SÜTLÜ KAHVE

SÜTLÜ KAHVE

Loş bir Latin kafesi. Kara sineğin biri boşalmış kola bardağının içinde aheste geziniyor. Sıcaktan ara sıra sandalyelerin bambuları çıtırdıyor. Yüksek tavanda geniş kanatlı bir pervane hafiften yalpalayarak dönüyor, dönüyor… Sanki her dönüşte biraz daha yalpalıyor.

Duvara gömülü raflarda tenekeden kahve kavanozları, yaprakları sararmış kitaplar, sırları dökülmüş aynalar ve pastoral kapaklı dikiş kutuları dizili. Sarılı kızıllı ışık değnekleri, üzerine düştükleri bu alelade nesnelere efsunlu bir hava katıyor.

Hoparlörlerden yükselen tiz trompet sesi kafenin tam ortasına uzanıp geri çekiliyor. Vakit geceyarısına; yani barda tek başına oturan uzun saçlı adamın doğum gününün sonuna yaklaşıyor.

Soğumuş kahvesinden ufak bir yudum alıyor adam. Yüzü, boynu, kolları ter içinde; hareket ettikçe parlıyor. Hayatında ilk kez toprağında kahve yetişen bir ülkede kahve içiyor. Belki de bunun için doğum gününde kendini burada bulmuş olabileceğini düşünüyor.

İlk kahveyi kaç yaşında içmişti? Dört? Beş? Sütlü kahveydi, ondan emin… Süt kaynayan alüminyum tencerelerinden mutfaklarına mide bulandırıcı bir huzur yayılırdı. Biraz o huzuru içine çekmek için, daha çok da büyüklere özendiği ama tek başına kahve çok acı geldiği için katlanırdı mide bulantısına. Sonraki yıllarda da huzurun kokusunu aldığında ya da bir şeye çok özendiği zamanlarda midesi bulanmaya devam etti.

Toz kahve mutfaklarındaki seramik döşeli tezgahın üstündeki rafta, beyaz melamin kapaklı turuncu bir kutuda bulunurdu. Gövdelerinde isimleri yazan şeker ve çay kutularının ortasında. Baharatlıktan büyük, salça kavanozundan küçük kutulardı bunlar. O zamanlar okuma yazmayı bilmezdi ama kahveyi ilk harfinin makas gibi yukarı aşağı açılmış kollarından tanırdı. Seyrek açıldığından kahve kutusunun kapağı diğerlerinden daha sıkıydı. Açabilmek için güç kullanmak gerekirdi. Hırslanıp fazla yüklendiğinde ise kapak elinde kalıverir, kahve etrafa saçılırdı.

Değerli şeylere ulaşmanın zor olması gerektiğine inandırıldığından kahvenin midye gibi sımsıkı bir kabuğun ardına gizlenmesine şaşırmazdı. Evire çevire, sabırla kapağı yerinden oynatır, kurulama bezi ile sıkıp döndürür, sonunda şapka gibi çıkararak içindeki kahverengi madene ulaşırdı. İşte o zaman masallardan bildiği; baharat, ipek kumaş, fil dişi, rengarenk kuşlar, güzel esir kızlar ve türlü tuhaf, değerli şeyin bağırış çağırış satıldığı uzak limanların o esrarengiz kokusu sihir gibi yüzüne çarpardı.

Belki de o yüzden şu an burada, daracık sokaklarından esrarengiz kokular yükselen uzak bir liman kentinin, iyi kahve dışında hiç bir şey vaad etmeyen ıssız bir dükkanında olduğunu düşünüyor şimdi de.

Kahve süte öyle kolay teslim olmazdı. Kaşığın ucunda dibe batırıldıktan hemen sonra küçük kahverengi bir adacık gibi gerisingeri yüzeye çıkar, hem de bunu mucizevi biçimde ıslanmadan yapabilirdi. Sütün rengini kırmaya yeterdi ilk dalış. Sonra kahve topağı çay kaşığının yarattığı girdaba kapılır, pervane gibi yalpalayarak dönmeye başlardı. Her turda biraz eksilirdi ama direnirdi de; öyle kolay pes etmezdi.

Onun direncini kırabilmek için büyükler gibi güçlü ve kararlı olmak lazımdı. Karanlık ve çekici bir yanı vardı kahvenin. O yüzden yok edilmesi, daha doğrusu süt gibi temiz ve faydalı bir hakimiyetin içine yedirilmesi gerekirdi. Çay kaşığıyla kahveyi bardağın kenarına bastıra bastıra eritmeye çalışırdı. Dakikalarca uğraşırdı bunun için. Ama ne kadar bastırırsa bastırsın pütür pütür tanecikler yine sütün üstünde gezinir, içerken dilinin ucuna gelirdi. Hatta boğazına yapışır, öksürmesine yol açar, ezildiğini ama yenilmediğini yüksek sesle ilan ederdi.

Yıllar içinde kendisinin de epeyce ezildiğini… Yaşamının dönem dönem akışkanlığını yitirip koyu bir telveye dönüştüğünü… Fincanında uzun yollar görünmeye başladığını… Ve son falında yolun ucunda beliren şeklin, şu an merkezinde bulunduğu ülkenin haritasına benzediğini hatırlıyor.

“Belki de herkes kahverengi olduğu için buradayım.” diye geçiriyor içinden. “Süt gibi temiz ve faydalı bir hakimiyetin içinde eriyemediğim için.”

Kahvenin dibindeki pütür pütür tanecikler yapışıyor boğazına. Şükrederek öksürüyor. Aynı anda mutfakta bir gölge beliriyor. Daha önce kahve siparişini getiren kadının abanoz ağacından heykeller kadar güzel olduğunu, o şimdi tezgahın gerisinde süt gibi gülümseyerek saati işaret ederken fark ediyor.

Kadın, ışık değnekli raftan aldığı baharatlıktan büyük, salça kavanozundan küçük, kenarları paslanmış teneke kutunun içine hesap pusulasını koyduktan sonra kapağını sıkıca kapatıp adamın önüne bırakıyor. Kutunun üstündeki harflerden ilkini, makas gibi yukarı aşağı açılmış kollarından tanıyor, adam.

Kutu ile kapağı midye kabuğu gibi sıkı sıkı kenetlenmiş birbirine. Adam dişlerini sıkarak kapağı yerinden oynatmaya çalışıyor. Sonunda çocukluğunda öğrendiği teknikle bir o yana, bir bu yana ağır ağır döndürerek, şapka gibi kutunun başından çıkarıyor.

İçindeki kağıdın üzerinde kocaman ’40’ yazıyor. Hiç düşünmeden cüzdanındaki bütün parayı ve kartları, cebindeki anahtarları ve pasaportunu teneke kutuya koyup kırk yılın hesabını bir kalemde kapatıyor adam. Kapağını iyice sıktığı kutuyu kadına doğru itiyor.

Kadın süt tenceresi kadar geniş ve huzurlu gülümsüyor bu kez. Adamın midesi bulanmaya başlıyor. Tepesindeki pervane yalpalayarak dönüyor. Uzun süredir sesi çıkmayan trompet tam ortalarında patlıyor. Kadın ritme kapılıp hafif öne doğru eğiliyor. Bin bir türlü tuhaf, değerli nesnenin bağırış çağırış satıldığı uzak limanların o esrarengiz kokusu kadının göğüslerinin arasından sihir gibi yükselerek adamı esir pazarına düşürüyor.

Adam kendinden tamamen vaz geçmek, beyaz tenini kadının pürüzsüz kahverengisinde kaybetmek için karşı konulmaz bir istek duyuyor. Yan masadaki bambu sandalyelerin biri sıcaktan çıtırdıyor. Kadın kapağını açmadan teneke kutuyu ışıklı rafa, yaprakları sararmış kitabın yanına bırakıyor.

Önce rafın ışıklarını, sonra kafenin lambalarını birer birer söndürüyor. Bir maytap yakıyor. Tezgahın gerisinden çıkarak, yıldızlarını döke döke, adamın yanına geliyor. Şimdi trompet, zafer borusu gibi ötmeye başlıyor. Görünmez bir çay kaşığı kahverengi ile beyazı sıkı sıkı birbirine bastırıyor. Ne topak, ne girdap, ne pütür ne de tanecik… Beyaz güverteli turuncu melamin gemi usulca limandan açılıyor. Sütlü kahve renkli okyanusun diğer ucundaki esrarengiz limanlara doğru yola çıkıyor.

Adam artık neden yeniden başlamak için iyi kahve dışında hiç bir şey vaad etmeyen bu ıssız dükkanı seçmiş olduğunu biliyor. Tam tepelerinde geniş kanatlı bir pervane, yorgun ama inatçı bir martı gibi hafiften yalpalayarak dönüyor, dönüyor…

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

MAVİ KUŞ

Kuş cıvıltısıyla uyandı. Su şırıltısıyla. Bir kavak dalı uzandı penceresine doğru. Yaprakları nazlı nazlı hışırdadı. Ağustos böceği öttü zeytinliklerin o yandan. Bir kurbağa atladı dereye. Yavru olsa gerek, az su sıçrattı…Tek gözünü araladı. Bir bulut belirdi köpük köpük. Sonra öteki göz kapağını. Mavi bir su kuşu kondu kavak dalına. Her sabah aynı kuş. Fatması gittiğinden bu yana, her sabah aynı sabah…

UZUN RÜYA

Seviyordu be, heyt! Hem de ne sevmek. Serçe parmağına, saç diplerine, burun direğine kadar… Böyle oluyormuş demek insan. Kalbi bir kurtulsa göğüs kafesinden, martılarla yarışacak. Çığlık ata ata, Boğaz’a dala çıka… Sokak köpeklerine sarılmamak, yaşlıların ellerinden öpmemek için zor tutuyordu kendini. Kestanecinin al yanaklarından makas almamak… Polislerle halay çekmemek için…

DEDEMİN KANTİNİ

Ayrıntılarını bu kadar canlı hatırladığım en eski tarihli anım… Sabah saatlerinde turuncu renomuzla Uzunköprü subay lojmanlarındaki evimizden yola çıkmış, akşamüstüne doğru Gönen ilçe sınırına ulaşmışız. Heyecandan yerimde oturamıyorum. Arka koltukta zıplayarak şarkılar söylüyorum. Aslında prova bu; az sonra dedemlere ne kadar büyüdüğümü göstermeye hazırlanıyorum.

FEYLESOF YUSUF

“İnsan en çok ağlarken insan olur.” der Feylesof Yusuf. “Gözyaşı insanın özüdür.” Elini kalbinden yüzüne götürür. İşaret parmağını göz pınarına bastırır. “Burukluğunu, pişmanlığını, özlemini, acısını birkaç damlaya dönüştürdüğünde kişi -ki en büyük mucizelerinden, en akıl almaz üretimlerinden biridir bu- yüreği eskisi gibi bir kaya parçası değildir artık. Su veren bereketli bir topraktır. Suyla toprak varsa şefkat vardır. Umut vardır. Hayat vardır, hayat!”

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir