtaların üzerinde gölge gibi hareket ediyor.

Yanına gidip elini öpüyorum. Babaanemin gözleri, çukurlarının içine kaçmış. Bahçedeki kuyunun dibindeki su gibi uzak ve gölgeli görünüyor. Birlikte mutfağa yürüyoruz. Koridorda sessizce ağlıyor. Islanmış gözlerini tülbendinin ucuyla silerken “aç mısın?” diye soruyor. Tezgahta bir kase dolusu poğaça var. Başımı iki yana sallıyorum. “Dedemi görebilir miyim?” diye soruyorum. Sürahiden bir bardak su dolduruyor. Peşine takılıyorum.

Kantin’e ilk o akşamüstü giriyorum.

Kapının tam karşısında aralık bir giyotin pencere… O aralıktan içeri yeşil, güneş ve güzel hatıralar giriyor. Diğer pencerenin önünde ise orta kısmı ağarmış sarı bir perde ve ağır bir teslimiyet var. Dedem pirinç bir karyolanın ortasında ölmeye çalışıyor. Gözleri, elleri, şuuru kapalı. Avurtları çökmüş. Badem bıyığı tavana bakıyor.

O gün, beni görünce hortumu yere bırakıp nasıl tek dizinin üstüne çöktüyse, aynısını yapıyorum. Nefes almak denemez o sese, düzensiz hırıltılar çıkarıyor. Lekeli, damarlı, cansız bir çınar yaprağını andıran elini tutup önce dudaklarıma, sonra alnıma götürüyorum. Eli bu kez titremiyor.

Gözümden bir damla yaş, dedemin avcuna düşüyor. O an gözü açılıyor. Tik tak kadar bir süre boyunca yüzüme bakıyor. Babaannem, dedemin komaya girdiğinden beri ilk kez o an gülümsediğini söylüyor. Tekrar gözlerini yumup hırıldamaya başlıyor.

Orada öylece, yatağının dibinde çömelmeye devam ediyorum. Babaannem odadan çıkıyor. Gözüm karyolanın ayak ucundaki dolaba takılıyor. Bir an için yas havasından sıyrılıp, Kantin’in gizemli raflarında ne olduğunu görmek için dayanılmaz bir merak duyuyorum.

Parmak uçlarımda ilerleyerek, gömme dolabın kapısını usulca aralıyorum. Raflar yavaş yavaş aydınlanıyor. Kesif bir eski kağıt kokusu genzime doluyor. Çocukluğum boyunca gofret, çikolata ve türlü kantin ürünleri depolandığını varsaydığım rafların, dedemin gençlik yıllarına ait cilt cilt mecmua ve kitapla dolu olduğunu görüyorum.

Dolabın kapağını usulca örtüp tekrar dedemin baş ucuna ilişirken, o mecmuaların ileriki yıllarda yazacağım kitaplar için esin ve kaynak olacağını bilmiyorum.

Rabıtalar bu kez kuvvetli sarsılıyor. Çok geçmeden eşikte babam beliriyor. Yorgun ama metin görünüyor. “Vedalaştınız mı?” diye soruyor. Başımı sallıyorum. Nöbeti o devralıyor.

Bahçeyi sulamaya çıkıyorum.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

UFUKTA AŞK VAR

Hayatın kollarını ardına kadar açmış; tüm bilgeliği ve cömertliği ile beni kucaklamaya, sırlarını kulağıma fısıldamaya hazır olduğu zamanlar. Herkesi, her yeri, her şeyi merak ediyorum. En çok da kızları. Yırtık biri değilim. Hatta utangaç sayılırım. Ama keşfedileceğime inancım tam. Çünkü bana bir kere şans tanıyan, yarı yolda bırakmamış o güne dek.

FEYLESOF YUSUF

“İnsan en çok ağlarken insan olur.” der Feylesof Yusuf. “Gözyaşı insanın özüdür.” Elini kalbinden yüzüne götürür. İşaret parmağını göz pınarına bastırır. “Burukluğunu, pişmanlığını, özlemini, acısını birkaç damlaya dönüştürdüğünde kişi -ki en büyük mucizelerinden, en akıl almaz üretimlerinden biridir bu- yüreği eskisi gibi bir kaya parçası değildir artık. Su veren bereketli bir topraktır. Suyla toprak varsa şefkat vardır. Umut vardır. Hayat vardır, hayat!”

MAHALLENİN ÇOCUKLARI

Babaannelerin babaaanne, dedelerin ise dede olarak dünyaya geldiğini sananların çoğunluğu oluşturduğu bir mahallede yaşıyorlardı. Annelerin hep anne, babaların da oldum olası baba olduğu. Bakkal Niyazi anasının karnından kelebek gözlükleri ve kıvrık beyaz bıyıklarıyla çıkmış olmalıydı. Postacı Cahit şapkası ve çantasıyla…

MASALCI TEYZE

Aslında hayallerimin birer birer gerçekleştiği günlerdi. Yani en mutlu olmam gereken zamanlar… Üniversiteden mezun olduğum hafta işe girmiştim. Mütevazi maaşım şehrin merkezindeki asırlık bir apartmanda, iki göz odalı, ufak bir daire kiralamama yetmişti. Öğrencilik yıllarımda fırsat buldukça daldığım ara sokaklardan birindeydi yeni evim. Beyoğlu’nun afallatan, düş kurdurtan, küf ve tütsü kokan esrarengiz sokaklarından birinde… Dar, kısa bir yokuşun sonunda.

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir